Bedenlerimizi, özel ve kamusal hayatlarımızı özgür bırakın. Yoksa biz söyleyeceğimizi 8 Mart’ta söyledik: patriyarkayla da faşizmle de uzlaşmıyoruz
8 Mart 2019 birçok bakımdan tarihsel bir an olarak hepimizin zihnine kazınacak. Öncelikle: 2016 yılından bu yana tüm dünyada giderek yükselen uluslararası feminist/kadın grevi hareketi, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü yirminci yüzyılın başlarındaki ve sonlarındaki militan kadın/emek hareketlerinin ruhuyla yeniden birleştirerek siyasallaştırırken, 8 Mart eylemleri bu yıl tüm dünyada olağanüstü biçimde yayılmaya devam etti. Kadınlar muazzam bir kitlesellikle dünyanın sokaklarını, meydanlarını, kamusal alanlarını büyük bir öfke ve coşkuyla istila ettiler. En büyükleri Şili’nin başkenti Santiago’da 400 bin, Arjantin’in başkenti Buenos Aires’te 300 bin ve İspanya’nın başkenti Madrid’de ve diğer tüm kentlerinde yüz binlerce kadının katıldığı eylemler olmak üzere, Çin’den Japonya’ya, Norveç’ten Zambiya’ya milyonlarca kadın görkemli eylemlerle, “Kadınlar durursa dünya durur” sloganını haykırdılar. Azerbaycan’daki ilk 8 Mart eyleminde kadınlar polisin engellemelerine direndiler; Atina’da ülkenin ilk feminist grevini örgütlediler.
8 Mart eylemleri başta İzmir olmak üzere tüm Türkiye’de de onlarca il ve ilçede kitlesellikle gerçekleştirilirken, İstanbul’daki 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü, devletin Taksim ve çevresini öğlen saatlerinden itibaren çok ciddi bir polis ablukasına almasına karşın, büyük bir kararlılık ve kitlesellikle gerçekleştirildi. Korkutma, terör tutmadı: İstanbul’daki Feminist Gece Yürüyüşü, tüm engellemelere rağmen, dünyanın en büyük 8 Mart eylemlerinden birisi oldu. Korkutma, terör tutmadı: Yapılmasını engelleyemediği eyleme biber gazı ve plastik mermilerle saldıran polisin onbinlerce kadını çift taraflı basınç altına alarak izdihamda sıkışma paniğiyle yıldırmaya çalışmasına karşın, kadınlar ne birbirlerini ezdiler ne de sonrasında kolayca dağıldılar. 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü’nü feminist öfkenin, coşkunun ve taleplerin bin bir rengine boyayan gerçek öznesi, yani direngen kadın kitleleri, 25 Kasım’daki polis saldırısından sonraki duruma kıyasla bir ileri adım daha attı. Çift taraflı polis basıncından çıkan binlerce kadın Karaköy’de, Galata Köprüsü’nde, Eminönü’nde, Kadıköy’de yaptıkları kitlesel yürüyüşlerle eylemi kendiliğinden devam ettirdi.
Derken, 10 Mart günü, bir süredir zaten işaretlerini gözlemlediğimiz şey oldu; son dönemde hem genel siyasetini, hem de seçim siyasetini sadece siyasal gericilik kışkırtmalarına dayandıran Erdoğan, Yeni Akitçiliği makamına taşıdı ve zehirli saldırıyı başlattı: “Bu bayrağa, ezana tahammülü olmayanlarla karşı bir ittifakla seçime giriyoruz. Taksim’de CHP ve HDP’nin öncülüğünde güya kadınlar günü için bir araya gelen bir grup, Ezan-ı Muhammediye’ye terbiyesizlik ettiler. Ezan’a sahip çıkmayanlar, yarın öbür gün düşman kapıya dayandığında tıpkı 15 Temmuz’u alkışladıkları gibi onları da alkışlarlar.
Biz bu bayrağın altında doğduk, bu bayrağın altında öleceğiz. Özgürlüğümüzün sembolü bayrağımıza göz dikenlere karşı mücadele etmeyi sürdüreceğiz”. Aylardır “mağdur babalar” söylemini ve eylemini örgütlemeye çalışanlar, “6284 sayılı yasa ve İstanbul Sözleşmesi kaldırılsın, toplumsal cinsiyet eşitliği, eşcinsellik sapkınlık sayılsın” diye kampanya yapanlar, 8 Mart günü camilerde bunun için cuma hutbeleri okuma çağrısı yapanlar, sonu HDP İstanbul il binasını basma girişimine varan bir sokak kalkışmasına giriştilerse de, hem kışkırtmanın densizliği hem de kendi aralarında karıştırdıkları ne idüğü şimdilik belirsiz bazı haltlar nedeniyle olmadı. Korkutma, terör sökmeyince başvurulan kışkırtma da, kışkırtmayı yapanın umduğu kısa vadeli pratik sonucu, yani Yeni Akitçilik söyleminin kadın hareketini gayrı meşru hale getiren genel bir “hegemonik söyleme” dönüşerek yaygın kitlesel karşı eylemleri tetiklemesini sağlayamadı.
8 Mart Gece Yürüyüşü tarafından yapılan “yalanlama” açıklaması sonrasında ise bu zehirli saldırganlık bu kez sosyal medya incelemecisi Ömer Çelik’in, “Ezanın ideolojik bir dayatma olduğuna dair, sadece erkek egemen kültürle değil, dinle hesaplaşma içinde olduklarına dair halen açıklamalara devam ediyorlar” sözleriyle seçmece bir biçime dönüştürülmeye çalışıldı. Bu bakımdan daha ne tür adımlar atacaklarını ise göreceğiz.
Fakat kışkırtmanın hemen sonrasındaki durum bir yana, yaşananların orta vadede kadın hareketini/feminist mücadeleyi yeniden biçimlenmeye zorlayacak sonuç ve tartışmalar yaratacağı; üstelik bu tartışmaların da tıpkı “feminist grev” meselesinde olduğu gibi, salt kadın hareketinin sınırlarına sığmayacağı açıktır. Her köşeye bir aile irşat bürosu açan, diyanetini aile eğitimi seminerleri için seferber eden, Mayıs ayında yapılacak Aile Sempozyumu’na paralel biçimde KADEM’ini İslam İşbirliği Teşkilatı Kadın Danışma Konseyi’nde ekseni çizilen yeni kadın siyaseti ihtiyaçlarına göre yeniden hizalamaya ve uzun zamandır bekleyen kadın düşmanı yasaları çıkarmaya hazırlanan diktatörlük, kadın-erkek eşitliği meselesini bugüne kadarkinden çok daha açıkça siyasallaştırmaya ve bunu da net bir İslamcı-faşist-ataerkil söylemle yapmaya hazırlanmaktadır.
Bu kaymanın altında eşitlik ve şiddetsiz yaşama talebinin kendi kitlesi içindeki kadınları da etkilemesi ve İslamcı feministlerin taşıyıcılığını yaptığı bu etkinin bertaraf edilmesi ihtiyacı olduğu sıkça dile getirilmekteyse de, önemli olan iktidarın bu yeni kadın siyasetine neden genel siyasetinin zorunlu bir parçası olarak ihtiyaç duyabildiğini görmektir. Emekçi sınıfları aslen güvenceli-güvencesiz diye bölmekle yetinirken, “toplumsal cinsiyet eşitliği” söyleminden medet umarak kadın hareketi içinde ittifak yaratmaya çalışan AKP iktidarı, bugünkü neoliberal faşist rejiminde, bekasını sürdürmek için, yalnızca, başta katı dinci ataerkil tutumlar olmak üzere her türlü siyasal gericiliği seferber ettiği bir “siyasal çitleme” siyasetine dayanabilmektedir.
Düşman içimizdedir ve toplumsal cinsiyet eşitliği talebi sadece dinen küfür olmayıp, yerli ve milli olanın da düşmanıdır; devletin ve erkeklerin gündelik şiddetiyle cezalandırılması ve cezalandıran polisin/erkeklerin cezasız kalması meşrudur. Uyanık Ahmet Kural, mahkemede kendini savunurken işte bu yüzden Sıla için “İnancıma hakaret etti” demektedir.
Hangi inanç baylar bayanlar? Diyanet’in 12 yaşındaki kız çocukları için verdiği “evlenebilir” fetvasına mı, iktidarın kadın düşmanı siyasetinin merkezine oturmuş Diyanet’e mi, aile irşat bürolarına mı, Gezi’nin intikamı olsun diye Taksim Meydanı’nın ortasında yükseltilen kaçak yapıya mı saygı istiyorsunuz? İnanca saygı istiyorsanız inancınızı, bedenlerimizin, haklarımızın, özel ve kamusal hayatlarımızın tam ortasında istila ettiği diktatörce konumdan alıp gidin: Bedenlerimizi, özel ve kamusal hayatlarımızı özgür bırakın. Yoksa biz söyleyeceğimizi 8 Mart’ta söyledik: patriyarkayla da faşizmle de uzlaşmıyoruz!
Yorumlar