Ödül – Özge Çıngay Kabadayı

Artık onu kurtaracak şeyin, yarasını yaratıcılığa dönüştürmek olduğunu biliyordu ve uyurken başkalarının ona söylediklerine değil kendi kelimelerine tutunuyordu

Ödül – Özge Çıngay Kabadayı

Son cümlesini sabırsızlıkla tamamladı. Aceleye mi getirmişti biraz? Yoo, tam da olması gerektiği gibi bir son cümleydi. Yazım yanlışlarını kontrol etmek için bir kere gözden geçirdi öyküsünü. Bir iki düzeltme yaptı. Üniversite sınavına giren bir öğrencinin isim kodlamasını yüz kere kontrol ettiği gibi tekrar tekrar okudu sonra. Mail adresini açtığında kalbi eskilerden aşina olduğu bir ritimle atmaya başlamıştı. Şarkıdaki gibi, şimdi “sönmüş bir güneş” olan birini beklediği bir günkü gibi. Uzun uzun hazırlandığı, siyah kadife elbisesini giydiği, sofradaki eksikleri kontrol ettiği bir gün. Tam rakıyı dolaptan çıkarırken  gelen “Daire no dört müydü?” mesajı. İşte o andaki ritimle çarpıyordu kalbi.

Alıcı kısmına “Beyaz Gemi” edebiyat dergisinin adresini girerken elleri titriyordu. Ah işte! Elleri, olur olmaz yerlerde heyecanını ele veren küçük ispiyonculardı. Ne kadar yalvarsanız da matematik ödevini andımız okunduktan sonra sınıfın çalışkanı Gökhan’dan alıp defterinize geçirdiğinizi öğretmene gammazlayan hain ilkokul arkadaşlarından farkları  yoktu. Konu: “Umut” konulu öykü yarışması. Artık bir an önce sonlandırmak istiyordu bu heyecanı. Ekle butonuna bastı. Hızla masaüstüne dönüp “Yara” başlığını şak diye seçip ekledi. Çocukların ebelemece oynarken yaptığı gibi hızla göndere basıp kaçtı. Yani çıktı mail adresinden. Başını masaya koydu. Spor yaptıktan sonra kalp atışlarının yavaşlamasını  beklediği gibi bekledi bir süre.

Bu nur topu gibi umudu iki hafta önce edinmişti. İnternette gezerken gördüğü öykü yarışması ilanıyla. İlk üçe giren öykü derginin yayınevi tarafından başka yarışmaların ödül alan öyküleriyle birlikte bir kitapta toplanacaktı. Yazdığı öyküyü bir kitapta basılı görme hayali önce müthiş bir heyecan duymasına neden olmuştu. Sonra bu heyecan ve onun getirdiği mutluluk yayılmacı politikalar izleyen devletler gibi beynini ele geçirmeye başlamıştı. Artık bu konuyu düşünmeye özel bir zaman ayırmıyordu. Öykü ödülü hayali günün her saatinde, ne yapıyor olursa olsun ona eşlik ediyordu. Banka kuyruğunda beklerken, yürüyüş yaparken, dolabındaki yazlıkları kaldırırken orada duruyor ve vücuduna kimi zaman hafif kimi zaman şiddetli dozlarda mutluluk zerk ediyordu.

Öyküyü gönderdiğinin ertesi günü dergiden bir mail aldı.  “Öykünüz değerlendirmeye alınmıştır. Katılımınız için teşekkür ederiz.” yazıyordu. O gece tutunacağı kelimeler bulunmuştu işte. Uyumadan önce kelimelere tutunmaya bayılırdı. Aksiyon filmlerinde tam uçurumdan düşecekken bir çıkıntıya tutunan oyuncular gibi onu mutlu eden kelimelere tutunur, boşlukta sallanır, sallanır, sonra uyuyakalırdı. Yıllar önce üniversitedeyken uzun bir süre yarenlik ettiği bir cümle vardı mesela. Tutup en yakın arkadaşlarından birine aşık olmuştu. Kendisinin başka bir sınavı olmasına rağmen onu saatlerce iki yıldır geçemediği bir dersin sınavına çalıştırdığı gece, buz gibi öğrenci evine gelip elektrik sobasını açınca bir uzun bir kısa dıtla iki kere öten telefonunu eline alınca ekranda şu cümleyi görmüştü: Sen benim en kıymetli dostumsun. ‘Dostumsun’u sallayıvermişti uçurumdan aşağı. “Sen, benim, en, kıymetli” kelimelerine tutunup ne sallanmıştı ama! Şimdi de “değerlendirmeye, alınmıştır” kelimeleri hizmetindeydi işte.

Sonucun açıklanmasına on gün vardı. Her gün uyanır uyanmaz telefonuna bakıyor, Beyaz Gemi dergisinden gelecek bir haber bekliyordu. Olur ya belki sonuç erken  açıklanıverirdi. Öyle bir beklemekti ki şiirdeki meçhule giden geminin kalktığı limandakiler bile böyle beklememişlerdi o  gemiyi. Gün içinde sık sık öyküsünü açıyor, kendisinin dört jüri üyesinden birini canlandırdığı mini bir sessiz skeç oynuyordu kendi kendine. Öyküyü onun gözüyle okuyor, beğendiği kimi yerde alt dudağını kıvırarak başını yavaş yavaş sallıyordu bravo anlamında. Şu cümlesi çok hoşuna gitmişti mesela rolüne girdiği jüri üyesinin: “Metin’in gözleri zamana ayak uyduramamış gibiydi. Sanki vücudunun her yeri gelişip olgunlaşırken ela gözleri büyümeyi unutuvermişti.”

Yedinci günün sonunda biraz öfkelenmeye başlamıştı. En azından mutluluk verici küçük bir duyuru paylaşabilirdi dergi. “Yarışmanın sonucu üç gün sonra açıklanacak olup birincilik ödülünü Yara adlı öyküye vermeyi düşünmekteyiz.” Ödülü alacağı anı düşününce yatışır gibi oldu öfkesi. Ödülün şekli nasıldı acaba? Minik beyaz bir gemi heykelciği olabilirdi mesela. Minik beyaz gemiyi elinde tutmuş gülümserken “Yazmak benim içi bir çocukluk tutkusu.” diyordu teşekkür konuşmasında.

Sekizinci gün “Yoksa ilan edilen tarihte açıklanmayacak mı?” diye bir endişeye kapıldı ve dayanamayıp o geceyi pişmanlık içinde geçirmesine neden olacak bir şey yaptı. Dergiye bir mail attı. “Merhaba, Umut konulu öykü yarışmanızın açıklanma tarihinde bir değişiklik olup olmadığını merak ettim. Sonuç belirlenen tarihte açıklanacak öyle değil mi?” diye sordu. Mailine gelen cevap şöyleydi: “Hayır, deli kadın, değişiklik falan yok.” Üstü kapalı olarak böyle yazıyordu yani. Üstü açık olarak ise, kibarca, “Yarışmamızın sonucu daha önce belirlenen tarihte açıklanacaktır. Herhangi bir değişiklik yoktur.” yazmışlardı. Pişmanlık, galiba bir zaman yolculuğuyla geçmişe gidip hiçbir şeyden haberi olmayan masum kendimizin kulağının dibinde ‘’Sakın yapma!” diye bağırma isteğiydi. Bütün gece bu maili atmakla ne büyük bir saçmalık yaptığını düşünmekten ateşi çıkmıştı. Gözünde şöyle sahneler canlanıyordu. Dört jüri üyesinden orta yaşlı, kısa saçlı olan, genç ve sert bakışları olanı arıyor “Ha, hayatım,” diyordu, “Ödülü vermeyi düşündüğümüz öykü vardı ya, Yara; onun yazarı biraz… Ya, dergiye mail atmış “Hadi sonucu açıklayın,” diye. Bi’ daha mı düşünsek birincilik ödülü için?” bunları düşündükçe avuç içleri bile alev alev yanıyordu. Neyse ki zihnimiz yaptığımız hatalar ile ilgili teselli vermek konusunda en iyi dostlarımızdan bile iyiydi. Sabaha doğru zihni, jürinin bu mailden haberi olmayacağına onu ikna edince uyuyabildi.

Doğru dürüst bir şey yiyemeden geçirdiği dokuzuncu günden sonra o hiç gelmeyecekmiş gibi görünen gün geldi. Sonucun sanki sabahın yedisinde açıklanma ihtimali varmış gibi derginin internet sitesine baktı sabah gözlerini açar açmaz. Site, yıllar sonra gittiğinizde aynı bulduğunuz küçük mahalleler gibi dünkü görünümünde duruyordu öyle. Evin içinde elinde telefonla cezaevi bahçesinde voltaya çıkmış gibi dolaşmaya başladı. Salonda baktığı sayfaya, koridordan geçip yatak odasına vardığında tekrar bakıyordu. İkiyi yirmi geçeye kadar sürdü bu ev içi yürüyüşü. Ekranda “Öykü yarışmamız sonuçlandı.” yazısını gördüğünde beş kilometrelik bir yürüyüşü tamamlamıştı büyük ihtimalle. Bir yere oturmayı bile zaman kaybı sayarak tıkladı başlığa. Havada uçuşan bir kelime karmaşasıydı görebildiği. Korku filmlerinde insanların üzerine üzerine uçan kötü kalpli yaratıklar gibi kelimelerdi bunlar. Aralarından “Birincilik ödülü, Takvim Yaprakları öyküsüyle…”, “İkincilik, Gülşen Yüksek,”, “Üçüncülük, Rüya adlı….” kelimelerini seçebildi. Öyküsünün adı Takvim Yaprakları ya da Rüya değildi. Kendi adı Gülşen olmasındı? Başa dönüp sakin ve sıralı biçimde okumaya çalıştı cümleleri. Kendi adı adeta uzay boşluğunda kaybolmuş kadar yoktu listede.

Aklına gelen ilk şey şimdi nasıl devam edeceğiydi. Bu hayal olmadan nasıl uyunur, nasıl uyanılır, kirli tabaklar nasıl sudan geçirilir, markette nasıl biber seçilir bilmiyordu. Bu hayal olmadan nasıl yaşanacağını unutmuştu. ‘Dünyası kararmak’ sözü tam da bu an icat edilmiş olmalıydı. Bir mahallenin bile elektriğini keserken önceden haber verirdi belediye. Onun dünyasınınkini uyarı falan yapmadan aniden kesmişler, öylece bırakmışlardı onu karanlıkta.

Günlerce çeşitli şekillerde acı çekti. Evin içinde pijamalarıyla dolaşarak, yatakta uzanıp ayaklarını duvara dayayarak, balkonda oturup karşı binalara boş boş bakarak… Ona eşlik edecek havalı bir manzarası olmadığından, binalara bakarak acı çekmek zorundaydı.

Hayalleri yıkılan herkes gibi en çok acıyı kendisinin çekmekte olduğunu düşündü. Belki aşk acısı çekenler anlayabilirdi onu. Semptomlar benziyordu çünkü. Sirklerde ateş yutan adamlar gibi ağzından içeri alev alev yanan bir çubuk uzatmıştı da acemi bir ateşbaz olduğundan içini bütünüyle yakıvermişti sanki. Sabah uyandığında gözlerini tekrar sımsıkı yumuyor, ödevini yapmadığı için okula gitmek istemeyen çocuklar gibi hazır olmadığı bir yaşama karışmayı mümkün olduğunca ertelemeye çalışıyordu.

Jüri üyelerinden birine mesaj atıp öyküsünde beğenilmeyenin ne olduğunu sorma fikriyle savaşmak ve oyalanmak için eline bir kitap aldı günler sonra. Çok zaman önce ilgisini çekince almıştı bu kitabı. Bir türlü fırsatı olmamıştı okumaya. Salondan mutfağa yürümeye mecali yokken adında kurtlarla koşmak geçen bir kitabı eline almak gülümsetti onu. Sayfalarda gezinirken birden ağzından içeri akan alevlerin, yakıcılığını ilk kez azalttıklarını fark etti. “Bir bahçenin bahara hazır olabilmesi için sonbaharda tersyüz edilmesi gerekir.” satırları, üzerine yumuşacık bir battaniye örtüp yanağından öpen bir anne şefkatiyle uyuttu onu o gece.

Sonraki günlerde sabahları uyanır uyanmaz camına minik taşlar atarak onu heyecan dolu bir güne çağıran çılgın bir çocukluk arkadaşına dönüştü kitabı. Onunla birlikte olduğu her gün içindeki yıkıcı, zehirleyici, yaralayıcı bütün sesler eriyip sönen kilise mumları gibi yok oluyordu. Artık onu kurtaracak şeyin, yarasını yaratıcılığa dönüştürmek olduğunu biliyordu ve uyurken başkalarının ona söylediklerine değil kendi kelimelerine tutunuyordu.

Kitabın kapağını kapatınca bilgisayarının başına oturdu. Klavyesi tıkırdamaya başladı. Yeni öyküsünün başlığı hazırdı: Ödül.

 

*Gönderme yapılan kitap Kurtlarla Koşan Kadınlar/Clarrisa P. Estes

Yorumlar