Kendi sesini, kendi yazılarını duyurma fırsatını hiç bulamamış kadınları düşündünüz mü peki? Kimler vardır, kim bilir. Ne susturulmalar, sindirilmeler, tacizler yaşandı bu dünya üzerinde. Yazmak isterken, sesimiz çıksın isterken ne kelimelerle, ne bakışlarla yandı canımız.
Twitter üzerinden bir kadının ifşası üzerine yazar Hasan Ali Toptaş’ın taciz ettiği diğer kadınlar da başlarına gelenleri cesaretlenerek yazdılar. Açıkçası bu ifşa sonrası ben de yaşadıklarımı, kadınların yaşadıklarını yazmak istedim. Haydi gelin, beraber düşünelim. Kadınlar olarak yazarlar dünyasında ne kadar zorlandığımızı konuşalım. Geçmiş ve bugün üzerinden bir akış içinde, beraberce düşünelim. Büyük bir heyecanla yazıp bitirdiğiniz romanınıza bakıyor ve birilerine söyleme heyecanıyla yanıp tutuşuyorsunuz. Birilerine okutma ihtiyacı duyarken yahut sosyal medya yöneticilerinden reklama dair bilgiler alırken farklı tavırlarla karşılaşıyorsunuz. Nasıl ifade edeceğinizi bilemiyorsunuz önce bu tavırları. Bana mı öyle geliyor? sorusu zihninizde çınlayıp duruyor. Öğretilmiş bir çaresizlik duygusu var. ”Samimi konuşup ümit mi verdim acaba?” diye kendinize soruyorsunuz. Bir konuşmanın arasına sıkıştırarak ‘Nişanlıyım’ diye yalan atıveriyorsunuz. Erkekler size çoğu zaman sulu iltifat adı altında tacizde bulunmaya devam etmesin diye yalan söylemek zorunda kalıyorsunuz. Yalanınız başarıya ulaşıyor ve karşı taraf duvar oluveriyor. Oh! diyorsunuz içinizden ve rahat ediyorsunuz. Fakat bu yalan her zaman başarı sağlamıyor. Öyle erkekler var ki korkunç dediğinizi duyar gibiyim. Maalesef haklısınız.
Virgina Woolf ne söylemişti: ‘‘19. Yüzyıldaki kadınlar, anonim ya da erkek takma adı -ki genelde kocalarının adları olurdu bu- kullanarak yazdıklarını yayınlatırlardı.’’
Bunu neden yapıyorlardı? Yapmak zorundaydılar. Erkekler sosyal dünyanın içinde her bir katmanda boy gösterirken, kadınların evlerde olması makul görülürdü çünkü. Sırça fanuslarında kalmaları gerekirdi; yemek, temizlik, evlilik, çocuk… İşte bu kadardı hayat. Kadınların sadece yapması gereken şeylerin bunlar olduğu düşünülürdü. Şimdi çok şey mi değişti? Kimi noktalarda bu sömürünün sadece şekil değiştirdiğini görüyoruz. Değişen bir şey var ama o da kadınların artık örgütlü oldukları ve birbirlerini yalnız bırakmadıkları. Hasan Ali Toptaş’ın ifşa edilmesinde bunu görüyoruz. Kadınlar birbirlerine sahip çıkıyor. Edebiyat dahil sanat dünyasında da hayatın pek çok alanında olduğu gibi cinsiyet belası kadınların peşini bırakmıyor. Erkeklik kadınların başında bir bela. Kocası, hocası, yayımcısı, reklamcısı derken kadınlar sadece yaratmıyor resmen savaşıyor. Aklıma Fransız yazar Sidoine Gabrielle Colette’in hayatını anlatan, beni epey etkileyen “Colette” filmi geliyor. 1900’lü yılların başında yazar tıkanması yaşadığını söyleyerek kocası, Colette’yi bir odaya kilitleyerek yazmaya zorluyor. Bariz bir şekilde kendi beceriksizliğini kapatmak için karısının yeteneğinden faydalanıyor. Üstelik Colette’ye psikolojik şiddet uygulamakla kalmıyor, karısının zamanını, kalemini ve yaratıcılığını da sömürüyor. Colette’nin bir okyanus gibi olan kalemi kocasının ününü arttırıyor ve o, karısının satırlarından paralar kazanıyor. Colette’ye dönerek: ”Evi istediğin gibi dekore edebilirsin hayatım. Siz kadınlar böyle şeyleri seversiniz” diyor. Ne büyük lütuf ama…
Yaratmanın coşkusu büyüktür, insanın ruhuna sığmaz, taşası gelir. Sürekli arkada kalmaktan, isimsiz kalmaktan bunalır insan. Ruhta açılan yara yavaş yavaş kendini hissettirmeye başlar. Tıpkı korkunç, acısı zamanla derinleşen, yoğunlaşan, sonunda bütün varlığı dolduran darbeler gibi. Tüm bunlar bitti deriz, kazandık deriz. Ancak kadınlar olarak açılan bu yaralarımızı iyileştirmeye çalışırken bile erkekliğin üzerimizdeki yan etkileriyle uğraşır dururuz. Sesimizi çıkarmak isteriz, yoksa iyileşemeyiz.
İyileşmek için sesini çıkarmaya çalışan bir kadın: Slyvia Plath… kocası Ted Hughes, Plath’ın edebiyat yeteneğine duyduğu kıskançlıkla bilinir. Plath’a katlanarak artan bir psikolojik şiddet uygulamıştır. Öyle yakıcı öyle kavurucu bir kıskançlıktır ki bu kıskançlık; yavaş yavaş Slyvia’nın ruhunu parçalamıştır ve onu intihara götüren nedenlerden biri olmuştur.
Kendi sesini, kendi yazılarını duyurma fırsatını hiç bulamamış kadınları düşündünüz mü peki? Kimler vardır, kim bilir. Ne susturulmalar, sindirilmeler, tacizler yaşandı bu dünya üzerinde. Yazmak isterken, sesimiz çıksın isterken ne kelimelerle, ne bakışlarla yandı canımız. Canımızı yaktılar. Hep korktular kadınlardan, hep. Erkek her istediği mesleği seçebilir fakat kadın seçemez. Bu sadece ahlaki bir tabu değildir. Kadınlar olarak özgürleşme sürecimizi tamamlamaya çalışırken ekonomik özgürlük çok önemlidir. Sanatla uğraşmak ise bir parça “serserilik” ister. Oysa kadınlar olarak “serserilik” yapacak konforumuz olmaz. Kendimize ait bir oda bulamayız. İstisnaları ayrı tutalım lütfen, yazar olmak isteyen, sahiden de yetenekli kaç kadın yazarlık hayatına başlayamadan sönüp gitmiştir bu coğrafyada, kim bilir…
Günümüze dönelim biraz da. Başka coğrafyalara açılalım. Harry Potter’ın yazarının adını neden J.K Rowling olarak biliyoruz? Niçin isimler kısaltılmış, soyad belirgin? Çünkü yayımcısı, “Genç erkekler, bir kadın yazarın kitabını okumak istemeyebilir. Gel, sadece isimlerinin baş harfini kullanalım, böylelikle genç erkekleri kaybetmeyelim” demiştir. Rowling, bir başka çalışması ‘Guguk Kuşu’ nu yayınlatmadan önce editörüne okuttuğunda, editörü: “Bunu bir kadının yazdığına asla inanmazdım” tepkisini vermiştir. “Bu nedir? Ne anlatmak istiyorsun sen editör bozuntusu?!” diyesiniz geldi değil mi? Acı bir şey daha söylüyorum, çünkü ‘Guguk Kuşu’ fevkalade iyi kurgulanmış bir dedektif romanıdır ve genellikle kadın yazarlardan romantizm, aşk temalı romanlar beklenmektedir. Öyle ya kadınlar duygusaldır ve sadece bu konularda yazabilirler. Bu yüzyılda böylesi düşüncelerin olduğunu duymak insanı öfkelendiriyor.
Bununla birlikte, birçok çok satanlar listesine hâlâ erkekler hakimdir. Bazı kadınlar, erkek takma adı kullanarak yayıncılardan daha fazla yanıt aldıklarını bildirmişlerdir. Evet, bu yüzyılda sosyal bir deney için (Türkiye’ de değil) roman dosyalarını takma bir ad ve isimlerinden gayrı bir e-posta hesabıyla bazı yayınevlerine yollamış kadınlar ve maalesef bu sonuçlara ulaşmışlardır.
Kadınlar olarak geçmişi ve şimdiyi düşündüğümüzde ilk idrak ettiğimiz farklılıklarımız değil, benzerliklerimiz. Hayata tutunma çabamız aynı. Feminist öğretinin gücü sayesinde sesimizi çıkaracağız. Tacize, yanlışa, bastırılmaya, sindirilmeye tüm bu korkunçluklara sesimizi çıkaracağız.
Rebecca West ne demişti: “Ben hiçbir zaman feministin ne olduğunu anlayamadım. Ancak şunu biliyorum ki beni kapı paspasından ayıran duygularımı açıkladığımda insanlar bana feminist dediler.”
Duygularımızı ve düşüncelerimizi yazmaktan korkmayacağız. Yazdıklarımızdan kişilik tahlili yapmaya çalışanlar dahi oluyor. Edebiyatımızdan, kurgumuzdan anlamayan o kadar erkek var ki bu dünyada. Ama gel gör ki yazdığın bir karakterin seks ile ilgili bölümünü yaz, kendini bilmez hadsiz bir erkek yapıştırıyor mesajı: ”O bölümü yaşamış gibi oldum, sen de yaşamadan yazmış olamazsın değil mi?” Edebiyatı, kurguyu indirdiği noktaya bakınız şu zihnin. Acıyorum, acıyorum, acıyorum.
Geçenlerde okuduğum bir yazıda şu cümle geçiyordu, ‘’Geçmişte konuşulamayan suçların konuşulur hale gelmesi kadın dayanışmasının başarılarından biri. Çünkü feminizm, tacize uğradıklarında yahut başka bir şey yaşadıklarında kadınlara kendilerini suçlamamayı öğretti.‘’ Çok etkilendim.
Dünyada var olma mücadelesi sürmek zorunda. Türkiye dahil tüm dünyada kadınlar pek çok ortamda sindirilmeye, susturulmaya çalışıldı. Mesleği yazarlık olan kadınlar intihar etti, kendi adını ve imzasını kendi kitabında göremeyen kadınlar oldu. Günümüzde de sindirilmek, susturulmak istendiğimiz zamanlar oluyor. Fakat unutmamalıyız ki bizim, tüm kadınların benzerliklerimiz var. Gücümüze inanalım. Yazalım, çizelim ve bu erkek egemen kültürü beraberce değiştirelim.
Yorumlar