Normal denen şey, pandemiden hemen önce çoklu krizler içinde biçimlenen iktidar ile bizim, yani başta kadınlar olmak üzere tüm halkın yaşadığı çatışmalar tarafından biçimleniyor ve isyancı kadın hareketlerini ve isyancı halk hareketlerini yaratıyordu. Neo-liberal patriyarkal kapitalizmin yarattığı tüm buzdağı, kendisini isyanlarla su yüzeyine çıkartıyor ve buzdağının her parçasını bir başka hayat istemiyle alt üst ediyordu.
Bu kısa sunuşta aslında niye normaliniz batsın dediğimizi; normalin aslında neden hiç de normal bir durum olmadığını; normal denilen çoklu kriz halinin aslında zaten bir uygarlık krizi olduğunu; bu krizin bizi nasıl önce pandemiye sonra da pandemide katlanarak daha da büyüyen açık-net bir insanlık/uygarlık krizine getirdiğini konuşacağız. Kadınlar, pandemi öncesinde de bu çoklu krizlerin odağında yer aldılar; bundan sonra da odağında yer almaya devam edecekler.
Salgının başında Hintli kadın yazar ve aktivist Arundhati Roy şöyle demişti: “Pandemi bize bu korkunç umutsuzluğun ortasında, kendimiz için yarattığımız kıyamet günü makinesini tekrar düşünme şansı veriyor. Hiçbir şey normale dönmekten daha kötü olamaz!
Aynı vurgu iki ay sonra, çok sayıda kadın örgütünün imzasını taşıyan “Sınır-ötesi feminist bildirge”de de tekrarlandı: “Normale dönmeyeceğiz, çünkü normal sorunun da kendisi! Birleştiğimizde sadece pandemiden çıkmakla kalmayız, her şeyi değiştirebiliriz!”
Arundhati Roy da sadece pandemide ortaya çıkan, çıkacak olan “yeni normale” karşı değil de onu yaratan esas gerçekliğe karşı mücadele vurgusu yapıyordu: “Pandemiler insanları geçmişlerinden kopmaya ve nasıl bir dünya istediklerini düşünmeye zorlar. Bu da bir portal, bir dünya ile diğeri arasında bir geçit”…
Olabilir mi? Peki ama bu nasıl mümkün olabilir?
“Ya önyargılarımızın ve nefretimizin enkazlarını, bütün cimriliklerimizi, veri tabanlarımızı ve ölü fikirlerimizi, ölü nehirlerimizi ve arkamızda beliren dumanlı gökyüzünü de peşimizden sürükleyerek bu geçide girmeyi seçebiliriz.”
Ama o zaman, geçit falan açmayı beklemeyeceğiz.
“Ya da hafif bagajlarımızla, başka bir dünyayı hayal etmeye ve onun için savaşmaya hazır olarak, onun içinde yavaş yavaş yürüyebiliriz”.
O zaman muhtemeldir ki bir yol bulabiliriz, evet bulabiliriz.
Yani Roy’un sorduğu soruyu şöyle de yorumlayabiliriz : Pandemi öncesi dünyaya ilişkin bildiklerimizi, saptamalarımızı, o dünyaya bugünden doğru bakarak dönüştürüp-geliştirip; iki ay öncesinde görmediklerimizi şimdi görüp, bu uygarlık krizini yaratan temeli sarsan bir yola adım atabilir miyiz?
Biz bunun mümkün olduğunu düşünerek bu tartışmaya başlıyoruz. O yoldan birkaç adım atmaya çalışalım.
Evet, bu enkaz zaten yıllardır gözümüzün önünde duruyordu:
Virüs aslında belki fazlaca bir şey yapmadı! Uluslararası sermayenin yerküre üzerindeki sınırsız ticaret, yatırım ve dolaşım yollarından özgürce geçip gitti. Bizleri ülkemizde, kentimizde, mahallemizde, evimizde veya sokağın ortasında üstümüze yığılan eski ve yeni sorunlarla yüz yüze ve kilitli bir halde bıraktı. Her şeyi çok açık, net, keskin biçimde görünür hale getirdi.
Gördük ki, aslında, sermaye sonradan virüsün de ayak izlerini takip ederek geçeceği o yolları açarken, genişletirken, duble yol-otoyol haline getirirken, üstüne-altına geçitler/tüneller kazarken, yan yollarla/köprülerle/viyadüklerle by-pass ederken, altını-üstünü yağmalarken; üstüne polisler; askerler; hükümetler-rejimler, gözetim kuleleri, bariyerler, barikatlar, monitörler kondururken, o yolların kurallarını, kültürünü, bilimini, sanatını, medyasını imal ederken, o yollarda yaşayanların işyerini, evini, kentini, doğasını, zihnini, ailesini, bedenini, emek-gücünü kendine göre biçimlendirirken, her yeri zaten bir enkaza çevirmiş!
Normal denilen, pandemi öncesi çoklu kriz durumu, işte bu her şeyin enkaza dönüştürüldüğü böyle dünyaydı.
Buna biraz daha açıklık getirelim: Bir virüs hangi yollardan geçerek yayılır ve pandemiye dönüşür? Pandemi: yani yerküre çapındaki yayılan bir salgın. Peki bir virüs nasıl gezegen çapında yayılabilir?
Mesela tarihin şu ana kadar gördüğü en büyük salgın olan İspanyol nezlesine bakalım. 8 ay içinde 50-100 milyon insanın (nüfusun yüzde 15’i) canını almış. Aslında İspanya ile ilgisi yok; tek ilgisi, I. Dünya Savaşı’nda yer almamış olan İspanya’da, diğer Avrupa devletlerinde askerî sansür nedeniyle salgından söz edilmezken salgının basında ilk kez gündeme getirmiş olması. Neden askeri sansür var? Yıl kaç? 1918-1920. Virüs ilk olarak Meksika sınırında ABD’de çıkıyor; 1. Dünya savaşına katılmak için Avrupa’ya giden ABD’li askerlerle tüm kıtalara yayılıyor. İlginç değil mi? 1. Emperyalist paylaşım savaşının yollarından yayılmış ve emperyalist savaşın ortasında 100 milyon insanı öldürmüş.
Burada şimdi ayrıntısına giremeyiz ama kapitalizm başından beri bunu yapıyor. Her genişleme, fetih, yağma, kriz döneminde gezegen-kıtalar çapında büyük yıkımlar getiren hastalıklar üretiyor. 14.yy feodalizmin krizi vebaya; 15. yy Amerikaların fethi, sömürgeleştirilmesi kızamık-suçiçeği salgınına; 19. yy Hindistan’ın sömürgeleştirilmesi tarihte görülen en büyük kolera salgınına; Hindistan-Çin sömürgeleştirilmesi 19. yy veba salgınına; 1. Dünya savaşı tifüs ve İspanyol nezlesi pandemisine yol açıyor.
Yani kapitalizmin en başından itibaren virüsler ya sermayenin genişleyen sınırsız ticaret, yatırım ve dolaşım yollarından veya bu yolları genişletmek için açılan askeri yollardan geçerek yayılıyor.
Sınırsız ticaret, yatırım ve dolaşım yolları: Yani uluslararası meta zincirleri; yani birbiriyle olağanüstü bağlı, içinde her şeyin meta, yani alınıp satılan, alınıp satılmak ve kar etmek için üretilen birer mal olduğu sonsuz kanallar. Her türlü hammadde üretimi- ara malı üretimi- imalat- perakende-hizmet-reklam-tüketim diye gidiyorlar. Bu uluslararası meta zincirleri, virüs dünyası ile insan dünyası arasındaki barikatları yıkan; yani Amazon ormanlarından veya okyanusların derinliklerinden veya endüstriyel hayvancılık çiftliklerinden perakende zincirlerine, oradan evlerimize kadar uzanan bir uzunlukta. Bütün ulaşım yolları/yerleşme biçimleri bu zincirlere göre biçimleniyor ve tüm dünyayı kaplıyor.
Fakat pandemi öncesi yaşanan krizi anlamak için sadece bu yetmez; uluslararası meta zincirlerinin aynı zamanda uluslararası değer zinciri ile çok yakın bağları olduğunu da bilmeliyiz. Gördüğünüz gibi bu zincir de bir yandan tüm dünyayı dolaşırken, bir yandan da tüm düğüm noktaları emperyalist egemenlik mücadelesinin merkezlerinde toplanıyor. Hammaddeden, doğadan, insan emeğinden, değişim değeri üretiyor, bundan kar ediyor; bunu yapmak için muazzam bir kullanılıp atılabilir insan malzemesi ve doğal yıkım süreci oluşturuyor.
Kapitalizmin başından beri var olan bu iki zincir, özellikle 1970’lerdeki kapitalist krize karşı geliştirilen sermaye siyaseti, yani neo-liberalizm ile birlikte inanılmaz boyutlara ulaştı. Buna kapitalist küreselleşme dediler. Ve tek amaçları kar etmek olduğu için, bir yandan da virüs-insan dünyası arasındaki barikatların yıkılmasına yol açan faaliyetleri hızlandırdılar. Sonra virüs bu uluslararası meta ve değer zincirlerinin serbest dolaşım yollarından geçerek, kendileri de birer mal/meta olan ve zincirin en önemli halkalarını oluşturan, milyonlarca insanın üst üste yığıldığı kentlerden doğru yayılmaya başladı.
1980’lerde başlayan neo-liberalizm, 2008 krizine kadar yarattığı büyük yıkıma rağmen, kısmi rıza üretme mekanizmaları da üretebildi. Buna neo-liberalizmin meşruiyet dönemi diyoruz. Özelleştirme, emek karşıtı uygulama ve yasalar, sosyalist sistemin ortadan kalkması; tüm sermaye denetimlerinin buharlaşması; sermayeye yatırım-dolaşım serbestliği sağlayan olağanüstü haklar; tarımın yıkımı; parasallaşma, yoksullaşma, mülksüzleştirme; kapitalist piyasanın olağanüstü genişlemesi; insanlığın büyük kısmının güvencesiz ucuz işçilere dönüştürülmesi. Kadınlar bakımındansa kadın emeğinin hem işçileştirilmesi hem de ev kadınlaştırılması.
Her elbette şeyin merkezinde duran büyük finanslaşma dalgası.
Bütün bunlar neo-liberal patriyarkal kapitalizmin buzdağına benzeyen toplumsal-siyasal yapısını ve iktidar ilişkilerini yarattı.
Bu buzdağının tamamı içinde her şeyi finanslaştırdılar. Buz dağının en tepesinde sermaye ve hemen altında görünür ekonomiye ( milli gelire) dahil edilen, iş sözleşmesine bağlı ücretli çalışma katmanı yer alıyor. Ama onun altında muazzam bir görünmez ekonomi var: Burada düzenli iş sözleşmeleri, bildiğimiz anlamda ücret bile yok: aşağıya doğru giden katmanları çocuk emeği, ev işçileri ve enformal sektör, onun altında geçimlik tarımsal üretim, onun altında kadınların hane emeği, onun altında iç ve dış sömürgeler ve en altta da doğa yer alıyor.
Buz dağının tepesi, altını çok sert bir nakit-kredi-borçlanma tuzağına hapsetti ve esas karlar böyle elde edildi. 2008 yılında bu finansal köpükler zincirlere patlayınca, önce büyük bir finans krizi ortaya çıktı; sonra zaten kalıcı bir eğilim olarak var olan durgunluk hiç bitmedi.
2008 sonrası ortamda hem emperyalist sistem çapındaki egemenlik mücadelesi hızlandı hem de büyük tekellerin sömürü paylaşım mücadeleleri. Özellikle madencilik, kazımacılık, perakendecilik, dijital emek gibi karlı alanlara yığılmaya ve tahribatı daha da derinleştirmeye başladılar. Finanslaşma da aynı hızla devam etti.
Bu bariz kriz ortamında, hem meta-değer zincirlerinin, hem de egemenlik mücadelesi zincirlerinin birer parçasını oluşturan bütün ülkelerin siyasal iktidarlarında da değişiklikler ortaya çıktı. Bazı eski neo-liberal açılımcı makyajlı hükümetlerin yerini, neo-liberal faşist rejimler almaya başladı; bazıları ise kendi içinde bu yönde dönüşüme uğradı. Sonuçta Trump, Putin, Obran, Erdoğan, Duterte, Bolsanaro, Boris Johnson gibi isimlerin yönetimindeki rejimler yaygınlaştı. Bunlar meta-değer zincirlerinin parçası olan yönetimleri altındaki ülkelerde bir yandan talan edilecek artık miktarını artırma siyasetlerini sürdürürken, bir yandan da önceki dönemde ortaya çıkan ve isyan biçimini almakta olan tepkileri yönetmek için kullandıkları araçları değiştirdiler.
Emek düşmanlığının yanına kadın, LGBTİ+, azınlık, yabancı, göçmen düşmanlığını eklediler. Artık sadece piyasayı yüceltmek yetmediği için piyasacı fikirlerle, patriyarkal, dinci, milliyetçi, faşizan fikirleri bütünleştirdiler. Bir önceki dönemde derinleşen bütün krizleri, bu krizlerin tarihsel ağırlıklarıyla birlikte, birer yönetim aracına dönüştürdüler.
Neden? Çünkü meta-değer zincirlerinin yarattığı insani yıkım durumu, insanlık/uygarlık krizi, ancak insanları, bu berbat duruma bağlayan radikal zincirlerin iktidarın en tepesinden başlayarak tüm toplumsal yapı içinde pekiştirilmesiyle mümkündü. Radikal zincirler nedir? Mesela ücret; mesela annelik-aile bağları; mesela dinsel, etnik bağımlılıklar; her türlü bağımlılık ve egemenlik biçimini kalıcı kılmaya çalışan sağlam zincirler. Seçimleri darbe gibi kullanmaya; ama asla seçimlerle gitmemeye ve yaygın bir dışlama-kutuplaştırma-baskı siyasetiyle kendi iktidar temellerini ayakta tutmaya çalıştılar.
Emekçiler, kadınlar, doğayı savunanlar, LGBTİ+’lar, azınlıklar, artık sadece kullanılıp atılan “artık insan” yığını olmanın ötesinde, öldürüldüğü zaman kimsenin hesap sormadığı, ölümü normalleştirilen “çıplak hayatlara” dönüştürüldüler. Bütün bunları post-truth adı verilen bir yalan-dolan yayma mekanizmasıyla yönetmeye çalıştılar.
Pandemi öncesindeki “kıyamet günü makinesi” işte böyle oluştu!
Buna yakından bakalım; pandemi öncesi üst üste binen kaç kriz vardı: aslında tamamını üç temel kriz alanına bölebiliriz: Emeğin, kadınların ve doğanın krizi.
Emeğin krizini de başlıklandırmak mümkün. Örneğin ekonomik kriz: Neo-liberalizm 1970 kapitalist dünya kriziyle başladı; aslında durgunluk asla son bulmamıştı ama finanslaşma ve piyasalaştırma sayesinde yeni karlı yöntemler ve alanlar yaratılmıştı. Kriz, 2008’de büyük bir küresel finans krizine dönüştü; hala kendini toparlayamadan şimdi pandeminin yarattığı yeni kriz dalgasıyla birleşiyor. Bu kriz ortamında nüfusun yüzde 1’i, toplam gelirin yüzde 44’üne sahip (2019). 2019 ILO verilerine göre, dünya çapındaki işsiz sayısı 188 milyon ama yarı-işsizlik rakamlarını da eklediğimizde buna 165 milyon daha eklemiş oluyoruz. 630 milyonun üzerinde işçi, aşırı veya orta yoksulluk koşullarında yaşıyor. Aslında işsizlik rakamlarının kadınlar-gençler arasında çok daha yüksek olduğunu biliyoruz.
Ekonomik kriz aslında gördüğümüz gibi çok net bir toplumsal/sınıfsal kriz, emeğin var olma ve toplumsal bir varlık olarak kendisini devam ettirebilme krizi. Alt başlıkları olarak sadece birkaç başlık sıralayacak olsak:
Tarım krizi: Mülksüzleşme, topraktan atılma, göç, göçmenleşme, mültecileşme, göçmen/mülteci emeği, gıda krizi ki burası artık zaten doğa krizi ile de ilişkili.
Sağlık krizi/ özelleşmiş- piyasalaştırılmış-metalaştırılmış yani alınıp satılan bir mal haline getirilmiş sağlık sistemlerinin krizi. Ama sağlık krizi aynı zamanda doğa yağmasının ekolojik maliyetlerinin dışsallaştırılmasına dayalı bir sağlık krizi-astım, obezite, şeker, kanser gibi hastalıkların yaygınlaşması ve doğa talanı finansal yatırımların konusu haline geldikçe bu durum iklim kriziyle birlikte ağırlaşıyor. Pandemi de aslında bu durumun en son örneği oldu.
Çocukların krizi/ milyonlarca çocuk işçi, milyonlarca çocuk anne, milyonlarca seks kölesi çocuk, mülteci çocuklar, göçmen işçilerin çocukları, eğitimsiz-sağlıksız çocukların olduğu bir dünya vardı pandemiden önce.
Kentlerin krizi: En kabaca sıralayacak olursak aşırı kalabalık, kentsel hizmetlerin krizi, borçlanma krizi, konut krizi, kentsel sürgün, mülksüzleştirme, yerinden edinme, bu başlığı doğa tartışmasında ele alacağımız için ayrıntısına giremiyorum.
Doğanın krizi: En kısaca özetleyecek olursak yaşadığımız dünya artık ekolojik kriz, iklim krizi, su krizi, gıda krizi, tarım krizi, enerji krizi, doğa talanı, kentsel talan, insanın kendi organik olmayan bedeni olan doğa ile bütünüyle ayrıştırılması, antroposen çağında çürümekte olan bir dünya olarak özetlenebilir!
Erkeklik/kadınlık krizi bunu zaten yıllardır tartışıyoruz ve iki gün sonraki tartışmada aslen bunun ayrıntılarına gireceğiz ama eşitlik yönündeki tüm yavaş ilerlemelerin son kırk yıl içinde tamamen durduğunu biliyoruz. Kadın düşmanlığı neredeyse bir uygarlık krizi biçimi kazanmıştı ve pandemide de bu durum çok çıplak ortaya çıkan bir başka krizle de son derece bağlantılı.
Bakım krizi: Yine burada kısaca özetleyeceğim esasen iki gün sonra tartışacağımız için ama bakım krizinin hem özel (ev içi görünmeyen emek) hem de kamusal boyutları var (hastaneler, yaşlı bakım evleri) ve bu aslında patriyarkal kapitalist sistemin özelleştirilmiş toplumsal yeniden üretim krizinin ta kendisi. Bunun anlamını da uzun uzun tartışacağız.
Bütün bunların ortasında elbette bütün bu çoklu krizleri yöneten aşırı sağcı, dinci (Müslüman, Hıristiyan, Hindu) iktidarların, siyasal krizi; yönetim krizi var. Bu kriz kadın düşmanı, LGBTİ+ düşmanı, çocuk düşmanı, yabancı düşmanı, doğa düşmanı, emek düşmanı, seçimleri darbe gibi kullanan, asla seçimle gitmeyen, faşist-piyasacı yönetimlerin yayılması ve karşılarında halk isyanlarını bulmasıyla sonuçlanıyor.
Siyasal kriz, emperyalizmin/sömürgeciliğin krizi kendi içinde egemenlik mücadeleleriyle birlikte derinleşiyor. Bölgesel savaşlar, savaş bataklıkları, IŞID canavarı, derinleşen yoksulluk, görülmemiş çaptaki göçmen-mülteci krizi, yabancı düşmanlığı birer yönetim biçimi halini alırken, siyasal kriz, devlet krizine, askeri krize, emperyalist müdahalelerle derinleşen tarihsel düşmanlıkların yarattığı krizlere, darbelere ve darbe gibi seçimlere, yolsuzluklara, çürümeye, halkların krizlerine yol açıyor.
Bütün bunlar aslında kısaca neo-liberalizmin meşruiyet krizi. Ama insanlar ve halklar açısından bir gelecek krizi; kısacası bir insanlık krizi. Şiddet insanın kendini gerçekleştirmesini engelleyen bütün koşullar ve iktidar bu şiddet tekelini elinde bulundurarak bizleri yöneten rejimlerse, insanlık toptan bir şiddet rejimiyle, neo-liberal faşizmle karşı karşıya ve pandemi koşullarında bu daha da ağırlaşıyor.
Normal denen şey, pandemiden hemen önce işte bu çoklu krizler içinde biçimlenen iktidar ile bizim, yani başta kadınlar olmak üzere tüm halkın yaşadığı çatışmalar tarafından biçimleniyor ve isyancı kadın hareketlerini ve isyancı halk hareketlerini yaratıyordu. Neo-liberal patriyarkal kapitalizmin yarattığı tüm buzdağı, kendisini isyanlarla su yüzeyine çıkartıyor ve buzdağının her parçasını bir başka hayat istemiyle alt üst ediyordu.
Bir arkadaşımızın da söylediği gibi, bu pandemi 90’lı yıllarda yaşansaydı belki umutsuz olabilirdik.
Ama şimdi biliyoruz: İsyan pandemiye sığmaz!
İsyana güveniyoruz, kaç kere geri çekilmiş gibi yapsa da geri çekilmeyeceğini ve bulduğu ilk yarıktan ortaya çıkacağını biliyoruz!
Yeni normali tartışmaya işte bu sağlam bilgiyle başlıyoruz. Ve kendimize tekrar tekrar hatırlatıyoruz: “Sen bakma havanın durgunluğuna/ Derya dediğin uyur uyur uyanır!”
Tüm sunuşlar: Pandemide Kadın Kadına Tartışma
Pandemide kadın kadına tartışma: Normaliniz Batsın + (sunuşlar)
Notlar:
- Nezihe Meriç, https://www.youtube.com/watch?time_continue=844&v=xMh8eo4cibI&feature=emb_title
- Pandemi günlerinde kadınlardan acil çağrı: https://kadinsavunmasi.org/pandemi-gunlerinde-kadinlardan-acil-cagri-umutsuzluga-kapilmiyoruz-kalabaligimizi-hatirliyoruz/
- Normaliniz Batsın başlığı altındaki tartışma, 26 Mayıs Salı günü 90’un üzerindeki kadının katılımıyla düzenlenen bir zoom toplantısında yapıldı. Neo-liberal patriyarkal kapitalizmin pandemi öncesindeki genel krizinin özellikleri; bu krizin siyasal, toplumsal, cinsel, sınıfsal nitelikleri, kadın düşmanlığını üretme koşulları; dünyada ve Türkiye’de pandemi öncesi krize karşı gelişen 4. Dalga feminizm ve halk isyanlarını konuştuğumuz tartışmanın diğer üç sunumunu ve sunuşlar sonrasında yapılan grup tartışmalarından çıkan ana vurguları da paylaşmaya devam edeceğiz.
Yorumlar