Baktı ki, orada, sınırsız bir derinlik olarak hayat, büyük ve ihtişamlı, kanatlarının altında çırpınabilir. Sürekli parçalanan, hiç bütünlenmeyen bu sessiz karanlıkta, rüzgârın her yeni darbesiyle parçalanandan, tılsımlı bir çember örebilir.
“Klee’nin ‘Angelus Novus’ adlı bir tablosu var.
Bakışlarını ayıramadığı bir şeyden
sanki uzaklaşıp gitmek üzere olan
bir meleği tasvir ediyor:
Gözleri fal taşı gibi, ağzı açık,
kanatları gerilmiş. Tarih meleğinin görünüşü de
ancak böyle olabilir,
yüzü geçmişe çevrilmiş.
Bize bir olaylar zinciri gibi görünenleri,
o tek bir felaket olarak görür,
yıkıntıları durmadan üst üste yığıp
ayaklarının önüne fırlatan bir felaket.
Biraz daha kalmak isterdi melek,
ölüleri hayata döndürmek,
kırık parçaları birleştirmek…
Ama Cennet’ten kopup gelen bir fırtına
kanatlarını öyle şiddetle yakalamıştır ki,
bir daha kapayamaz onları.
Yıkıntılar gözlerinin önünde göğe doğru yükselirken,
fırtınayla birlikte çaresiz,
sırtını döndüğü geleceğe sürüklenir.
İşte ilerleme dediğimiz şey, bu fırtınadır.
(W.B.)
Durgun suya bakıp gözlerini kıstı kartal.
— Buraya, bu sarp uçurum yamacına herkes gibi ben de kendi yolumdan geçip geldim. Yollar sonsuzdu, varılan sonlu. Geçilip gidilen sonsuzdu, varan sonlu.
Dipte akvaryumun derinliklerinde cam gibi suda ahtapot, yavaş ve ağır avlanmaya çıkmıştı.
Dipte, suyun dibinde olmak isterdi.
— ey su sen olmak isterdim
Acıdı. Ahtapotun aheste akşam avını, kanlı ve zalim bir akşamüstü zaferine çeviremedi. Bıraktı ahtapot hep aynı yavaş, ağır, kendinden memnun akışıyla elinden kayıp gitsin.
Gitti. Su ve rüzgâr, onlarla birlikte bulutlar, biraz daha ağırlaştılar. Dibe doğru çöktükçe hayat, renkler, sesler, şekiller, yoğun bir fısıltıyla dünyanın kıyılarından tek tek kopup garip bir ışık altında berraklaştılar.
— sihirli alacakaranlık
tahta iskeleyi yüzdüren sen misin?
Ne demezsin! Daha şen-şakrak bir seçimdir vantuzlayan bilek, ters çevrilen gövde, saatlerce taşa vurulan hayat. Bilirsin dünya, ödülü süslü bir tabak yemek olunca, böyle mor bir akşamda bile olsa, küçük muzaffer bir şiddeti sineye çekebilir. Bir de avcı hoyrat bir hafiflik ve vaat edici bir yumuşaklık kuşanmışsa gamsızca.
— Ah yumuşak başlı delişmenliklerin tatlı halesi, yeryüzünün lanetlilerine ne kadar da uzaksın.
Mor akşamüstlerinde dayanılmaz olan senin gamsız darbelerin değil, kederli isyankârların ödülsüz şiddeti. Keskin bir bıçak o, yumuşak bir kafadanbacağın pembe etini değil, sürgün asilerin kendi etini keser.
— Hayatın şenliği, merhaba!
Sen ki gevşek kaygısızlığın tatlı öpücüğü değil, bıçağın yarasında biten tekinsiz gülsün. Haydi Rodos, gül burada. Şimdi, burada, yeniden, raksetmelisin!
Gelirken hep yollar görmüştü. Hem peşinden hem önünden giden.
Avlulu, cumbalı, ıhlamur kokulu ev içlerinden geçen. Balkonlarında, merdiven boşluklarında küçük ötücü kuş yuvaları. Binip küçük kuşların kanatlarına, onlarla birlikte taşınırlar uzak gurbetteki diyarlara.
—ıslak, aydınlık taş avlu,
küçük kuşları gurbette bile evcil tutan sen misin?
Evlerin hep uzaklarından geçenleri görmüştü bir de. Kenarlarında, kıvrım yerlerinde cennetsi cehennemlerin, huzursuz şefkatlerin biçimsiz yuvaları. Saklanıp kanatlı atların terkilerine, koşarlar onlarla birlikte hudutsuz düzlüklerin doludizgin düşlerini bölmeye.
— uğursuz gece kuşu, yolculuksuz gezgin,
göçmen kuşların konduğu kayaları kum gibi ufalayan rüzgarı üfleyen hala sen misin?
Sivri, keskin kayalar çöle doğru kızgın rüzgârlarla birlikte ufalandılar. Gözleri yanıp kavrulurken parlayan bir anlık ışıkta yine gördü: Hem peşinden, hem önünden giden yolda, gölgesini yola düşüren bir kartal, terkisine bindiği rüzgârla, süzüldü. Sırtında, zahmetle çıkartılıp atılmış bir bıçağın yarasında biten çingene gülüyle.
— Ey durgun derin su: Senin gibi durgunca akıp gitmek isterdim.
Durgun suya bakıp gözlerini kıstı kartal.
Gözlerini böyle kısınca karanlık deniz, gelip bir sakinlik olup gözlerine oturdu. Kirpiklerde duran bir tutam tuz gibi. Sükûnetin su hali.
Baktı ki, orada, sınırsız bir derinlik olarak hayat, büyük ve ihtişamlı, kanatlarının altında çırpınabilir. Sürekli parçalanan, hiç bütünlenmeyen bu sessiz karanlıkta, rüzgârın her yeni darbesiyle parçalanandan, tılsımlı bir çember örebilir.
— Ama sakın ha yanılma,
dedi balık, gidip ağa takılmadan hemen önce.
— Su! O da bir sınırdır kendi halince. Sınırsızlığı, kirpiklerinde oturduğu gözlerin ufkunda onun. Usta bir balıkçınınkilerse eğer, bilir. Uyur uyanır bu lacivert karanlık, bu gümüş berraklık, demin hoyratça kudurduğundan şimdi böyle dingin, böyle asude. Yoksa şenlikli bir serbestlikle toprağın koynuna cömertçe uzanan bu hırçın ırmak, balçıklı bir göle dönüşmez miydi? Şimdi en dingin çıplaklığından korkmayan, kayayla, tuzla, kumla, balıkla, yani kendi öz çocuklarıyla kavgaya tutuşmasa, su çürümez, tuz kokmaz mıydı?
— Dinle,
dedi balıkçı, ağa takılan balığı çekip tekneye almadan hemen önce.
— Bazen cinnettir sükûnetin kefareti. Cennete adanmış cehennem, tekinsiz imkânsızlık özlemi. Kuralını şu deli rüzgârla, şu kederli su, kadim zamanlardan beri birlikte yazarlar.
Dur deniz. Halden, gidişten anlamaz mısın? Bilmez misin, şu hem yüzünü öpüp hem tokatladığın kaya, ancak ve belki yüzyıllar sonra dönüşecek yelde uçuşan kuma, güneşte ışıyan çakıl taşına.
— Herkes kendi zamanını yaşar başkasının zamanında,
dedi deniz, ağdan tekneye çekilen balıkla birlikte balıkçının elini ıslatmadan hemen önce.
— Biz, ben, bir de balıkçı tüketilmiş bir imkândan öğrendik düş kurmayı. Zamansızlığımız bundandır. Umutsuzlardan öğrendik umudu, delilerden huzuru. Suskunlardan söz, alçaklardan erdem, gamsızlardan kederi öğrendik. Oburlar açlığı öğretti bize, cesurlar korkuyu. Bilgelerden gevezelikti duyduğumuz, cahillerden akıl. İmkânsızlığımız da bundandır.
Zamandan önce, ne ben ne de balıkçı bilirdik bunu. Sonra herkesin ayrı bir zamanı oldu. Bizim, benim, balıkçının.
Anladık ki zaman, kesintilerden dokunmuş ışıklı bir kumaşmış. Biz onu uçan kuşun göğü deldiği yerde parlayan ışık diye biliriz.
Parlayıp sönen ışığa bakıp gözlerini kıstı kartal.
Gözlerini böyle kısınca parlayıp sönen ışık, gelip bir şenlik olarak gözlerine oturdu. Kirpikleri parlatan bir huzme güneş gibi. Hayatın şenlikli hali.
— Ben,
dedi zaman, balık gidip ağa takılmadan balıkçı ağa takılan balığı çekip tekneye almadan deniz ağdan tekneye çekilen balıkla birlikte balıkçının elini ıslatmadan hemen önce.
– ne parçaladım ne bütünledim ne ayırdım ne birleştirdim sizi.
küçük ellerimle dokundum yalnızca size. siz çalışırken işliğinizde. müşfik uykular üfledim zihninize. ürpertici boşluklar. kışkırtıcı uçurumlar ve göz alıcı gökkuşakları. kederli darbeler ve şenlikli şölenler. perileri de ihmal etmedim hayaletleri de. şefkatli ve mütecavizdim. devingen ve rastlantısal. zayıflar, bütünledim ve iade ettim sandılar onları hayata. oysa hiçbir sonuç yaratmadım. onlar hep sonuçları aradılar. bulamadılar. ama sürgün zahmetkarlar da tanıdım. parçalarımdan ışıltılı bir halı dokudular. bir tek onlar bildi beni, kısa bir an için. kaldırırken başlarını, benim sonsuz dokunuşlarla dondurduğumu parçalarken. sürekli gibi görünenin kıvrımlarında yeni bir imkansızlığın imkanını yaratırken. sükunetleri bundandır.
— Ben,
dedi kartal, gidip zamanın kanadında süzülmeden hemen önce.
Kederli bir prenses tanımıştım çok zaman önce. Kendi cüretinden korkardı ama sonra korkularından öğrenmeye gitti cesareti. Parçalanmış bir zamanın parçalanmış bir çocuğu. yolculuksuz bir sürgün diyarda büyümüş. sonra yolunu yerleşik eşkıya diyarlarına düşürmüş. beşiğini periler de sallamış, hayaletler de. devlere de yem olmuş cücelere de. ve hem dev olmuş hem de cüce. bütün evlere girmiş, bütün sofralara oturmuş. ama evleri içine sindirememiş, aç kalkmış bütün sofralardan. aç gözlü değilmiş ama. cam gibi kırılmış ve kurşun gibi ağırlaşmış. Sanırım yeterince yalnız da değilmiş, yeterince kalabalık da. Hiç bir yerde hiç bir sonuç bulamamış. ama bulamayana kadar çok aramış. çok bağırmış ve çok susmuş.
Ben onu gördüğümde, gözleri yanıp kavrulurken parlayan bir anlık ışıkta beliren kanat çırpınışlarına bakıyordu. Durgun suya bakarak uzaklaşan bir kartalın kanat çırpışlarına. Bakışlarını ayıramadığı bir şeyden uzaklaşıp gitmek üzereyken: Gözleri fal taşı gibi, ağzı açık, kanatları gerilmiş.
Biraz daha kalmak isterdi kartal, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları birleştirmek… Ama denizden kopup gelen bir fırtına kanatlarını öyle şiddetle yakaladı ki, bir daha kapayamadı onları. Yıkıntılar gözlerinin önünde göğe doğru yükselirken, fırtınayla birlikte sırtını döndüğü geleceğe sürüklendi.
– zamansız rüzgar,
sürgün kuşların göğü deldiği yerde parlayan ışık sen misin?
Yorumlar