Biz de “Pek çok kimliğim var, kadın, göçmen, kuir, feminist…” diyen Burçin Tetik’le kitabını ve kitap vesilesiyle edebiyatta kuir tavrı, nesilden nesle aktarılan travmaları ve bu travmaların biçim verdiği kimlikleri konuştuk.
Annemin Kaburgası Burçin Tetik’in İletişim Yayınları’ndan çıkan, dokuz öykülük kitabı. Tanıtım bülteninde “Kimliğinden onur duyanların, aşkı özgürce yaşayanların, göçmenliğin dilini en iyi bilenlerin, cinselliğin üzerindeki toplumsal tahakküme meydan okuyanların, basmakalıp değerlerden ve birörnek yaşam biçimlerinden usananların öyküleri” olarak tanımlanıyor. Biz de “Pek çok kimliğim var, kadın, göçmen, kuir, feminist…” diyen Burçin Tetik’le kitabını ve kitap vesilesiyle edebiyatta kuir tavrı, nesilden nesle aktarılan travmaları ve bu travmaların biçim verdiği kimlikleri konuştuk.
Sanat üreticilerinin içinde yaşadıkları dönemin, evrenin, dünyanın, toplumun ve coğrafyanın bir çeşit filtresi, damıtıcısı olduğu söylenir. Yani hayat deneyiminin aktarımında yetenekli olmak, bir nevi eser üretmek. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Ve bu vesileyle biraz kendinizi anlatabilir misiniz?
Ben sanatın içinde geçmişin, şimdinin ve geleceğin bir arada bulunduğunu düşünüyorum. Her birimiz ailemizden, hatta belki hiç görmediğimiz eski kuşaklardan travmalar devralıyoruz ve hayatı bunun üzerinden yaşamaya çalışıyoruz. Kendinden üç nesil önce ailesi soykırımı yaşamış, göç yaşamış ya da erkek şiddeti yaşamış insanlar da bu yaşantıların izleriyle büyüyorlar ister istemez. Kendime dair bir şeyi açık etmiş de oldum, yüksek lisans tezimde Ermeni Soykırımı’ndan hayatta kalan kadınların torunları olan kadınların kitaplarını incelemiştim. Travmanın nesilden nesle aktarımı ilgimi çekiyor. Bir zincir gibi, kuşaklar boyu kendini iyileştirmesine izin verilmeyen kadınlarla dolu çevremiz. Bu yüzden sanatçıların da, hatta her meslekten insanların işlerinde, olaylara bakış açılarında bu eski yaşantıların izi olduğunu düşünürüm. Fazlasıyla nostaljik de bir insanım. O kaybedilen zamanın başka başka yerlerde açığa çıkması beni büyülüyor. Örneğin zorla Müslümanlaştırılan Ermeni kadınların torunları buna dair hiçbir şey bilmese de Paskalya zamanı yapılan çörekleri anımsıyorlar. Kaybedilen bir kimlik, sözsüz, dilsiz biçimde iki nesil sonraya dokunuyor. Böyle şeylerden çok etkileniyorum. Kitabın aileyle, içinden çıkıp dünyaya geldiğimiz anne figürüyle bu kadar yakından ilgilenmesinin bir sebebi de bu. Şu an kim olduğumuzu ve ileride kim olacağımızı geçmişimizden ayrı düşünemeyiz. Ben de herkes gibi hem kendi ailemin tarihini, travmalarını hem de toplumun yükünü taşıyorum. Bugün bazı şeyleri daha açık konuşabilsek, dünyanın değiştiğini gözlemlesek de o geçmiş hâlâ sırtımızda, dilimizde, kalemimizde.
Kitabınız Türkiye’de yayınlandığı andan itibaren epey ilgi gördü, ikinci basımı yapıldı. Ve özellikle “norm dışı” hikâye tanımı çok yapıldı. Peki, nedir bu “norm dışı”lık?
Kitabın okura ulaşmış oluşu beni çok sevindiriyor ve heyecanlandırıyor. Edebiyatın böyle bir süper gücü var, belki sosyal medyada görünce küfrettiğiniz bir kimlik, öyküde, romanda karşınıza çıkınca o dünyanın içine giriyor, önyargılarla dolu toplumsal bakıştan farklı bir karşılaşma yaşıyorsunuz. Kitapta ağırlıklı olarak lgbti+ karakterlerin olması yaşananların evrensel deneyimler olmadığı anlamına gelmiyor. Aileyle çatışma, cinsiyet rolleri, toplum baskısı tüm insanları çocukluğunda, ergenliğinde kafes gibi hapsediyor. Cis-hetero erkek okurlardan da güzel yorumlar alıyorum, karakterlerin yaşantıları onlara da dokunmuş. O yüzden aslında son derece norm içi duygular var diyebiliriz, çünkü herkese tanıdıklar. Hem bazı kimliklere gözlerimizi kapamak o insanları yok etmiyor, sadece bizi daha dar bir dünyaya hapsediyor. Bazılarımızın normu tam da kitaptaki hayatlar aslında.
Sahip olduğunuz kimlik/yönelim yazma sürecinizde sizi nasıl etkiledi veya yönlendirdi?
Pek çok kimliğim var, kadın, göçmen, kuir, feminist… Elbette hangi hikâyeleri hangi açıdan ele alacağımı hayata bakışım şekillendirdi. Bir yandan da doğrusunu söylemek gerekirse benim ve sevdiklerimin kimliklerinin pek çok kitapta bir garnitür, bir ilginçlik gibi işlenmesinden artık epeyce sıkıldım. Lgbti+ insanlar edebiyata “renk” verecek araçlar değiller. Bilakis kendi hikâyelerinin anlatıcıları olmaları gerekiyor. Lezbiyen kadınların büyük şiddetler gördüğü, hep mutsuz olmak zorunda bırakıldığı, trans kadınların kitabın bir yerinde mutlaka öldüğü anlatılardan edebiyatta da sinemada da bıktık bence. Taze, umutlu, ajitasyonsuz, sahici kurgulara ihtiyaç duyuyoruz.
Edebiyat alanı uzun yıllar bazı kimliklere ve cinsiyetlere kapalı olduğu için farklı hikâyelere, yaşamlara edebiyat üzerinden tanıklık etmeye fırsatımız olmadı. Sizce bunun sebepleri nelerdir?
Burada yazarların kimler olduğu sorusu ortaya çıkıyor. Eğer yazarlar baskın olarak cis ve heteroseksüel insanlardan oluşuyorsa, pek tabii çoğu kitapta lgbti+ karakterler ya hiç olmuyor ya da bahsettiğim gibi bir dram öğesi olarak sunuluyorlar. Son zamanlardaki ifşalarla da yeniden gördük ki Türkiye’nin edebiyat ortamı bunca kalemi kuvvetli kadın yazara rağmen son derece eril. Bir “abilik” müessesesi var, sürekli birbirinden el ve cesaret alan erkekler var. Yavaş yavaş kırılıyor, ama yol uzun. Bundan sonra Türkiyeli lgbti+ kişilerin, özellikle de kuir kadınların işlerini daha çok okumayı umuyorum.
Kitapta anlatılagelen popülerlikten uzakta hikâyeler yer alıyor. Saklı kalan ya da öyle olduğu muştulanan hikâyeler. Bu hikâyelere edebiyat ve sanat alanında az rastlanıyor olması, bu deneyimlerin kurgunun dışında gerçek hayatta az olması ile ilgili mi? Yoksa başka bir toplumsal düzen içerisinde görünmezleştirilmesi ile ilgili?
Kitapta interseks bir karakter yok, ama rakamsal olarak iyi bir örnek olduğu için söylemek isterim. Eğer kızıl saçlı bir insan tanıyorsanız, interseks birini de tanıyorsunuzdur. Çünkü dünya üzerinde kızıl saçlılık oranıyla intersekslik oranı aynı. Ancak kızıl saçlı tanıdıklarınızın bunu saklaması gerekmiyorken, interseks olanları muhtemelen öğrenmeden yaşamaya devam edeceksinizdir. Aynısı trans kişiler için de geçerli. Kimse sizinle özel yaşamını paylaşmak zorunda olmadığı için işte, okulda, toplu taşımada karşılaştığımız insanlar, belki hoşlandığınız birileri, belki her hafta gittiğiniz manav varsaydığınızdan başka kimliklere sahip. Fakat çoğu kişi güvenlik nedeniyle kendini gizlemek zorunda kalıyor. Yoksa tabii ki lgbti+ insanlar her yerdeler. Almanca ve İngilizce yazın dünyası için konuşabilirim, açık kimlikli kuir yazarlar giderek daha görünür oldular. Bundan beş sene öncesine göre bile büyük bir fark var. Türkiye’de de özellikle sosyal medya sayesinde içerik üreten pek çok kişi var artık. Aklıma “Yine, Yeni, Yeniden 90’lar” podcasti ve Miss Zencefil’in yayınları geliyor. Kültür yeniden şekillenirken bazı kimlikleri görünmez kılmak eskisinden daha zor.
Tarih yazımında edebiyatın da katkısı olduğunu düşünürsek, edebiyat tarihini kuir süzgecinden geçirecek, insanın varoluşunu bütün çeşitliliği ve çoğulluğu ile ele alacak metinlerin sayısının artmasını sağlayacak olan şey nedir?
Bu sorunun tek bir yanıtı var: Lgbti+ insanların imtiyaz sahibi olması ve toplumda söz söyleyecek yerlere gelebilmesi. Ben bu kitabı yazabildiysem, basılmaya değer görüldüyse belli ayrıcalıklarım sayesinde. Benim için de bunların başında eğitim geliyor. Lgbti+ insanların daha çocuk yaştan itibaren zorbalığa maruz bırakıldığı, şiddet gördüğü düşünülürse okul hayatının ne kadar zorlayıcı olduğu anlaşılacaktır. Oysa eğitimde fırsat eşitliği olabilmeli, trans bir kız çocuğu şiddet görmeden, erkek tuvaletine girmeye zorlanmadan, kimliği kabul edilerek, alay konusu olmadan okuyabilmeli. Ayrımcılık kaygısı yaşamadan üniversiteye gidebilmeli, iş mülakatlarına katılabilmeli. Yayınevlerinde işe girebilmeli, karar mekanizmalarında yer alabilmeli. Oysa pek çok kez trans insanların eğitim ve iş hakları ellerinden alınıyor. Bu bazen doğrudan zorbalığa maruz kalmaktan, bazen üniversitenin diplomadaki eski ismi değiştirmeyi reddetmesinden kaynaklanabiliyor. Lgbti+ çocukların ve gençlerin okul hayatlarının devam edebilmesinin çok hayati olduğunu düşünüyorum. Zaten bu toplumda hayata bir sıfır yenik başlatılan insanların ellerinde ileride kullanabilecekleri bir sermaye olması çok önemli. Tabii bu çok da sınıfsal bir şey, her lgbti+ kişi hayatı aynı zorlukta deneyimlemiyor. Yoksul ailelerden gelenlerin okula erişimi iki kez engelleniyor. Boğaziçi’ne 2016’da tepeden atanan rektörün ilk icraatlerinden biri Hande Kader Bursu’nu iptal etmek oldu. Şimdi aynı isimde bir burs gönüllülük esasında çalışan tek bir kadının çabasıyla trans öğrencilerle buluşuyor. Katkıda bulunmak isteyenler Twitter’da @nunucumdiren hesabıyla irtibata geçebilir.
LGBTİ+’lar için çoğu zaman aile ilk kavga edilen, ilk kopuş yaşanan bir savaş alanına dönüşüyor. Kitapta da bunun izlerini görüyoruz. Aile ve bu ilişki hakkında neler düşünüyorsunuz?
Çoğu toplumda maalesef bu böyle. Toplumsal kalıpların dışında kalan çocuklar genellikle cezalandırılıyorlar. En hafif haliyle “Ben senin iyiliğini düşünüyorum” diyerek, daha ağır durumlarda ise fiziksel ve psikolojik şiddet, ailenin çocuğa uyguladığı ekonomik şiddet gibi örüntülerle bireyi yıkabiliyor. Listag’ı bu yüzden çok önemli buluyorum, çocuklarına destek olan, onları olduğu gibi seven, hakları için mücadele eden ebeveynlerin görünür olması çok kıymetli. Çocuklarına şiddet gösteren ailelerin suçu yok diyemem elbette, ancak içinde büyüdükleri toplumun değer yargılarıyla şekillendikleri için farklı bir şey beklemek de bazen pek gerçekçi olmuyor. Bu yüzden çoğu lgbti+ kişi, hatta ailesinin beklentilerini yerine getirmemiş, kendi yolunu çizmiş pek çok kişi de ömürleri boyu aileden geleceğine inandırıldıkları o koşulsuz sevgi ve desteğe özlemle yaşıyorlar. Çocuk daha küçük yaşta hiçbir zaman birilerinin sevgi ve saygısına layık olmayacak biri olarak algılıyor kendini. Düşünün, annemiz, babamız bile bizi sevmediyse, arkamızda durmadıysa başkaları ne yapar kim bilir? Bu yüzden lgbti+ çocuklar toplumun karanlık yüzünü ilk kez ailede deneyimliyorlar bence.
Aile ve toplumsal mitlerle hesaplaşmaya çağıran bir öykü olduğu için kitabın ismini Annemin Kaburgası koymaya karar vermişsiniz. Bu hesaplaşma tam olarak nedir, neyi ifade ediyor?
Kitaptaki birçok öyküde çocukluk ve aileyle ilişki ön planda. Bu bazen hastalıklı diye tabir edebileceğimiz simbiyotik bir ilişki, bazen arzu edilen ama kurulamayan bir diyalog, bazen de ebeveynlerde kendini görme ya da ebeveynlerden birini kurtarma gibi motiflerle işlendi. Hesaplaşma her zaman savaş boyalarını sürüp kavgaya girmekle olmuyor. Bazen o kaçtığımız, bize acı çektiren ailenin bir ürünü olduğumuzu, kendimizle de yüzleşmemiz gerektiğini anlıyoruz. Çünkü onlar da zamanında aileleriyle ve kendileriyle bu tür hesaplaşmaları hiç yapmadıkları için bir türlü bu nesilden nesle geçen şiddet sarmalından çıkamıyoruz. Birçok öyküde bir tür yansıma var, “Annemin Kaburgası” öyküsünde mesela anlatıcının doğuma benzettiği, annesiyle yerde karşılıklı oturduğu bir sahne. İşte o bir yüzleşme. Kendi tarihimizle yüzleşme en başta. Yahut “Frau Mahler’in Mektubu” öyküsünde anlatıcı kendisine bakan yaşlı Alman kadının mektubunu okumadığında onun da bir tür failliği var, çünkü belki de bir zulme gözünü kapıyor. Yani basit bir fail-mağdur ikiliğinden ziyade, biz bu ailelerin içinde nasıl şekilleniyoruz, bize zarar veren hangi kısımlarını taşımaya ve uygulamaya devam ediyoruz, bunu da önemli buluyorum. Kitabın isminde de buna atıf var, birinin bedeninden var olmak ne demektir? Etini, kanını taşıdığımız birinden nasıl ayrılır, kendimiz oluruz? Hesaplaşmak, yüzleşmek için ilk önce ayrılmak gerekiyor. Kitap farklı öykülerde bu ayrılığın gerçekten mümkün olup olmadığını sorguluyor diyebilirim.
Mitlerle ebeveynliğin inşa edilen, doğallığından uzaklaştıran yapı olduğunu söylenir. Peki, ana-babalık ya da çocuk olmak bildiğimiz gibi değil midir?
Bilmiyorum, mitin nerede başlayıp doğalın nerede bittiğini saptamak gerçekten olası mı… Anneliğin ya da babalığın toplumsal anlatılardan bağımsız, bir fanusta var olması imkânsız. Fakat biz nedense ebeveynliğin safi iyilikten oluşan bir özü varmış, ebeveynler hatalı, çocuklara zarar veren bireyler olamazmış gibi bir illüzyon içindeyiz. Aileyi eleştirmek büyük bir tabu, ebeveynlerin çocukları dövmesi Türkiye toplumunda çok sıradan, şakası yapılacak, hatta nostaljik biçimde “Ah annemin bana fırlattığı terlikler” diye anılacak olaylar. Birinin bir yetişkini dövmesi nasıl kabul edilebilir değilse, bir çocuğa vurması da değil oysa. Hatta çocuğun kendini savunacak araçları da olmadığından çok daha “anormal” sayılması gereken bir şiddet. Ama düşünün, çocukluğu boyunca ebeveyninden dayak yemiş birisi yetişkinliğinde o ebeveyne vursa nasıl lanetlenir. Çünkü ebeveynler tabudur, çocuk ise değildir. Çocuğu korumak üzerine kurulmuş bir kültürde yaşamıyoruz. Ebeveyn şiddeti hem fiziksel hem psikolojik olarak etimize, kanımıza işleyecek kadar kabullenilmiş. Radikal bir değişime ihtiyacımız var. Bunun için de önce bu düzeni tespit etmek, adını koymak gerekiyor.
Edebiyattan saklananların hikâyelerini dolaptan çıkartacak, “benim de söyleyeceklerim, hikâyelerim var” diyen metin üreticilerine, yazarlara ne söylemek istersiniz?
Sakın yazmaktan vazgeçmesinler. Dünya bize kendimizi yetersiz hissettirmek üzerine kurulu, bazı kimlikler bu hissi daha da yoğun yaşamak zorunda kalıyor. Örneğin erkeklerin genelde vasat olma hakkı bakiyken, kadınlar bir iş ortaya koyduğunda didik didik ediliyor, sürekli başarısız hissettiriliyorlar. Bu tavrı tanımak ve buna rağmen ayakta kalmak gerekiyor. Maalesef bize yetersiz olduğumuzu söyleyen tek ses toplum da değil, biz bunu zaten her gün kendimize söylüyoruz. Bu da insan olmanın sonuçlarından ve son derece normal. Yazdıklarına, ürettiklerine güvenemeyen kadın ve lgbti+lara bir tavsiye: Herkesin hayatında öyle çok da harika işler yapmayan, ama yetersizliklerinden hiç utanmayan, başarısızmış gibi değil aksine o işi çok iyi kotarmış gibi davranan, muhtemelen ayrıcalıklı ve biraz da gıcık birileri vardır. İşte kendinize güvenemediğinizde o insanı düşünün, o sizin yerinizde olsa böyle hisseder miydi? Sizin ürettiğiniz işi o üretse allayıp pullayıp muhteşem bir iş gibi satmaz mıydı? İşte o kişiyi örnek alın ve kendiniz sürekli “O bu durumda ne yapardı?” diye sorun. Sizi aşağı çekmek isteyen zihin sesleriniz aslında korkan ve sizi kendince korumaya çalışan bir mekanizmanın ürünü. Yani bir dış gerçekliği yansıtmıyorlar, sizi vazgeçirmek için hikâyeler anlatıyorlar. O sesleri filtreleyin ve lütfen kendinize iyi davranın, en sevdiğiniz arkadaşınıza nasıl şefkatliyseniz kendinize de öyle olmaya çalışın. Retler ya da olumsuz eleştiriler bu işin parçası, yılmadan yazdıklarınızı revize edin, düzeltin ve denemeye devam edin.
Yorumlar