Pandemi sonrası kentler ve kamusal alan – K. Zeynep Çelik

Bugünün neoliberal kentleri salgınların doğuşu ve pandemiye dönüşmesinde en önemli etmenlerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Azmanlaşarak odağına rantı alan kent planlaması bugün canlıları katleden silahlara dönüşmüştür. Salgının odağında azman kentler olurken, salgından ciddi şekilde etkilenenlerin kentin çeperlerinde yaşayan yoksullar olduğunu görüyoruz. Salgının hem oluşumu hem de yayılmasında kentlerin ve kamusal alanların etkisi büyük.

Pandemi sonrası kentler ve kamusal alan – K. Zeynep Çelik

Pandemide Kadın Kadına Tartışma sunuşlarımızı yayınlamaya devam ediyoruz. Tartışmamızın ilk başlığı pandemi öncesi yaşadığımız koşulları tartıştığımız Normaliniz Batsınbaşlığıydı.

Tartışmamızın ikinci başlığını oluşturan “Patriyarka Virüsten Daha Tehlikeli!”  (28 Mayıs) sunuşları ise Pandemide iktidarlar kadınlar için ne yaptı? Pandemide özel alan, bakım emeği ve annelik  ve Toplumsal yeniden üretim krizi olarak pandemi başlıklarını taşıyor.

Kapitalizm Öldürür tartışmamızın üçüncü başlığıydı. Bu başlıkta yer alan Pandemi ortamında derinleşen kriz, ve Pandemide ücretli kadın emeği, Pandemide baskı, iktidar ve biyodenetim ve Toplumsal yeniden üretim krizi olarak pandemi sunuşlarını paylaştık.

Dördüncü başlığımız Gezegeni de kadınlar kurtaracak tartışmasını 3 Haziran’da gerçekleştirdik.  Neo-liberal kapitalist üretim modeli pandemiyi nasıl yarattı?  ve İklim krizi, gıda krizi, ekolojik kriz sunuşlarımızdan sonra, sıra üçüncü sunuşta:

Pandemi sonrası kentler ve kamusal alan – K. Zeynep Çelik

Pandemi sonrası kentlerin nasıl biçimlendiğini ele almadan önce virüslerin oluşumunda ve yaygınlaşmasında kentlerin etkilerine değinmek gerekir. Tarihe baktığımızda kentleşmenin virüslerin oluşumunda virüslerinde kentlerin biçimlenmesinde önemli roller oynadığını görüyoruz. 

19.yy dünyasına baktığımızda sanayileşmenin etkisiyle nüfusu artan kentlerin salgının odağı haline geldiğini görüyoruz.19.yy Londrasında işçilerin yaşadığı sağlıksız(yoksulluk, temiz suya erişim pahalılığı, kötü barınma…) koşullarda kolera büyük bir tehdit oluşturuyordu. İşçiler fabrikaların çevresinde rutubetli, karanlık oda ve apartmanlarda kalabalık halde yaşıyorlardı. Bu durum virüsün hızlı bir şekilde yayılmasına sebep oldu. Bu dönemde salgınla mücadele kentlerin temizliği, karantina uygulamaları, beslenmeye dikkat etmek gibi kısıtlı önlemlerle sınırlıydı. Yapılanlar koleranın yayılmasını önlemiyordu. Dr.Snow virüsün kaynağının kentin altyapı sorunuyla ilgili olduğunu Kanalizasyon sisteminde sorun olduğunu düşünüyordu. Yaptığı bir araştırmayla vakaları toparlayarak haritalandırmış ve vakaların su tulumbasının olduğu noktada yoğunlaştığını görmüştü. Kanalizasyon sistemi su kaynağını kirletiyor ve virüsün yayılmasını sağlıyordu. O dönem yoksulların temiz suya erişimi zordu. Tulumbanın kırılmasıyla salgının yayılması azaldı. O dönem kent yönetimi salgının yayılımında alt yapı sorununu kabul etmeyerek, su şebeke ağlarına müdahale etmedi ve uzun yıllar buradan rant sağlamaya devam etti.  Pandeminin yeniden gündeme geldiği 1866 yılına ait “Ölüm Dispanseri: Semt yönetimi himayesinde yoksullara açık ve ücretsizdir” başlığıyla servis edilen karikatür yayınlandı .[1]

Salgınların ortaya çıkışı ve kentleşme arasındaki ilişkiyi açığa çıkarmak için Wuhan’a biraz daha yakından bakmaya ihtiyaç var. Wuhan 90’lı yılların başında yaklaşık 3,5 milyon nüfusa sahipken şuan ortalama 11 milyon nüfusa sahiptir. Tüm bu hızlı kentleşme neoliberalizmin hakimiyetinde yaşanmıştır. İklim olarak çok sıcak ve nemli olan bu bölge insanların yaşaması için elverişli olmamasına rağmen tüm iklim koşulları zorlanmıştır.90’lı yıllarda 120 kadar göle sahip olan bölgede göl sayısı otuza kadar düşmüştür. Kent yıllar içinde kırsal alanlara doğru doğa ve iklim koşulları zorlanarak büyümeye devam etmiştir. Kontrolsüz olarak büyüyen ve sanayileşen bu kent doğayla sürekli karşı karşıya gelerek vahşi hayatı sıkıştırmış, canlıların yaşam alanlarını ortadan kaldırmış ve daha fazla temas halinde yaşamaya zorlamıştır. 

Tüm bu azman kentleşmenin, sınırsız sömürünün kendisi beraberinde salgınları getirmiştir. [2]

Pandemi tüm dünyada azman kentleri vurmuştu. Roger Keil yazısında “Pandemiyi kentleşmiş bir gezegenin ilk pandemi olmakla birlikte çeperin pandemisi” olarak tanımlamış ve en az korunan, en görünmeyen bölgelerin virüsün yükünü taşıdığını yazmıştı. Türkiye’de de virüsün odak merkezinin  İstanbul olduğunu daha da derinleştiğimizde virüsün çeperleri daha çok vurduğunu görüyoruz. Esenyurt, Esenler ve Bağcılar vaka sayısının en yoğun olduğu ilçeler. Aynı zamanda bu ilçeler nüfus yoğunluğu açısından da kalabalık ilçeleri. İstanbul genelinde kilometrekareye 2.842 insan düşerken , Esenyurt gibi yaklaşık 1 milyon nüfusa sahip ilçelerde nüfus yoğunluğu çok daha fazlaydı. Bu durum virüsü yayılma katsayısını da arttırıyordu. Virüsün yayılma katsayısı ortalama 2.7 iken İstanbul’da bu durum 16 idi. Bu ilçelerde yaşayanlar kimlerdi? Kentin merkezlerinden çeperlerine itilmiş kent yoksullarıydı, evde kalamayanlar. İstanbul beton yığınları içinde yoğun nüfusuyla virüsün kontrol altına alınamadığı kentlerden biri oldu. [3][4]

Covid-19 sürecinde kentsel ve kamusal alanların dönüşümü?

Pandemi sürecinde mekanların nasıl dönüştüğüne bakmadan önce kent ve kadın ilişkisine biraz değinelim . Etrafımızdaki birçok şey gibi mekanlarda toplumsal cinsiyete göre düzenlenmiştir. Kentler ve kamusal mekanların planlanması da buna dahil. Ev içi kadına atfedilirken kamusal mekanların planı erkeklere atfedilmiştir. Tüm planlama  sağlıklı genç erkeklerin ihtiyaçlarına göre şekillenmiş kadınları, çocukları, yaşlı ve engellileri görmemiştir. Kadınlar kamusal mekanları kullanımı ve erişimi birçok sorunla karşılaşmıştır. Kentlerin kadınlar için güvenilirliği bu imkanlara erişim konusunda kilit noktadadır.  “Kadınların cinsel saldırıya karşı aldıkları önlemlerin çoğunu tehlike arz eden kamusal mekânlardan kaçınmak ve dışarıdayken erkeklerden gelecek herhangi bir taciz ve saldırı ihtimalini engellemek için önceden aldıkları tedbirlerin oluşturmasıdır.” [5] Güvenilirlik meselesiyle birlikte ekonomik anlamda ve hizmete erişim noktasında da kadınlar bir dizi sorunla karşılaşmaktadır. Kentlerde yaşamak kadınlar açısından birçok güçlüğü beraberinde getirirken pandemi süreci kadınların yaşamını daha da zorlaştırmıştır.

Covid-19 hızla tüm dünyada yayılırken iktidarların buna karşı ilk tepkileri fiziki teması engellemek için yapılan karantina uygulamaları oldu. Kalabalık kent merkezleri boşaldı, kamusal mekanlar kapatıldı. Yayılmanın önüne geçmek için evde kal çağrıları yapılmaya başlandı. Bu çağrı kenti mekânsal ve sınıfsal anlamda ayrıştırdı. Kent merkezlerinde yaşayan orta ve üst sınıf evde kal çağrılarına uyarken, evde kalamayanlar yani kentin çeperlerinde yaşayan yoksullar işe gidip gelmek zorunda kaldı.

Peki ya evsizler ve kirasını ödeyemediği için evden atılacaklar? İçinden geçtiğimiz süreçte konut hakkı tartışması önemini daha da arttırdı. Pandemi koşullarında salgından korunmanın en etkili yöntemlerinden biri evde kalmakken evsizler ve kirasını ödeyemeyip sokağa atılacak olan yoksullar için covid-19 ölümcül hale geldi. Amerika’da sayıları yaklaşık 6 milyonu bulan evsizler pandemi koşullarında da sokaklarda kalmaya devam etti. Evsizler için önlem aldıklarını iddia edenler, üstü açık otoparklarda insanlık dışı koşullarda kalmalarını sağladı, ortada herhangi bir önlem yoktu. Covid-19 ‘la birlikte daha da yoksullaşan halk kira ve faturalarını ödeyemediler. Amerika’da başlayan kira grevleri ve işgaller Avrupa’da da yaygınlaşmaya başladı. Amerika’da Nisan ayında kiracıların üçte birinin kiralarını ödemediği görülüyor. Pandemi sonrasında evsizliğin giderek artacağını beklenirken bu durum konut işgalleri ve kira grevlerini beraberinde büyütecektir. İstanbul Kent Savunması da bu süreçte “Küresel salgın ile mücadelede kiracı hakları için ekonomik adalet” çağrısı yaparak #koronadaneolacakkira hashtagiyle kiralar ve faturaları askıya alınsın talebini örgütledi.

Pandemi süreci konut hakkı tartışmasını daha da genişleterek önümüze koydu daha çok sorgulamamızı sağladı. Konut hakkı kapsamı sadece kira ve faturalar üzerinden değil nasıl evlerde yaşamamız gerektiği sorusuna da yanıt olacak şekilde tartışılmalıdır. Pandemi sürecini evde geçirenler için ev sadece dört duvar değil aynı zamanda okul, işyeri, spor alanı oldu. Evlerin yetersizliği açıktı. Küçük evlerde yaşayan kalabalık aileler, rutubetli binalar, balkonsuz evler, Fransız balkonlar, bahçesi olmayan evler gibi bir dizi sorun gözümüze batmaya başladı.  Sokağın yasak olduğu dönemlerde açık havayla temas edebileceğimiz, özgürleşebileceğimiz tek alanlar bahçesi olmayanlar için balkonlarımız oldu. Balkonu olmayanlar içinse çekilmez çileye dönüştü. Betonlaşmış bir kentte iç içe geçmiş binalarda balkonlar da anlamını yitirdi. Pandemi süreci sağlıklı, temiz havaya ve yeşil alana ulaşabildiğimiz konutların gerekliliğini bir kez daha gözler önüne serdi. 

 

Evlerden dışarı çıktığımızda dar kaldırımlar ve sokaklar karşıladı bizleri. Fiziki mesafeyi sağlayamadığımız bu durum Pandemi koşullarında hayatımızı daha da zorlaştırdı. 1.5 mt fiziki mesafe kuralı kaldırım yetersizliğinden sağlanamadı. Bankalar, marketler ve diğer mekanların önünde kaldırımlara sığmadığı için yollara taşan kuyruklar oluştu. Bazı ülkelerde hızlıca kaldırım genişletme çalışmaları başlatıldı. Salgınla beraber kamusal mekanlar fiziki mesafeyi sağlayacak şekilde yeniden planlanmaya ihtiyacı olduğu açığa çıktı.

Virüsün yayılmasını kolaylaştıran kalabalık, niteliksiz ulaşım ağları bu dönem  kriz yarattı. Toplu taşıma kullanım oranları azaldı. Toplu taşımada değişikliklere gidildi, ne kadar uygulandığı tartışılsa da kapasitenin altında yolcu taşıma, yan yana oturmama gibi kurallar getirildi. Bazı ülkelerde büyük karayolları kapatıldı, araç kullanımı azaltıldı ve insanların nefes alabileceği alanlar açıldı . Bisiklet kullanımı teşvik edilerek, bisiklet yolları genişletildi. Kent içinde geniş bisiklet ağları kurma çalışmalarına başlandı. İnsanların toplu taşıma kullanım oranlarının düşeceği beklenirken, özel araç kullanımındaki artış yeni sorunlara yol açacaktır. 

Salgın sürecinde yeşil alanlara erişimin kritik öneme sahip olduğu gözler önüne serildi. Dünya Sağlık örgütü sağlıklı kentlerde yaşamanın koşulu olarak kişi başına düşen yeşil alanın 9m2 olması gerektiğini söyler. Her ülke bunu kendi standartlarında tekrar planlarken Türkiye’de bu planlama sonucunda kişi başına düşen yeşil alan 7m2 olarak belirlenmiştir. İstanbul’un birçok ilçesinde ise bu durum 1m2dir. Süreç boyunca iktidarın yaptığı yasaklamalar kentleşme tartışmasıyla iç içedir. Nüfus yoğunluğunun fazla olduğu ve insanların nefes alabileceği yeşil alanların olmaması, dar sokaklar, ulaşım ağları, rant odaklı kentleşme ve beton yığınları kendisiyle sokağa çıkma yasaklarını getirmiştir. [6]

Bugünün neoliberal kentleri salgınların doğuşu ve pandemiye dönüşmesinde en önemli etmenlerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Azmanlaşarak odağına rantı alan kent planlaması bugün canlıları katleden silahlara dönüşmüştür. Salgının odağında azman kentler olurken, salgından ciddi şekilde etkilenenlerin kentin çeperlerinde yaşayan yoksullar olduğunu görüyoruz. Salgının hem oluşumu hem de yayılmasında kentlerin ve kamusal alanların etkisi büyük. Nüfus yoğunluğu, ulaşım ağları, sokakların planı, yeşil alanların yetersizliği, kamusal mekanların boyutları, evlerimizin durumu salgınla ilişkilidir. Kentlerin tüm canlılar için yaşanabilir ve halk sağlığını odağına alan bir planlamaya ihtiyacı var.

Covid-19 sürecinde Kentsel ve Kamusal alanların denetimi ?

Koronavirüs salgınına karşı yalnızca sağlık alanında değil teknoloji alanında da çalışmalar yapıldı. Özellikle Asya ülkelerinde big data, yapay zeka, robotlar gibi teknolojiler bu süreçte aktif kullanıldı. Bu durumu iktidarlar halk sağlığı için değil insanlar üzerinde denetim aracına dönüştüreceği açıktır. Çin’de dronelar ve robotlar kullanıldı. Dronelar karantina sürecinde sokağa çıkanları tespit ederek evlerine dönmeleri konusunda emirler verirken, robotlar maske takmayan fiziki mesafe kurallarına uymayanlara ceza verdi. Çin’de 200 milyon kamera sistemi yapay zeka ağlarıyla donatılırken kişilerin yüzleri, ısıları, hareketleri takip edildi. Karekod uygulamaları ve telefon sinyalleriyle gittikleri yerler tespit edildi. Tüm bu süreçte kişisel verilerin gizliliği yok sayıldı. Türkiye’de de buna benzer bir hes kod uygulaması geliştirdi. Şehirlerarası ulaşım araçları kullanmak için Hes kodu zorunlu hale getirildi. 

Salgın dönemlerinde verilerin tespit edilmesi, haritalanması hastalığı önlenmesi açısından önemli rol oynuyor. Verilerin açığa çıkartılması sınıfsal ve mekansal ayrışmayı da gözler önüne seriyor. Salgının yayıldığı topluluklar en savunmasız, güvencesiz ve yoksul bırakılanlar yani iktidarlar açısından isyan potansiyeli barındıranlar. Tam da bu sebeple dijitalleşme halk için  halk sağlığının gözetilmesinden öte halkların üzerinde denetim ve baskı aracına dönüştürülecektir. Burada teknolojinin kimler tarafından ne için kullanıldığı sorusu kritik. Tüm bu teknolojik gelişmelerin salgın dönemindeki yaygın kullanımı bundan sonraki süreçlerde gündelik hayatlarımızı denetlemede kullanılacaktır. İktidarlar teknolojiyi denetim aracı olarak kullanacağı ve yeniden şekillendirirken en büyük baskı araçlarından biri haline getirdiği açık. Veri analizinin ve teknolojinin iktidarların denetim ve baskı aracına dönüştürmesine engel olmak ve halk yararına, halk sağlığı için kullanılmasını sağlamak gerekir.

İzole üretim üssü

Dilovası

 

Kaynaklar:

[1]https://www.arkitera.com/gorus/19-yuzyilda-salgin-hastaliklar-kentleri-nasil-sekillendirdi-ii/ 

[2]https://www.youtube.com/watch?v=3MBQjHMZS2Y&list=WL&index=5&t=0s 

[3]https://www.birgun.net/haber/covid-19-kentsel-bir-gezegende-pandemi-299194

[4]https://bianet.org/bianet/diger/224021-saglikli-kentler-mutlu-kentler

[5]Kadınların Kent Hakkı: Bütün Köşebaşlarını İstemek / Dr.Selda Tuncer

[6]https://www.birgun.net/haber/salginla-mucadelenin-kentsel-tezahuru-296162

Tüm sunuşlar: Pandemide Kadın Kadına Tartışma  

Yorumlar