Biyoloji kadının kaderi mi?- Evelyn Reed

Kadınlara karşı hayatın her alanında ayrımcılık yapan kapitalist toplumsal sistemi, sınıflı toplumun bu nihai evresini tarif etmek için oldukça haklı biçimde “cinsiyetçi” terimini yarattılar.

Biyoloji kadının kaderi mi?- Evelyn Reed

“Doğada dişiler erkeklere kıyasla hiçbir yeteneksizlikten mustarip değillerdir… Kadınların biyolojik oluşumunun … onları kölece bir statüde tutmanın… ideolojik gerekçesi haline gelmesi patriyarkal sınıflı toplumun ortaya çıkışıyla oldu.”

Kadın kurtuluşu hareketi içindeki birçok kadın, özellikle de Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni isimli kitabını incelemiş olanlar, kadınların değersizleşmesinin ve ezilmesinin sınıflı toplumla ilişkili olduğunu anladılar. Kadınlara karşı hayatın her alanında ayrımcılık yapan kapitalist toplumsal sistemi, sınıflı toplumun bu nihai evresini tarif etmek için oldukça haklı biçimde “cinsiyetçi” terimini yarattılar.

Ancak, kadınların hala emin olmadıkları şey, biyolojilerinin kendilerini aşağı ya da “ikinci cins” haline getirmek ve bu biçimde tutmakta bir rol oynayıp oynamadığıdır. Söz konusu belirsizlik, sadece tarihin statükoyu ellerinde tutanlar tarafından yazılmakla kalmayıp, aynı zamanda, tüm bilimlerin de onların ellerinde bulunduğu erkek-egemen bir toplumda oldukça anlaşılabilir bir şeydir. Bu bilimlerin ikisi, yani biyoloji ve antropoloji, kadınları ve onların tarihlerini anlamakta birincil öneme sahiptir. Her ikisi de erkek cinsi lehine ağır bir yanlılık sergilemekte ve kadınlarla ilgili gerçek olguları açığa çıkartmaktan ziyade gizlemektedir.

Belki de kadınların aşağı olması hakkındaki en habis sahte bilimsel propaganda, biyoloji adına sunulmuş olandır. Bu alandaki mit kuruculara göre, dişiler annelik organları ve fonksiyonları tarafından biyolojik anlamda engellenmektedir. Bu engelin hayvanlar dünyasına kadar uzantıları olduğu ve onları umarsız kıldığı ve kendileri ile yavrularını hayatta tutmak için üstün erkek cinse bağımlı hale getirdiği söylenmektedir. Doğa, dişileri sonsuza dek sürecek bir aşağı konuma lanetleyen sorumlu olarak görülmektedir.

Dişilerin biyolojik olarak erkeklerden farklı oldukları açıktır, öyle ki sadece dişi cins annelik organları ve fonksiyonlarına sahiptir. Ama doğanın kadınların ezilmişliğinden sorumlu olduğu doğru değildir; söz konusu değersizleşme bütünüyle, sınıflara bölünmüş patriyarkal toplumun erkek yapısı kurumlarının ve yasalarının ürünüdür. Bu durum ilkel sınıfsız toplumda mevcut değildi; hayvanlar dünyasında da mevcut değildir.

Doğal ve toplumsal tarih üzerinde yapılan bu tahrifatın neden propaganda edildiğini görmek ise zor değildir. Cinsiyetçi toplumu temize çıkarmakta ve kadınların ezilmişliğini biyolojik yapıları temelinde meşrulaştırmaktadır. Neyin ima edildiği açıktır: yaşadıkları sorunlar genetik yapılarından kaynaklanıyorsa kadınlar neden ezilmişliklerine karşı savaşsınlar ve kurtuluşlarını arasınlar ki? Kadınlar kendi biyolojilerini değiştiremiyorlarsa toplumu değiştirmeye çalışmanın yararı nedir? Bu tema zihinlerimize beşikten mezara mümkün olan her türlü araçla kazınır. Bilim insanı pozu takınan erkek üstünlüğü yanlılarına inanacak olursak, biyoloji kadının kaderidir ve onu kabul edip itaat etmesi en doğrusudur.

Gerçekte, biyolojinin kadının kaderi olduğunu söylemek, biyolojinin erkeğin kaderi olduğunu söylemekten daha az yanlış değildir. Bu, insanları hayvan düzeyine indirgemektedir. Çünkü eğer kadınlar sadece birer çocuk yapıcısından ibaretseler, bu durumda erkekler de sadece birer damızlıktan ibaretler demektir. Böyle bir indirgeme insanlarla hayvanlar arasındaki kesin farkları bir kenara bırakmaktadır. İnsanlar öncelikle uzun zamandır kendilerini hayvani köklerinden ve yaşam koşullarından ayırmış olan toplumsal varlıklardır. Cinsiyetler arasındaki farklılıkları anlamak için, öncelikle insanlığı, bir bütün olarak yeni ve benzersiz bir cins haline getiren, insanlarla hayvanlar arasındaki farklılıkları incelemeliyiz.

Benzersiz bir tür olarak insanlar

Darwin’in insanlığın yüksek maymunların bir kolundan geldiğini gösterdiğinden bu yana, insanlarla hayvanlar arasındaki benzerlikleri gösteren sayısız inceleme yapıldı. Ancak daha da önemlisi; insanlarla hayvanlar arasında, bizleri bütün hayvansal yaşam biçimlerinin üstünde ve ötesindeki benzersiz bir tür haline getiren muazzam farkları gösteren pek az çalışma bulunmaktadır.

Bu benzersizliğin başlıca kaynağı, Marksistler tarafından gösterilmiştir. Bu, insanların emek faaliyetleriyle uğraşma ve hayatın gereklerini üretme kapasitesidir. Hiçbir hayvan türü bunu yapmaz. İnsani kökenlerle ilgili bu “emek teorisi” ilk kez “Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Oynadığı Rol’ makalesinde Engels tarafından ortaya konulmuştur.

Bugün, arkeoloji ve antropolojinin Swerwood Wabhburn, William Howells, Kenneth Oakley, V. Gordon Childe ve diğerleri gibi önde gelen yetkeleri, alet yapımını insanları hayvanlardan ayırt eden ölçüt olarak kullanmaktadır. Washburn’un özetlediği gibi, “bütün insani evrim eğilimini başlatan ve bugünün uygarlığına yol açan şey en basit aletlerin elde ettiği başarıdır”. (Scientific American, September 1960) Gordon Childe ise “Tarih öncesi arkeoloji insanın nasıl emekle insan olduğunu göstermektedir…” derken Engels’in tezini desteklemektedir. (What Happened in History, s. 27.)

Emek faaliyetlerini küçümseyenler genellikle maymunların da doğal nesneleri benzer biçimde alet olarak kullandıklarını ve bu yüzden emeğin türümüzün insanlaşmasını sağlayan temel faktör olarak ele alınamayacağı itirazında bulunmaktadırlar. Ancak esas nokta, primat ellerini kullanırken ne kadar zeki olursa olsun –ki tutsaklık altında bir dizi şeyi yapmak için eğitilebilmektedir-, primat dahil hiçbir hayvan türünün alet yapımcısı haline gelemeyecek olmasıdır. Primatlar arasında cinsler arasında hiçbir iş bölümü yoktur ve hiçbir insan öncesi tür, hayatta kalmak için sistematik emek faaliyetlerine yaslanmaz. E. Adamson Hoebel, “Koparmak için eller ve yenilebilir durumdaki ganimeti ağza götürmek için kollar yeterlidir. Antropoidal akrabalarımızın tekniği budur” demektedir (Man in the Primitive World, s. 98.).

Aksine, insanlar emek faaliyetlerine öylesine tam olarak bağımlıdırlar ki bu üretken kapasite ortadan kalksa bir tür olarak kısa sürede mahvolurduk. O halde, emek faaliyetleri, benzersiz bir tür olan insanlık için yeni bir hayatta kalma ve gelişme tarzı yaratmıştır. Bizler sadece yeniden üreticiler değil yaşamsal gereklerin üreticileriyiz de.

Üretimin önemi, bu faaliyetin insanlar ve doğa arasındaki ilişkide yarattığı köklü değişiklikte görülebilir. Temelde, hayvanlar doğanın üzerlerinde hiçbir kontrole sahip olmadıkları biyolojik güçleri ve  süreçlerine tabi köleleridir. Öte yandan, insanlar, bu ilişkiyi tersine çevirmiştir. İnsanlar emek faaliyetleri yoluyla doğayı kendi etkileri altına almıştır. Bir başka deyişle, tek bir tür, yani insanlık, sadece dolaysız biyolojik kontrolden özgürleşmekle kalmamış, aynı zamanda önceki egemeni olan doğayı kontrol eder hale gelmiştir. Bu durum hakkında zaman zaman söylendiği gibi, hayvanların tarihi onlar için yapılır ama sadece insan kendi tarihini yapar.

İnsanlar, doğa üzerindeki bu hakimiyetlerine paralel olarak, yeni ihtiyaçlar yaratmaya da başladılar ki bu hayvanlar aleminde olmayan bir başka özeliktir. Hayvanlar yiyecek ve üreme gibi eski doğal ihtiyaçları tatmin etmekle sınırlıyken, insanlar hepsi de (en azından daha sofistike olmaları anlamında) daha yüksek kültürel ihtiyaçlar olan sonsuz bir yeni ihtiyaçlar dizisi geliştirdiler.

Teknik alandan birkaç örnek alırsak: ilk el baltasından saplı balta ihtiyacı doğdu. Kaba kazma çubuğundan saban ihtiyacı ve icadı doğdu. Basit çıkrık ve dokuma tezgahı karmaşık tekstil sanayine yol verdi. inşaat ihtiyaçları derme çatma kulübelerden fabrikaların ve gökdelenlerin inşa edilmesine kadar uzandı. Sanayi devriminden sonra trene, otomobile, jet uçağına ve uzay gemisine hızla geçişin önünü açan yeni ihtiyaçlar kağnıyı geride bıraktı.

Bütün kültürel ihtiyaç tipleri, eğitimde, sanatta, bilinde, toplumsal hayattaki yeni faaliyetlerin ve insan ilişkilerinin parçası olarak ortaya çıkar. Yiyecek ve cinselliğe dönük temel biyolojik ihtiyaçlar bile insan hayatı içinde değişip yeniden biçimlenir. İnsanlar hayvanların yaptığı gibi yiyip, içip, çiftleşmezler, bunları kendi değişen kültürel standartlarına göre yaparlar. Marks’ın yazdığı gibi, “Açlık açlıktır, ama pişmiş eti çatal bıçakla yiyerek doyurulan açlık çiğ eti ellerin, tırnakların ve dişlerin yardımıyla yutanın açlığından farklı bir açlıktır”. (Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s. 279).

İnsanlar dış doğalarında, çevrelerinde yaptıkları büyük değişikliklere paralel olarak, kendi iç doğalarında da eşit ölçüde önemli değişimler yarattılar. İnsanların fiziksel görüntüleri bakımından ilk başladıkları noktadaki kürk paltoyu ve diğer maymunsu özellikleri terk ettiklerine sık sık işaret edilmiştir. Daha da önemlisi ise insanileşmiş toplumsal doğayla yer değiştiren eski hayvan reaksiyonlarının terk edilmesidir. Bugün ilk başta sahip olduğumuz bütün hayvan içgüdülerini tamamen kaybetmiş durumdayız- bunların yerini öğrenilmiş davranışlar almıştır.

İnsan türü ile diğer tüm türler arasındaki yaşamsal farkların bu kısa özeti insanların fazladan hileleri olan hayvanlardan “başka bir şey olmadığı” tezini reddetmektedir. Hayvanlarla hala bazı ortak biyolojik özellikleri paylaşmaya devam ederken, kendimizi onların sınırlı varlıklarının çok üstüne yükselttiğimizi söylemek çok daha doğrudur. Bizler kendi üretken faaliyetlerimiz ve toplumsal güçler tarafından ve bunların içinde oluşturulduk, bu yüzden artık biyolojik yapımızın köleleri değiliz.

Michiganlı antropolog Marshall Sahlins’in söylediği gibi, “İnsan toplumunun dolaysız biyolojik kontrolden Kurtuluşu onun büyük evrimci gücünü oluşturdu… İnsani toplumsal hayat biyolojik olarak değil, kültürel olarak belirlenir”. (Scientific American, September 1960, s. 77.) Bu, biyolojinin kadının kaderi olduğu mitini yıkmanın başlangıç noktasıdır. Bu propagandadaki ilk önermeyle başlayarak, benim dişilerin aşağı olması hakkındaki “rahim teorisi” dediğim teoriyi inceleyelim.

Biyoloji, antropoloji gibi, genç bir bilimdir ve yanlış yorumlara, yüzeysel sonuçlara ve derin sosyal ve politik sonuçları olan sorulara yanıt olarak verilen açık yalanlara eşit ölçüde açıktır. Bu durum da dişi cinsi hakkındaki gerçeğin ortaya çıkartılmasını iki kat zorlaştırmaktadır çünkü birçok antropolog kadar birçok biyolog da kapitalist ideolojinin esiridir. Kadının bir rahimle doğmuş olması yüzünden kendisini asla dolaysız biyolojik kontrolden kurtaramayacağını ve sonsuza kadar doğurgan fonksiyonları tarafından köleleştirilmeye devam etmek zorunda olduğunu varsaymaktadırlar.

Dişinin aşağı olması ile ilgili “rahim teorisi”, kendi muadili olan, erkek üstünlüğüne dair “penis teorisinden” daha geçerli değildir. Bazı ilginç, açıklanamaz nedenlerden dolayı, bu cinsel-doğurganlık organlarının cinslerin diğer tüm yeteneklerini belirlediği varsayılmaktadır. Rahminin sahip olduğu fonksiyonlar tarafından aptallaştırılan kadın, beynini, yeteneklerini ve yüksek kültürel yeteneklerini geliştirememiştir. Öte yandan, alçaltıcı rahim yerine güçlü kuvvetli cinsel kası ile erkek, zekasını ve bununla ilgili yeteneklerini geliştirebilmiştir. Her iki önerme de bilim değil kurgudur.

Gerçekte, hayvanlar dünyasında handikaplı olan dişi değil erkektir. Bu durum erkek cinsinin doğa içindeki yıkıcı özelliklerinden kaynaklanır. Çalışmalar göstermektedir ki, erkekler kadınlara erişmek için oldukça rekabetçi davranmakta ve diğer erkeklerle savaşmaktadır. Bu durum genellikle “kıskançlık” olarak adlandırılsa da, terimin bizim anladığımız anlamıyla kıskançlık değildir, aslında, belirli bir dişiye sahip olma arzusudur. Daha ziyade, bireysel tercih ya da şefkat duyguları tarafından değiştirilmemiş olan kaba, hırçın bir içgüdüdür ve erkek hayvanı herhangi ve bütün dişilere erişmeye iter. Bazı türlerde erkekler birbirleriyle sadece üreme alanlarında bir yer elde etmek için savaşırlar; diğerlerinde dişilerin yokluğunda bile savaşabilirler. Sir Solly Zukerman’ın belirttiği gibi, “kızışan hayvanların hırçınlığı fizyolojik koşullarının bir ifadesidir ve mutlaka dişilerin varlığı ile belirlenmez”. .” (The Social Life of Monkeys and Apes, s. 69.)

Erkek cinsinin bu savaşçı özelliğine bağlı olarak, erkek hayvan ayrılıkçı ve  bireyseldir ve karşılıklı olarak işbirliğine giden grupları bir araya toplayamaz. En iyisi, olumlu koşullar altında bazı beslenme ve üreme alanlarında birbirlerinin varlığını hoş görmeyi başarabilirler. Bazı türlerde, büyük etoburlarda olduğu gibi, bunlar, yalnız gezginlerdir. Erkeklerin doğada birbirleriyle bu işbirliği yapma yeteneksizliği grup bağları ele alındığı sürece ciddi bir handikaptır.

Dişilerse tersine, annelik fonksiyonları sayesinde, bu tarzda handikaplara tabi değildir. Anne ve yavrudan oluşan, işbirliğinin mevcut olduğu ve anne-yavru ilişkilerinin gelişme şansının bulunduğu sürüler oluştururlar. Primatlar gibi bazı türlerde ya da hatta dişi aslanın grubunda, bir dizi dişi ve yavurusu daha geniş bir sürü içinde birlikte gezerler.

Üstelik, erkek hayvan hayatta kalma mücadelesinde sadece kendisini düşünmek zorundayken, dişi, annelik fonksiyonları ile kendisini olduğu kadar yavrusunu da hayatta tutmalı ve korumalıdır. Bu grup fonksiyonlarının sürekli gerçekleştirilmesi yoluyla normalde daha zeki, kurnaz, ve yetenekli olan erkek değil, dişidir. Bu durum dişiyi, özellikle de yavruları olan dişiyi, daha tehlikeli cins olarak gören ve buna uygun önlemler alan avcılar tarafından da bilinir. Dişilerdeki bu daha keskin zeka, annelik fonksiyonlarının ve yavru bakımının  en uzun süreli olduğu (primatlar arasında zirve noktasında ulaşan) yüksek memelilerde en yüksek derecesine ulaşır. Erkeklerin üstünlüğü fikrinin cesur bir taraftarı olan Robert Ardney bile kabul etmektedir ki: ”Hayvanlar aleminde yukarı doğru çıkıldıkça dişinin gücü de aynı biçimde yükselir… Erkeksi dağınık zihinlilik uzun zaman önce dişilerin gücünün bir kaynağı haline dönüşmüştür.”(African Genesis, s. 125.)  Robert Briffault ise çok daha kaba saba bir biçimde erkek hayvanları dişilerden daha aptal diye adlandırmaktadır.

Bu yaklaşımlar dişilerin aşağı olması ile ilgili “rahim teorisinin” doğada hiçbir temeli olmadığını göstermektedir. Bu konuda ancak şu denebilir, doğa dişi cinsi kayırmıştır çünkü türlerin devamının ekseni olan cins budur. Annelik fonksiyonlarını sürdürmek dişilere hayatta kalma mücadelesinde avantaj sunarken, antropoitlerin doğal hayatta kalma tarzından insani hayatta kalma tarzına emek faaliyetleri yoluyla geçişini sağlamıştır. Maymundan insana geçişte yolu açan erkek değil dişiydi. Üretken hayata başlayan ve böylelikle de yeni ve benzersiz insan türünü kuran, yetenekleri ve işbirliği kapasitesi zaten gelişmiş olan dişiydi.

Hayvanlar dünyasının maternal (annesel) sürüsünden antik insan dünyasının maternal klan sisteminin ya da “anaerkilliğin” (matriyarki) doğmasının nedeni budur. Kadın, sadece insan türünün doğuşundan bir milyon yıl sonra ortaya çıkan patriyarkal sınıflı toplumda, toplumsal hayatın akışı içinde gelişen daha yüksek insani değerler pahasına annelik fonksiyonlarıyla meşgul olmaya zorlandığı hayvanımsı bir düzeye indirgenmiştir. Özel mülkiyete, aile kurumuna ve erkek üstünlüğüne dayalı bir toplumda, kadının doğal vasfı, rahmi ve annelik fonksiyonları, bugün tabi olduğu sömürü ve ezilmişlik zincirlerine dönüştürülmüştür. Ama bu doğa tarafından değil erkek (insan) tarafından yaratılan bir durumdur.

Kadınların aşağı olmasıyla ilgili “rahim teorisine” başvuranlar genellikle kadınlarla ilgili olarak vardıkları hatalı sonuçları erkek cinsinin ezeli üstünlüğü hakkındaki eşit biçimde hatalı bir başka teoriye dayandırmaya çalışmaktadır. Biyoloji bilimini bilim kurguya indirgeyerek, zamanımızın patriarkal aile imgesini hayvanlar dünyasına yüklemektedirler. Onlar için hayvan “ailesinin” başında da insan ailesi gibi, onu besleyen ve bağımlı karısı ile çocuklarını koruyan bir erkek vardır ve onu üstün kılan da budur.

Bu hayvan kahraman genellikle “hakim erkek” olarak adlandırılır. Kurgu yazarları tarafından resmedildiğinde, patriyarkal toplumdaki koca ve babanın hayvan muadilidir. Hayal gücü daha da geniş olanlar bu erkek hayvanı temelde eşler, odalıklar ve dişi kölelerden oluşan bir haremle çevrili, bunların hayatlarını ve kaderlerini kontrol eden bir derebeyi gibi resmederler. Bu fantezinin arkasındaki gerçek nedir?

“Hakim erkek”, gerçek ve kurgu

“Hakim erkek” diye adlandırılan fenomen doğada mevcut değildir çünkü erkek hayvanlar, önceden de belirtildiği gibi, birbirlerine karşı çok rekabetçi ve savaşkandırlar. Cinsel alanda her biri rakiplerini saf dışı bırakarak ilk yeri kapmaya çalışır. Kazanan hayvan diğer erkekler üzerinde, en azından belirli bir süre için ya da kendisi de daha güçlü bir erkek tarafından yerinden edilene kadar hakim hale gelir.

Ama bu egemenlik savaşı hakkındaki en önemli nokta genellikle görülmemekte ya da çarpıtılmaktadır. Bu, her biri birbiriyle savaşan erkekler arasındaki bir mücadeledir. Hakim hayvanın rakiplerini elemesinden sonra bile, bu durum onu ulaştığı dişi ya da dişiler grubu üzerinde hakim hale getirmez. Dişiler, söz konusu olduğunda, kazanan erkeği damızlıkları olarak kabul ederler ama hepsi budur. Bu kabulleniş bile dişilerin, doğum yapmak ve yavrularına bakmak üzere kendilerini bütün erkeklerin yörüngesinden kopardıkları annelik devresine girmeleriyle son bulur. Erkekler arasındaki mücadelenin sonucu ne olursa olsun, dişiler tamamen kendine yeterli kalırlar ve kendi yavrularını erkeklerin yardımı olmadan beslerler.

Genelilkle kendilerine bilim insanı diyen erkekler tarafından konuyla ilgili olarak yazılan bütün çocuk masallarının tersine, hayvanlar dünyasında baba-ailesi diye birşey yoktur. Bazı kuşlar ve balık türleri arasında erkekler yumurtaların korunmasına katılabilirler. Bu ise onları aile değil, daha ziyade özgün bir üreme biçimi haline getirir. Türlerin büyük çoğunluğunda, dahası insan atasının doğrudan kaynağı olan memelilerde, yavrunun bakımı ile bağlantılı fonksiyonları yürüten sadece annedir. Briffault’un vurguladığı gibi, “Bütün yetişkin hayvanlar, dişi ya da erkek, ekonomik ihtiyaçları ile ilgili olarak kendi kendilerine güvenirler” ve bunun tek istisnası annenin yavrusunu beslemesidir.

Başka bir deyişle, hayvanlar dünyasında erkek cinselliği babalık fonksiyonları yaratmaz; tersine, erkek cinselliğiyle bağlantılı kavgacılık, söz konusu fonksiyonların gelişmesinin önünde engeldir. Sadece insan dünyasında anneliğin erkek muadili olan tam anlamıyla gelişkin, paternalite (babalık) dediğimiz şeyi bulabiliriz.  Bu da, erkelerin kendilerini doğrudan biyolojik kontrolden ya da içgüdülerden özgürleştirip yeni ve insani özellikler geliştirdikleri anda ortaya çıkmıştır. Yeni bir cinsel davranış türünü toplumsal hayat içinde ve aracılığıyla öğrenmişler ve sonra paternal (babasal) fonksiyonlar edinmişlerdir.

Zaman zaman erkeklerin savaşkan cins olmaları nedeniyle, hayvan ailelerinin “koruyucuları” oldukları söylenir ya da ima edilir. Bu da kurgudur. Bazı primat türleri arasında bir erkekler çevresi merkezi bir dişiler ve yavrular çekirdeğini çevreler ve dolaylı bir biçimde tehlikeli durumunda alarm veren bir dış gözcü grubu oluşturur. Ama erkek hayvanlar eşlerini ve yavrularını korumak için savaşmazlar. Kendi hayatlarını korumak için savaşırlar.

Hayvanlar dünyasında her hayvan ya savaşarak ya da kaçarak kendisini korur. Bu kuralın tek istisnası yavrusunu korumak için kavga eden dişi hayvandır. Yani sözüm ona hayvan ailesi, anne tarafından beslenen ve korunan bir dişi sürüsünden ibarettir. Babanın eşini ve çocuklarını beslediği ve yönettiği toplumumuzdaki patriyarkal aileyle en ufak bir benzerliği yoktur.

Erkek cinsinin dişi cinsi üzerindeki doğal üstünlüğü ve hakimiyetini kanıtlaması beklenen bir başka bildik tez, bazı türlerde (hiçbir biçimde hepsinde olmasa da) erkeklerin dişilerden daha büyük olması ya da daha gelişmiş kas gücüne sahip olmasıdır. Erkeklerin savaşkan özelliklerinin bu fazladan kaslılığa katkıda bulunduğuna kuşku yoktur. Yerkes Laboratuarları’ndan Henry W. Nissen, erkek primatlar hakkında şunları söylemektedir: “Daha büyük hayvan yiyeceğin çoğunu, daha güçlü erkek dişilerin çoğunu alır” (Scientific American, September 1960.)

Ama bu fazladan kaslılığın erkeklerin dişiler üzerindeki üstünlüğünü temsil ettiğini varsaymak hatalıdır; bu sadece daha güçlü erkeklerin daha zayıf erkekler üzerindeki üstünlüğüdür. Doğada bir erkeği kabul edip etmemek istediğine karar veren dişidir ve bu durum daha güçlü erkekler için de geçerlidir. Söz konusu kabul gerçekleştiğinde bunu sadece iyi davrandığı ve dişi onun varlığını güvenli bulduğu sürece yapar. Bu da dişinin, doğum yapmak üzere ayrıldığında erkekler tarafından tamamen yalnız bırakılması gerçeğinden kaynaklanır.

O halde dişiyi, eş ve baba rolü oynayan “hakim erkeğin” beslemesi ve koruması olmadan hayatta kalamayacak umarsız, bağımlı bir yaratık olarak resmetmek hayvan hayatı ve davranışı hakkındaki büyük bir çarpıtmadır. Baba-ailesi üstelik, toplumsal tarihte çok sonraları, özel mülkiyetin ve sınıfsal bölünmelerin gelişmesiyle aynı anda ortaya çıkmış olan kesinlikle insansal bir kurumdur. Yani hayvan “baba-ailesi” miti, dişinin aşağı olmasıyla ilgili “rahim teorisi” ile el ele gider. Biyoloji hakkındaki gerçek doğrular kadınların ezilmesinin toplumsal kökenlerinin saklanması uğruna çarpıtılmakta ve hatalı biçimde yansıtılmaktadır.

Şimdi antropolojinin çarpıtılmış bir biyoloji yaklaşımını egemen kılmak için nasıl yozlaştırıldığını inceleyelim; bunu, kadının aşağı olmasına dair “avlanma teorisi” olarak adlandırıyorum.

Bu teori kendisini, cinsler arasında genellikle şu biçimde tarif edilen ilk işbölümüne dayandırır: Erkekler avcı ve savaşçı iken kadınlar yiyecek toplayıcısı idiler ve kampın ya da evin çevresindeki işleri yaptılar. Erkeklerin avlanma işi, elbette, o ana kadarki en önemli iş olarak resmedilirken, kadın emeği aşağı görülmektedir. [Kadınlar] Rahimle doğmuş olmaları nedeniyle maruz kaldıkları handikaplar yüzünden, çocuklara bakmak için kamp yerinde ya da yerleşim yerinde kalmak zorundaydılar.

Bu tez gerçek durumu baş aşağı çevirmektedir. İlkel iş bölümündeki en önemli iş, erkek avcılar tarafından değil, sözüm ona evde kalan kadınlar tarafından yapılıyordu. İlk ve en temel gereklilik olan yiyecek tedarikinden başlayalım çünkü insanlar başka bir şey yapmadan önce yemek yemek zorundadır. En istikrarlı ve bol yiyecekleri sağlayanlar, erkek avcılar değil kadın toplayıcılardı. Avlanmanın hala güvensiz olduğu ve erkeklerin genelde kampa eli boş döndükleri bir zamanda, topluluğun açlığı kadınlarca toplanan yiyeceklerle gideriliyordu. Ek olarak sadece bunları hazırlayarak değil ertesi gün için stokları koruyarak da yiyecek depoları üzerinde kontrol sahibi olanlar kadınlardı. Kadınlar ilkel komünün temel direkleriydi.

Ama bu, kadın işinin sadece başlangıcıydı. Burada ilkel kadının “Kadınların Aşağı Olması Miti” isimli makalemde belirtilen muazzam emek kayıtlarını ele almak gerekli değil. Erkekler av yiyeceği olarak hayvan aramakla meşgulken, deri yapımından çömlek yapımına el sanatlarına ve tüm inşaat, tıp türleri ile bilimin en erken biçimlerinin geliştirilmesine kadar çeşitli üretim biçimlerini yürütenler kadınlardı.

Kadın işinin belirli bir kolu, yani toprağı kazma çubuğuyla ekmek, tarıma yol açarken, bir başka kolu, vahşi hayvanları ehlileştirmek, sürü hayvancılığına yol açtı. Bu önemli ilerlemeler sadece uygarlığın temellerini atmakla kalmadı, erkekleri avcılıktan özgürleştirerek onlara bu yüksek üretim biçimlerine katılma ve giderek bunları ele geçirme olanağı sundu. Yani ilk cinsel işbölümünde en önemli işi yapanlar erkek avcılar değil, kadın üreticiler, ön bilimciler, hemşireler, öğretmenler ve sosyal, kültürel ve teknik mirasın ileticileriydi.

Erkek cinsinin varsayılmış üstünlüğü ile gözleri kör olanlar tarafından yapılan en büyük hata, ilkel kadınların bu geniş yelpazeli toplumsal üretimini küçümsemek ve onları küçük bir aile çevresine hizmet eden ev insanları gibi görmektir. İlkel klan sisteminde, kadınları emek payları itibarıyla aile hizmetçilerine dönüştüren mülk sahibi bir yönetici sınıf olmadığı gibi, yalıtılmış, kapatılmış, özel aile haneleri de yoktu. İlkel “haneler” komünal hayatın ekseniydi ve en erken fabrikaları, laboratuvarları, tıp merkezlerini, okulları ve sosyal merkezleri temsil ederlerdi. Matriarkal komünün kadınları, kolektif biçimde çalışırken, her biri küçük bir hane avlusunda dolaşan bugünkü ardıllarıyla en ufak bir benzerliğe sahip değillerdi.

Bunları söylemek erkelerin avcılık uğraşlarıyla geliştirdikleri vasıf ve teknikleri küçümsemek demek değildir. Sadece dengeyi sağlamak ve erkeklerin işini düzgün bir yere ve perspektife oturtmaktır. Aslında, sadece kadın işi görmezlikten gelinmemektedir; erkeğin avcılık işi de tam anlamıyla değerlendirilmiş değildir. İnsanın avlanma grubunun en önemli özelliği, erkeklerin kaba gücüyle ya da kendi başına yiyecek stoğunu artırmakla bile ilgili değildir. Bu en önemli özellik, erkeklerin birbirleriyle işbirliği içinde çalışarak ulaştıkları, hayvanları aşan niteliksel ilerlemedir.

Genelde insan büyük ve tehlikeli hayvanlara hükmedecekse avlanmanın hem güç hem de vasıf gerektirdiğine işaret edilir ki, bu doğrudur. Ancak nadiren söylenen daha da önemli özellik, erkeklerin insanın avcılık grubunda birlikte çalışabilmek için rekabetçi, savaşçı hayvani ilişkilerini yani eski hayvan doğalarını, rekabetlerini, ayrılıkçılıklarını ve bireyselliklerini aşmaları gerektiğidir. Rekabetçi, savaşçı hayvani ilişkilerini yakın bağlara sahip, elbirlikçi insani ilişkilere dönüştürmeliydiler.

İnsanın av gruplarının herhangi bir hayvan türü üzerindeki üstünlüğü, birlikte avlanan adamların asla hiçbir koşul altında birbirlerini avlamamaları ya da öldürmemeleri gibi ihlal edilemez bir ilkeden kaynaklanır. Bu, hayvanlar dünyasında mevcut olmayan, kesinlikle insani bir düzenleme ve ilişkidir. Yani, topluluğun yiyecek stoklarını artırmak alanında bile bu amaca, sadece erkekler elbirlikçi av grubunu nasıl oluşturacaklarını öğrendiklerinde ulaşılabilmiştir.

Böylesine etkileyici bir değişim nasıl ortaya çıktı? Bütün kanıtlar erkekleri klan erkek kardeşleri olarak asilime eden klan anneleri tarafından yaratılan kolektivist topluma işaret etmektedir. Robert Briffault’un bu noktada yazdığı gibi:

“İnsan toplumlarında daima kavrayış ve garantiler oluşturma araçları mevcuttur ve hayvanlar arasında olmayan ve imkansız olan dostluk ve kardeşlik bağları vardır. Yani ilkel insanlık, toplumsal karakteri sayesinde, cinsel içgüdülerini kaba rekabetçi mücadele ile tatmin etmeyi garanti altına alma biçimindeki bir gerekliliğe sahip değildir. Hayvanlar yiyecek ararken en yakınlarını ve hatta cinsel eşlerini parçalayabilirler; en kaba ve ilkel sosyal grubun üyesi ise yiyeceğini topluluğun diğer dost üyeleriyle paylaşmamaktansa aç kalacaktır… Yani ne kadar ilkel olursa olsun muhtemeldir ki hiçbir insan toplumunda, dişiler üzerinde mülkiyet elde etmek için kanunsuz bir savaş yürütülmez. [The Mothers, Vol. II, s. 118.]

Eskiden birbirlerinden hayvanlar gibi ayrı ve birbirlerine düşman olan erkekleri elbirlikçiler olarak bir araya getirmek için, tüm üyelerinin ihtiyaçlarını eşit bir temelde karşılayan komünalist bir toplum gerekliydi. Bu toplumda kadınlar gibi erkekler de kendilerine düşen işi ilkel insanların kendileri için kendi sosyal ekonomik gelişmelerinin o aşamasındaki verili hayat koşullarında en pratik buldukları işbölümü uyarınca yaptılar.

Kadınlar tarafından yapılan işin gerçek değerinin ortaya çıkartılması gereklidir çünkü birçok yazar erkeklerin avcılık işini göklere çıkartırken bu işi küçümsemiştir. Örneğin arkeolog Grahame Clark, kadınları aşağı varlıklar olarak görür çünkü “maymunsu ataları gibi” onlar da basitçe yiyecek toplayıcılarıydılar, ancak “göz kamaştırıcı Erkek Avcı figürünü, Savaşçı Erkeğin protipini” büyük ve üstün Cins olarak selamlar. (From Savagery to Civilization, p. 8.) Bu erkek yanlılığıdır.

Michiganlı antropolog Elman R. Service ise, konuyla ilgili benzer ama daha sınırlı bir bakış açısını benimser. Erkeklerin sadece “muhtemelen daha güçlü, atik ve daha savaşçı değil aynı zamanda daha önemli olmaları” yüzünden avcı olduklarını düşünür, “çünkü kadınlar sık sık gebelik ve çocuk bakımı tarafından engelleniyordu”. (Primitive Social Organization, s. 39.)

Erkeklerin savaşçı öszelliklerinin onları avcılığa uyarlanabilir kıldıkları indirgemesini kabul edebiliriz. Ama kadınların biyolojik olarak rahimleri tarafından engellendikleri için avcılık yapamayacakları sonucunu reddetmeliyiz. İnsanın bu tezin hatasını görmek için etoburların, avlanan hayvanların davranışlarını izlemesi bile yeterlidir çünkü dişiler tıpkı erkekler kadar çevik ve usta avcılardır. Dişi aslan ya da kaplanı avlanmada aşağı kılan herhangi bir rahim handikabı yoktur.

Elbette, insan türü avlanan etoburlardan değil yiyecek toplayan primatlardan doğru gelişti. Ama kadınların aşağı olmasıyla ilgili “avlanma teorisine” meydan okumak isteyen kadınlar, kadınların ilk işbölümünde neden avcı olmadıklarına dair bütün karmaşık nedenleri sıralamak zorunda değillerdir. Kadınlar tarafından yapılan işlerin ve iş türlerinin erkeklerin, avcıların temel uğraşlarına kıyasla ne kadar çok miktarda olduğunu göstermek yeterlidir. Tek bir uğraşın, hangi nedenle olursa olsun bunların dışında bırakılması, sadece kadınların bunu emek faaliyetleri çoğulluğunun dışında bıraktıkları anlamına gelir.

Sonuçta, demek ki, kadınların aşağı olmasıyla ilgili “avlanma teorisi” tıpkı kendisinden türetildiği “rahim teorisi” gibi saçma ve elle tutulmaz bir teoridir. Birisi biyolojinin, diğeri antropolojinin çarpıtılmasıdır. Yine de bunlar kadınların daima aşağı ya da ikinci cins olduklarına dair propaganda sayesinde sahte bilim platformlarını ayakta tutmaktadır.

Kadının kurtuluşu hareketinin ortaya çıkışından bu yana bazı kadın yazarlar ve hatta antropologlar da bu bilimsel olmayan önermelerden öylesine etkilenmişlerdir ki çok karamsar bir sonuç çıkarmaktadırlar. Demektedirler ki, kadınlar, sadece patriyarkal toplumda değil, ama bütün insanlık tarihi boyunca ezilen cins olmuştur. Bu görüşe göre, kadınlar patriyarkal uluslarda olduğu gibi kocalarına ve babalarına tabi kılınmamışlarsa, bu durumda ilkel topluluklarda erkek kardeşlerinin ya da dayıların komutu altındaydılar. Bu da kadının ezilmişliğinin “dayı teorisi” olarak adlandırılabilir. Bu konudaki gerçek nedir?

Kadınlar hep ezildiler mi?

Dünya üzerinde yayılmış eski anaerkil pratik ve geleneklerin şu ya da bu ölçüde devam ettiği bir dizi ilkel topluluk var. Bunlar genellikle “ana soylu” (matrilineal) topluluklar olarak adlandırılıyorlar çünkü akrabalık ve soyları hala tek başına anne üzerinden saptanıyor. Ama konu bundan daha derine gitmektedir. Bir erkek annenin kocası olarak kabul edilebilir ve yine de onun çocuklarının babası olarak kabul edilmeyebilir ya da kabul edildiğinde de, onunla sadece son derece zayıf bir bağa sahip olabilir. Genellikle ifade edildiği gibi, çocuklar anneye ve onun hısımlarına aittir.

Bu da çocukların sadece annelere değil aynı zamanda söz konusu anasoylu topluluğun erkek kardeşlerine de ait oldukları anlamına gelir. Başka deyişle, annelerin erkek kardeşleri ya da dayılar, hala klan kızkardeşlerinin çocukları için babalık fonksiyonlarını icra etmektedirler ki patriyarkal toplumlarda bu fonksiyonlar karısının çocukları için baba tarafından üstlenilmektedir. Bu nedenle böyle bir topluluk genellikle “dayı” topluluğu olarak adlandırılır. “Dayı” annenin erkek kardeşine atıfta bulunurken “partiyarka” terimi babayı anlatır.

Bu anasoylu topluluklar anaerkil çağın kalıntılarıdır ve patriarkal dönüşümden bu yana ne kadar değişmiş olurlarsa olsunlar, daha eski bir sosyal sistemin önceliğine tanıklık ederler. Aslında, antropolojinin geçen yüzyılda başladığı dönemde, en ilkel klanlar zaten bileşimleri itibarıyla belirli derecelerde değişmeye başlamışlardı. Çiftler ya da Morgan’ın “çift aileleri” dediği durum, eskiden sadece klan anneleri ve erkek kardeşlerinden (ya da kız ve erkek kardeşlerden) oluşan topluluklarda ortaya çıkmaya başlamıştı.

Ama hala kolektivist maternal klan sisteminin parçası olan çift aile, sınıflı toplumla birlikte ortaya çıkan partiyarkal aileden tamamen farklı bir aile türüydü. Dış klandan gelen yeni bir erkek maternal gruba ekleniyordu- karısı olan kadının kocası olarak. Ancak, kocalar karıları ve çocuklarının beslenmesine katılırken, klan sistemi hakim olduğu sürece, kocalar annelerin erkek kardeşlerine tabiydiler ve hatta onların yanında önemsiz kalıyorlardı. Annelerin erkek kardeşleri klan kız kardeşlerinin temel ekonomik partnerleri ve kız kardeşlerinin çocuklarının koruyucularıydı.

Tarihsel yaklaşımı reddeden alan antropologları bu ilkel klan topluluklarıyla karşılaştıklarında ciddi bir ikileme yakalanmaktadır. Örneğin Malinowski, Trobriand Adası halkıyla ilgili çalışmasında bu insanları ve “Ana Hakkı İlkelerini” şöyle tanımlamaktadır:

“Trobriand adalarında yakın akrabalığın ve bütün toplumsal ilişkilerin yasal olarak sadece anne yoluyla tanındığı ve kadınların ekonomik, törensel ve büyü faaliyetlerinde bile önde gelen roller oynayarak kabile hayatına önemli ölçüde katıldıkları anasoylu bir toplum bulduk…”(The Sexual Life of Savages, s. 3.)

Ama “bu yerlilerin iyi düzenlenmiş bir evlilik kurumu olması “ nedeniyle, yani çiftler olarak birlikte yaşamaları yüzünden, Malinowski annenin kocasının henüz terimin gerçek anlamıyla babaya dönüşmediği bu bölgede acıklı bir baba arayışına girer. Yerlilerin kendisine göre, Malinowski’nin “baba” olarak adlandırmakta israr ettiği tama, “annemin kocası” olan kişidir. Bazı durumlarda bu bile değildir, tomavaka, yani “yabancı”dır ya da Malinowski’nin belirttiği gibi “daha doğrusu ‘dışarlıklı’ biridir”. (Age, s. 5, 6.) Başka sözcüklerle, bazı yerlerde annenin kocası olarak tanınma elde eden klanın “dışından” gelen adam, hala gerçek baba statüsünü kazanmanın uzağındadır.

Ancak, kız kardeşinin çocukları özellikle de erkek çocukları için babalık fonksiyonunu yerine getiren bir erkek vardır. Bu, annenin erkek kardeşidir. Malinowski şöyle yazmaktadır:

“Sosyal pozisyon anne-soyu üzerinden erkekten kızkardeşininin çocuklarına doğru iletilmektedir ve bu kesinlikle anasoylu akrabalık algısı, muazzam bir önem taşımaktadır… Bu maternal akrabalık bağına dahil olan insanlar duygular, çıkarlar ve beden kimliği ile birbirlerine bağlı, yakın bağlara sahip bir grup oluşturmaktadır. Ve ona evlilikle ve baba-çocuk ilişkileriyle bağlananlar bile, bu gruptan keskin biçimde dışlanmaktadır…” (Age, s. 4.)

Malinoswki bu anasoylu topluluğa anasoyluluğun üzerine binen evliliğin sonucu olarak egemen olan “ikili etki” ya da “ikilik” olarak adlandırdığı durumu büyük bir dikkatle gözlemektedir. Erkek çocuklar anne ile bağlantılı iki yetişkin erkeğe bakmakta ve kendilerini bunların arasında bölünmüş hissetmektedirler. Bir yanda eski düzende annenin erkek kardeşi vardır öte yanda yeni gelen, annenin kocası. Malinowski’nin ortaya atmadığı şey ise Trobriand Adaları halkının babasoylu biçimlere geçiş içinde olan anasoylu bir topluluğu temsil ettiğidir.

Geçen yüzyılın öncü antropologları babasoylu ve patriyarkal toplumsal örgütlenme biçimlerine geçmekte olan birçok anasoylu topluluk örneği buldular. E. Sidney Hartland’in kanıtladığı gibi, patriyarkal düzen “tüm dünyada anne-hakkı üzerine düzenli saldırılarda bulunmuştur; sonuçta anasoylu kurumların neredeyse tüm geçiş evrelerinde olanlarını bulmak mümkündür”. (Primitive Society, s. 34.)

Devam eden bu geçiş halindeki toplulukların bazıları içindeki kadınların konumu, önemli ölçüde değişmeden kalmıştır ve bu kadınlar ekonomik bağımsızlık ve sosyal saygıdan yararlanmaya devam etmiştir. Ancak başka bölgelerde, özellikle de sınıf ilişkilerinin, partiyarkinin ve erkek üstünlüğünün kaba bir ekonominin üzerine bindirildiği bölgelerde, kadınlar sınıflı toplumlardaki kızkardeşleri kadar değersiz hale gelmiştir. Bu bölgelerde kadınlar kocaları ve babaları kadar erkek kardeşleri tarafından da ezilebilmektedir.

Avustralya genelde ilkel kadınların gerileyen koşullarının kanıtı olarak gösterilir. Ama merkezi kabileler hakkındaki en yüksek yetkeler olan Spencer ve Gillen’a göre, eski geleneksel dönemle şimdisi arasında “büyük bir uçurum” vardır. Kadınların ekiden şimdi olduğundan çok farklı ve yüksek konumda oldukları sonucuna varmaktadırlar. (The Native Tribes of Central Australia, s. 195-196.)

Robert Briffault bunu özetlemekte ve diğer raporlarında patriarkalizmin, erkek egemenliğinin ve kadınların durumunun kötüleşmesinin “görece geç bir kökenin özellikleri” olduğunu ve kadınların sahip olduğu etki ile onlara gösterilen saygı bakımından daha eski koşulların yerini aldığını belirtmektedir. “Avustralya yerlileri sadece ilkel değillerdir, aynıca birçok açıdan değersizleştirimiş bir ırktır” demektedir, bu nedenle de erkek egemenliği, bir kez kurulduğunda, “aşırı sonuçlarına” ulaşmaktadır”. .” (The Mothers, Vol. I, s. 338-339.)  bu durum, hastalık ya da diğer nedenlerle, 500 binlik aborjin nüfusunun beyaz adamın gelişinden bir yüzyıl sonra 50 bine düştüğü bir kıtada şaşırtıcı olmamalıdır.

Keskin bir zıtlık içinde matriarkal geleneklerin korunduğu ve ne kadınların ne de erkeklerin böyle aşağılanmadığı birçok bölge de vardır. Bu örnekler erkek üstünlüğü ve kadınların ezilmişliğinin bunların viski ve silahlarla birlikte Avrupalı yerleşimciler tarafından getirilmesine kadar mevcut olmadığı Kuzey Amerika yerlileri arasında bulunabilir. Briffault aşağıdekileri J.F. Lafitau’dan aktarmaktadır:

“Hiçbir şey bu kadınların üstünlüğünden daha gerçek değil. Ulusu, kanın soyluluğunu, jeneolojik ağacı, kuşakların düzenini, ailelerinin korunmasını sağlayan kadınlar. Bütün gerçek otorite onlarda; ülke, tarlalar ve tüm ekin onlara ait. Onlar konseylerin ruhu, savaşın ve barışın hakemleri”.  .” (The Mothers, Vol. I, s. 338-339.)

Alexander Goldenweiser’a göre, kadınların şeflerin seçimi üzerindeki etkisi muazzamdı. Bu şeflerin faaliyetleri “matronlar” tarafından özellikle savaşla ilgili konularda dikkatle izlenip gözleniyor ve herhangi bir biçimde tatmin edici bulunmazsa kadınların tatminsizliği şeflerin görevden alınmasını getiriyordu. Iroke konferasisi kadar geç bir dönemde demektedir ki, ”kadınlar erkeklerden hem şeflerin seçiminde hem de görevden alınmasında daha etkilidir… kamuoyu gruptaki erkeklerin fikrinden daha yoğunlukla kadınlarınkinden oluşuyordu.” Birçok yıkıcı savaştan “bilge matronlar konseyinin çabalarıyla kaçınılmış olması gerektiğini” ekliyor. (Anthropology, s. 363, 365.) Kadının gücünün gerçekliğini Sömürge Hükümetinin arazi transfer senetlerinin neredeyse tümüyle kadınların imzasını taşıması gerçeği kanıtlamaktadır.

İroke erkekleri ile, kadınları aşağı cins olarak gören beyaz adam arasındaki en ilginç karşılaşmalardan birini Briffault alıntılamıştır. Iroke halkının seçilmiş anlatıcısı “İyi Peter” Vali Clinton’a Yerli Amerikalıların kadınlara duyduğu yüksek saygıyı anlatmaya çalışmaktadır:

“Kardeşler! Atalarımız kadınlarının konseyini özelikle de Kadın Yöneticilerinkini reddetmeyi büyük bir hakaret olarak görürdü. Toprağın patroniçelerine saygı gösterirlerdi. Atalarımız derdi ki, kim bizi var etti? Kim topraklarımızı ekti, ateşlerimizi yaktı ve çömleklerimizi kaynattı kadınlardan başka? Kadınlarımız. Kardeş, endişeli olduklarını söyledi… Atalarımızın kadınlar lehine duygularının dikkate alınmayacağını ve bunlara uyulmayacağını söyledi. Onları Büyücük Ruh yaptı. Kadın Yöneticiler kadınlara izin verilen ve atalarımızın ruhunun kabul ettiği özgürlükle konuşmak üzere ayrılmak için yalvarıyorlar… çünkü onlar ulusun hayatıdır.  . [Briffault, op. cit., s. 316-317.]

Bunlar hiç de “ezeli olarak ezilen” kadın resimleri değildir. İlkel bölgelerde bazı kadınların partiyarkal uygarlaşmış ulusların kadınları kadar ezilen kimseler haline gelmiş oldukları gerçeği, kadınların daima ezilmiş olduklarını kanıtlamaz. Tek kanıtladığı bazı bölgelerde, ama tümünde değil, annelerin ve kız kardeşlerin değersizleştirilmesinin aynı zamanda annelerin erkek kardeşlerinin de değersizleşmesini getirdiğidir. Kimi annelerin erkek kardeşleri de kendilerine model olarak hizmet eden patriarkal erkekler kadar erkek üstünlükçüsü ve kadınları ezen erkeklere dönüşmüşlerdir.

Ama tarihsel olarak, patriarkal dönüşüm öncesinde, kadınlar üzerinde erkek üstünlüğü ya da tersine erkekler üzerinden kadın üstünlüğü diye bir şey yoktu. Klan topluluğu komünisttik bir topluluktu; bir kadın kızkardeşliği ve erkek kardeşliği topluluğu. Bu toplumsal yapının kilit taşı hayatın ekonomik, toplumsal ve cinsel tüm alanlarında eşitlikti. Yani kadınlar daima ezilmediler. Kadınların ezilmesi eski matriarkal komünü tersine çeviren ve onun yerini alan baskıcı toplumun bütünsel bir  parçası olarak başladı.

Ezeli kadın ezilmişliğinin “dayı teorisi” kadının aşağı olmasıyla ilgili “rahim teorisinin” sadece daha sofistike bir versiyonudur. İkisi de kurtuluş hareketindeki kadınlar tarafından reddedilmelidir.

Ne yazık ki bu reddiye, biyolojinin kadının kaderi olduğu tezini küçümseyen Kate Millett gibi kimi etkili yazarlar tarafından yapılmamıştır. Kadın kurtuluşu cephesindeki bu savaşçı, tarihsellik karşıtı antropologlardan etkilenmiştir. Cinsel Politika isimli kitabında “hem ilkel hem de uygarlaşmış dünyalar erkek dünyalarıdır” (s.46) diye yazmış ve kadınların her  zaman patriarkal erkekler değilse bile “dayı” erkekler tarafından ezildiklerini ileri sürmüştür (s.25) Anaerkil bir dönem olup olmadığını bilmediğini kabul ederken tuhaf bir biçimde bu konumu savunmaktadır.

Shulamith Firestone ise Cinsiyetin Diyalektiği isimli kitabında kadınların ezeli ezilmişliği hatasını daha da derinleştirmektedir. Bunu kanıtlamak için bütün erkek yapımı duaları anmaktadır. Firestone’a göre, kadınların ezilmişliği kayıtlı tarihten daha eskidir; “Hayvanlar aleminin kendisi” kadar eskilere uzanır (s.2) Üretken çalışmanın kadının biyolojisi yüzünden kadınların gücünü aştığını söyler ki bu onun ilkel kadının yaygın emek kayıtları hakkındaki cehaletini gösterir. Yine, diye yazmaktadır, kadın biyolojisi yüzünden, erkeklerin besleme ve bebek bakımına yönelik görevlendirmelerini üstlendiği “hayatın gizemli süreçlerinin kölesi olarak kalmıştır”. Kadınların ister klan erkek kardeşleri isterse kocaları ya da babaları olsun, “erkeklere bağımlı” kılan “biyolojilerinin sürekli merhametine kaldıkları” sonucuna varmaktadır.

Firestone, kadınların aşağı olmasının “rahim teorisinin” tüm hatalarına düşmektedir. “Ezilen bir sınıf’ olarak kadınlar hakkında neredeyse hiçbir şey” bilmediklerini söylediği Marks ve Engels’i bir kenara atarak, “orijinal ve sürekli ezilmişliğini açıklayan şey, kadının yeniden üretken biyolojisi idi, ani bir patriarkal devrim değil” diye yazmaktadır (sf. 83). Feminist Firestone “biyoloji kadının kaderidir” biçimindeki anti feminist tezi, olguları eleştirel biçimde incelemeye zahmet etmeden papağan gibi tekrarlamaktadır.

Kimi kadın antropologların bile konu hakkındaki çalışmalarına karşın benzer hatalar yaptıklarını görmek üzücüdür. Antropoloji çevrelerine hakim olan erkek üstünlüğü ve burjuva ideolojisinden etkilenen ya da belki korkan bu kadınlar da kadınların ezeli aşağı durumu ve ezilmişliği mitine kapılanmaktadır.

Britanyalı antropolog Lucy Mair, “En basit toplumlarda ve aslında bazı sanayileşmiş toplumlarda, kadınlar asla tamamen bağımsız değildir…” demektedir. İster erkek kardeşleri isterse babaları ve kocaları olsun daima erkeklere bağımlı olmak zorundadırlar. (An Introduction to Social Anthropology, p. 83.)  Bu ezici cümle kadınların ekonomik bağımsızlıklarını ve toplumsal saygıyı korudukları yakın zamanlarda devam etmekte olan kimi ana soylu kalıntılar için bile doğru değildir. Sosyal örgütlenmenin erkek üstünlüğünden önce ortaya çıktığı anaerkil çağ içinse hiç doğru değildir.

Vancouver’den Kathleen Gough Aberle, Bachofen’in Das Mutterrecht (Ana Hakkı) kitabının yayımlanmasının 100. yıldönümünde 1961’de yayımlanan Matrilineal Kinship kitabına büyük katkıda bulunmuştur. Yine de, kadınların daima ezildiklerine inanmaktadır. Kadın kurtuluş hareketi üzerinde yakın zaman önce yazılan bir makalede, “Erkeklerin kadınları sistematik biçimde sömürme gücü [devlet iktidarı tarafından desteklenen]  birikmiş servetin varlığından ileri gelir” diye yazmaktadır. Bu Marksist görüşe meyletmektedir. Ama “avcı toplumlarda bile kadınlar daima az çok erkeklere tabi bir biçimde ‘ikinci cins’ olmuş gibi olarak görünmektedirler” diye yazdığında tarihsel materyalizm yönteminden ayrılmaktadır. (Up From Under, January-February 1971.)

Bu durum yakın dönemlerde değişime uğraşan kimi avcı topluluklar için doğru olsa bile, anaerkil komün döneminde mevcut olan orijinal avcı topluluklarında doğru değildi. Şunu vurgulayayım: Erkeklere kadınlar üzerinde üstünlük kazandıran avcılıkla uğraşmaları değildi.-erkek üstünlüğünü ve kadınların ezilmesini yaratan şey özel mülkiyet, sınıf bölünmeleri ve patriarkal aileydi.

Bu da bizi kadınların daima ikinci cins olduklarını kanıtlamayı amaçlayan mitler yelpazesindeki son noktaya getirmektedir. Bu tez cinsler arasındaki ilkel ve uygar işbölümü arasındaki farkla ilgilidir. Egemen propagandaya göre, cinsler arasındaki işbölümü daima kadınların işinin ev ve aileyle sınırlı olduğu bir biçimde aynı kalmıştır. Bu konudaki gerçek nedir?

Aile işbölümüne karşı sosyal işbölümü

İnsanlık tarihinin en başından bugüne kadar cinsler arasındaki işbölümünün bir ailenin kocası ve karısı arasındaki bir işbölümü olduğu genelde söylenir ya da ima edilir. Koca işe giderken karısı eve ve çocuklara bakmak için evde kalır. Kurtulmuş hareketindeki kimi kadın kocaların çalışmaları karşılığında para kazanması ve eşlerinin kazanmamasına öfke duymaktadır. Ancak adaletsizlik bundan daha da derindir. Adaletsizlik aptalca ve aptallaştırıcı işler yaptığı ev hapsinde tutsak kalan kadının şapşallaştırıcı, bağımlı, kültürel anlamda steril hayatını da kapsar.

Kapitalist toplumda kadınların işini aile köleliğine indirgeyen bütün faktörleri incelemek çok da gerekli değildir. Kadınlar kendilerine ekonomik bağımsızlık sağlayacak türden toplumsallaşmış işlerden yoksun kalırlar; bu tür işler genelde erkeklere ayrılmıştır. Evlilik ve aile gerçek bir kadının araması gereken en uygun kariyer gibi gösterilir. Gerici doğum kontrol ve kürtaj yasaları kadınları istesinler ya da istemesinler çocuk yapmaya zorlar ve çocuk bakım merkezlerinin yokluğunda her bir tekil kadın çocuklarını kendi başına yetiştirme yükünü omuzlar.

Kiliseler ve kurulu düzenin bekçilerine göre kadının yeri evidir ve kadın her zaman kocasıyla çocuklarına hizmet etmiştir çünkü aile daima mevcut olmuştur. Doğal bir fonksiyon olan üremenin erkek yapımı bir kurum olan aile ile özdeş tutulması doğru değildir. Kadınlar daima çocuk yaparken, her zaman tek bir kadının bir koca ve aileye hizmet ettiği kendi içinde kapalı birimlerde yalıtılmış değillerdi. “Ezeli aile” yalanı kadınların aşağı olmasıyla ilgili “rahim teorisinin” nihai ifadesidir.

Cinsler arasındaki ilk işbölümü bugünkü gibi, erkeğin ev dışında çalıştığı ve karısının da ev işleri yaparak evde kaldığı bir karı koca arası işbölümü değildi. İlkel toplumda her iki cins de toplumsal emek harcıyordu. Bu mümkündü çünkü komünal üretim sistemlerine komünal çocuk bakımı ve eğitim eşlik ediyordu. Kadın çocuklar yetişkin kadınlar tarafından gelecek işleri için eğitilirken, erkek çocuklar belirli bir yaşta öğretmenleri ve koruyucuları haline gelen yetişkin erkeklere dönüşüyordu. Hem üretim hem de çocuk bakımı orijinal olarak hem erkekler hem de kadınlarca sürdürülen toplumsal fonksiyonlardı. Yalnızca anaerkil komünün ve onun cinsler arasındaki eşitlikçi ilişkilerinin yıkılmasıyladır ki, kadınlar toplumsal üretimden dışlandılar ve aile köleliği altına sokuldular. Erkekler yeni işbölümüne egemen oldular.

Tarihçiler genelde tarım ve hayvancılığa dayalı yeni ekonominin ilerlemesiyle birlikte eski cinsel iş bölümünün yerini alan yeni işbölümlerinin ortaya çıktığına işaret etmektedir. Birkaç örnek vermek gerekirse, hayvancılık faaliyetleri çiftçilikten ayrıldı; metal işlemeciliği, ev inşaatı, gemi yapımı, tekstil, çömlekçilik ve diğer zanaatlar uzmanlaşmış ticaretlere dönüştüler. Zanaatlardaki bu bölünmelerle birlikte, kültürel alanda rahiplerin ve ozanların bilim insanları vev sanatçılara dönüştüğü uzmanlaşmalar ortaya çıktı.

Cinslerin oynadıkları roller bu süreçte radikal biçimde değişti. Bu yeni işbölümleri ve alt işbölümleri gelişir ve yaygınlaşırken erkeklerin ellerinde giderek daha ve nihayet tam olarak toplandı. Kadınlar sosyal ve kültürel çalışmanın bu alanlarından dışlanarak ev ve aile hayatına itildiler. Devletin ve kilise iktidarının ortaya çıkmasıyla birlikte, kadınlara bütün hayatlarının evin dört duvarı ile sınırlı olduğu ve en iyi kadının şikayet etmeden kocasına ve çocuklarına hizmet eden kadın olduğu öğretildi. Erkeklerin yükselişi ve kadınların değersizleşmesi içinde, kadınlar sadece toplumsal üretim içindeki eski yerlerinden değil eski komünal çocuk bakımı sisteminden de yoksun kaldılar.

Elbette halk sınıflarının “sıradan insanların” kadınları, daima çalıştılar. Uzun tarımsal dönemde tarlalarda ve çiftlik zanaatlarında çalıştılar ve bütün bunları çocuk büyütürken ve ev işi yaparken yaptılar. Ama tek bir koca, aile ve ev içinde ve aracılığıyla ve bunlar için çalışmak hiçbir biçimde komünal bir toplumdaki toplumsallaşmış emekle uğraşmakla aynı şey değildir. Toplumsal üretime katılmak bedeni ve zihni geliştirir; ev işlerindeki yalıtılmışlık ve meşguliyetler bunları zayıflatır ve bakış açısını darlaştırır.

Bir başka deyişle, cinsler arasındaki işbölümü daima aynı olmamıştır. Sınıflı toplum, özel mülkiyet ve patriarkal aile ile birlikte gelen erkek egemen işbölümü kadınların muazzam biçimde soyulması anlamına gelir. Bu durum geniş, üretken çiftlik ailesinin kentsel çağın küçük, çekirdek, tüketici ailesine indirgendiği bugün daha da geçerlidir.

Kadınların ezilmişliğine yardımcı olan mitleri –“rahim teorisinden” “ezeli aile” propagandasına kadar- reddetmek, sadece bilimsel ve tarihsel bir düzeltme yapmak değildir. Kadın kurtuluş hareketi için köklü anlamlara sahiptir. Kadınların biyolojik yapısının toplumsal ikincilliğinin nedeni olduğu tezi erkek üstünlüğü taraftarlarının başlıca aracıdır. Bu tezin temelsizliği kanıtlanırsa durdukları konumlar çöker- bu yüzden bu tartışmayı yapma ihtiyacı duyuyorum.

Doğada dişiler biyolojilerinin sonucu olarak erkeklere kıyasla hiçbir yeteneksizlikten mustarip değillerdir. Kadınlar sınıf öncesi toplumlardaki annelik rollerinin sonucu olarak değersizleşmediler. Üreticiler ve çocukları yaratanlar olarak birleşik fonksiyonları yüzünden en yüksek saygıyı görüyorlardı. Bu durumda kadının toplumdaki konumu, tarihsel koşullardaki değişim tarafından biçimlendirilmiş ve yeniden biçimlendirilmiştir. Anaerkil komünizmi yıkan köklü dönüşüm kadın cinsinin çöküşünü getirmiştir. Kadınların biyolojik yapısının kadınların toplumsal ve kültürel hayattan dışlanmasının ve kölelik statüsünde tutulmalarının ideolojik gerekçesi haline getirilmesi patriarkal sınıflı toplumun yükselişi ile olmuştur.

Kadınlar sadece bunu anlayarak bugün kapitalist sistemin yapısı ile bağlara sahip olan ezilmişlik ve değersizliklerinin gerçek nedenlerini kavrayabilirler. Kurtuluş mücadelemiz toplumun değil de doğanın ezilmişliğimizin kaynağı olduğuna inanmaya zorlanmamızla birlikte zayıflayacaktır.

Yakın zaman önce kadınlar tarafından yapılan bir gösterideki bir pankartta “Biyoloji kadının kaderi değildir” yazıyordu. Birlikte kaderimizi değiştirmek için çalışır ve mücadele ederken feminist hareketin bayrağında bu slogan yazmalıdır.

Yorumlar