Korona Şoku ve Patriyarka

Selen Güler 5Harfliler için çevirdi: Salgının dünya çapında ifşa ettiği ve tetiklediği şiddet üzerine kapsamlı bir araştırma.

Korona Şoku ve Patriyarka

Tricontinental’da yayınlanan 5 Kasım 2020 tarihli “CoronaShock and Patriarchy” başlıklı çalışmanın çevirisidir. Salgının çeşitli topluluklar üzerindeki etkisini 4 ana başlıkta inceleyen bu kapsamlı araştırmayı 5 bölümde yayınlayacağız. Önsözü Arjantin’in Kadın, Toplumsal Cinsiyet ve Çeşitlilik Bakanı Eli Gómez Alcorta yazdı. 

Önsöz

Ülkemizde zorunlu koruyucu sosyal izolasyon kararı alındığında 8 Mart’ın üzerinden sadece birkaç hafta geçmişti. Kadın ve LGBTQIA+ hareketleri, politik gündemlerini ve taleplerini bu tarihte bir kez daha dile getirmişti. Bu talepler, hayatın her alanında karşımıza çıkan toplumsal cinsiyete dayalı şiddet ve eşitsizliği ortadan kaldırmaya yönelikti.

COVID-19 salgını, feminist ve sosyalist hareketlerin bir süredir dile getirdiği birçok şeye görünürlük ve açıklık getirdi. Bunlardan ilki eşitsizlik, dışlanma, nefret ve ayrımcılığın eşi benzeri görülmeyen korkunç bir seviyeye ulaştığı bir sistemde sanki bunlar “normalmiş” ya da “doğalmış” gibi yaşıyor olmamız. Eğer bu “normalliğe” bir son vermezsek dünyanın ve insanlığın sonuna doğru yokuş aşağı yuvarlanacağımızı söylemek abartılı olmaz. İkinci olarak, COVID-19, devlet müdahalelerinin, özellikle insanları ve sağlığı önemseyen, hayatı koruyan devlet müdahalelerinin ne kadar önemli olduğunu küresel çapta bir kez daha göstererek devletlerin önemini ortaya koydu. Salgın, tarih boyunca kadın işi olarak görülen, toplumsal ve ekonomik açıdan değersizleştirilen ve gün geçtikçe güvencesiz hale gelen işlere ışık tutarak bakım emeğinin önemini daha önce hiç görmediğimiz bir şekilde bize gösterdi.

Halihazırda var olan eşitsizlikler görünür hale gelmeye devam ediyor. Evi olanlar ile gecekondularda yaşayanlar karantinayı aynı şekilde deneyimlemiyor. Çalışmak zorunda olanlar ve olmayanlar için; yol, internet, toplu taşıma gibi yeterli altyapıya ulaşımı olanlar ve olmayanlar için; su tesisatı olanlar ve olmayanlar için; kadınlar ve erkekler için; natrans kadınlar ve trans kadınlar için karantina aynı şey değil. Toplumun farklı kesimlerinin bugünkü sağlık krizinden farklı şiddette etkilenmesinin nedeni, sanki politik bir sorun değilmiş de doğal bir şeymiş gibi normalleştirilen bu eşitsizlikler oluyor.

Bu”‘normalliğin” parçası olan eşitsizlik ve baskılar, kadınlar ve LGBTQIA+’lar için toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin, yoksulluğun artması ve bakım emeğinin artmasıyla omuzlarına aşırı miktarda bakım emeği yüklenmesi olarak tezahür ediyor.

Bugün mücadelesini verdiğimiz büyük sorunlar, şu anki krizi dikkate alarak üstesinden gelecek bir strateji oluşturmak ve salgının bizi daha da yoksullaştırmasının, daha çok şiddete, daha çok sömürüye maruz bırakmasının önüne geçebilmek. Bunun yanında, şiddeti ve eşitsizliği yeniden üreten güç ilişkilerini bozacak yapısal dönüşümler için de çalışmamız gerek.

Popüler feminizmin savunucuları olarak oynadığımız rol, bizi bekleyen görevlerin merkezinde yer alıyor. Ülkemizde kadın hareketi ve feminist harekete dair politik gündemi tartışmak, birbirimizle bir şeyler paylaşmak ve ülkenin dört bir yanında organize olmak için 34 yıldır binlerce kişi bir araya geliyoruz[1]. Tarihimizde işçi örgütlenmeleri, haklarımız ve yaptığımız işlerin tanınması için verdiğimiz mücadeleler var. Ülkemizde verilen insan hakları mücadelesinde, hareketimizin tarihinde yer alan madre’lerde ve abuela’larda[2] kendi yansımamızı görüyoruz.

Kadın hareketi son birkaç yılda büyük güç kazandı. Ni Una Menos [Bir Kişi Daha Eksilmeyeceğiz] hareketi 5 yıl boyunca Arjantin sokaklarında devam etti. Toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin önüne geçmek ve bu şiddete maruz kalanlara destek olmak için acilen uygulanması gereken kamu politikalarını gündeme getiren hareket, “no nos maten más,” yani “bizi öldürmeye son verin” nidalarıyla sesini duyurdu. Dönemin hükümeti Cambiemos [Değişelim] partisinin[3] ve neoliberalizmin etkisini arttırmasıyla harekete ilişkin tartışmalar yeni gündemi takip etti. Ekonomik kriz zamanlarında yoksulluk ve neoliberal politikalar feminist bir mesele haline geliyor, kadınları ve LGBTQIA+’ları daha çok etkiliyor, eşitsizliklerin daha da artmasına neden oluyor. Ancak hareket örgütlenerek tepkisini gösterdi. 2016 yılında gerçekleşen ilk kadın grevinin ve 2018’de kürtaj tartışmaları sırasında gerçekleştirilen “yeşil dalga” hareketinin önderliğini yapan kadın hareketi, kadın ve LGBTQIA+ hareketinin zamanın en dinamik aktörlerinden biri olduğunu gösterdi.

Bizden önce gelenlerin, Patria Grande’mizdeki[4] [Yüce Vatan] ve dünyadaki kız kardeşlerimizin verdiği mücadelelerin açtığı yoldan giden bizler, bu krizden şimdi olduğumuzdan daha iyi bir şekilde çıkabilmek, her şeyi tartışmaya açmak ve bu tartışmaların popüler, yenilikçi ve feminist bir uzlaşıya dayandığından emin olmak için çaba göstermeliyiz.

Giriş

Korona Şoku serimizde dünyayı hızla etkisi altına alan bir virüsün günümüz toplumsal, politik ve ekonomik sorunlarını nasıl gözler önüne serdiğini tartışmıştık. COVID-19, burjuvazi toplumsal düzenin çöküşünü açığa çıkarırken, dünyanın sosyalist bölgelerinde ortaya çıkan direnişlere de tanık olmamıza vesile oldu.

Bu küresel sağlık, politik, ekonomik ve toplumsal krizin ortasında, günlük hayatta meydana gelen yıkıcı değişimlerin ceremesini en çok çeken taraf çoğunlukla kadınlar. Çocuk, yaşlı ve hasta bakım işleri arttı, kadınlar ve LGBTQIA+ bireyler istismarcılarıyla beraber karantinaya girmek zorunda kaldıkları için toplumsal cinsiyete dayalı şiddet vakaları çok yüksek rakamlara ulaştı. Dünyanın her yerinde ülkeler salgının farklı evrelerini yaşarken 2020 yılı bu yeni gerçekliğe uyum sağlamaya ve hayatta kalmaya çalışarak geçecek gibi görünüyor.

Dünyanın dört bir yanındaki pek çok ülke, aylardır farklı fiziksel mesafe ve karantina yöntemleri ve kademeleri deniyor. Bazı ülkeler karantina önlemlerini hafifletip ekonomiyi yeniden canlandırmaya çalışırken diğerleri yeni enfeksiyon eğrisini düzleştirmeye çalışıyor. Küresel çapta toplumların karşısına yeni zorluklar çıkmaya devam ettikçe bu büyük toplumsal ve ekonomik kayıpları telafi etmek ne kadar zaman alacak belli değil.

Bu çalışmada, mevcut sağlık krizini daha kapsamlı bir şekilde anlamaya çalışıyoruz, bu da onu toplumsal ve ekonomik bir kriz olarak da anlamamız gerektiği anlamına geliyor. İlk olarak krizin toplum ve işgücü üzerindeki etkilerini ele alacak ve salgının ön saflarında yer alan sağlık çalışanları, temel hizmet çalışanları, kayıt dışı çalışanlar ve toplumun en savunmasız üyelerinin ne gibi sonuçlarla karşı karşıya kaldığını inceleyeceğiz. İkinci olarak bakım emeğinden bahsederken alınan karantina ve fiziksel mesafe önlemlerinin bakım emeği verenler üzerindeki etkilerini ele alacağız. Üçüncü olarak, karantina döneminde artan ataerkil şiddeti tarihsel açıdan analiz ederek ve özellikle Küresel Güney’de yaşanan son politik olaylarla şiddet olaylarında yaşanan bu artış arasındaki bağlantıyı kurarak ele alacağız. Bu küresel krizle yüzleşirken daha adil, daha insancıl ve daha eşit bir toplum inşa etme amacıyla dünyanın her yerinden kadınlar ve feminist örgütler tarafından öne sürülen taleplerin listesini bu çalışmanın sonunda sunacağız.

  1. Korona Şoku’nun Topluma ve İşgücüne Etkisi

Kapitalizm tarihinde görülen en kötü krizi yaşıyoruz. Bu krizi tetikleyen minik, gözle görülemeyen virüs, Tricontinental Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün direktörü Vijay Prashad’ın sözleriyle, bütün dünyayı karantinaya girmeye zorlayarak “modern tarihin en büyük istemsiz genel grevine” sebep oldu. Küresel işgücünün yarısından fazlası işsiz kaldı ve/veya evden çıkmıyor. Bu da dünyanın ekonomik büyüme oranlarını fazlasıyla etkiliyor. İşgücü değer üretir ve işçiler karantinaya girmek zorunda kaldığında hiçbir ekonomi bunun sonuçlarından kaçamaz. Küreselleşen dünyada tedarik zincirleri ve endüstriyel tesisler faaliyetlerinin bir kısmını ya da tamamını durdurmak zorunda kaldığında, bunun yol açtığı ekonomik etkiler dünyadaki her ülke için, özellikle Küresel Güney ülkeleri için yıkıcı oluyor.

Neoliberal modelin uygulanması bugün karşı karşıya olduğumuz zorlukların üstesinden gelmeyi daha da karmaşık bir hale getirdi. Bu model vergi indirimlerini, özelleştirmeyi ve dış kaynak kullanımını teşvik ettikçe devletler gittikçe güçsüzleşiyor, bütçelerinde kesinti yapıyor ve sosyal yatırımları azaltıyor. Kemer sıkma politikaları, minimal devlet, işçi sendikaları ve —ister sağlık hizmetleri ister sosyal hizmetler ya da toplumun en savunmasız kesimlerine yardıma adanmış hizmetler alanında olsun— sosyal kuruluşların zayıflaması, salgınla mücadele edebilmek için gerekli olan sosyal ve kamusal kaynakları tehlikeye attı. Bu şartlar altında, sağlık sistemi ve sosyal hizmet sistemleri çöktü ve bu durum temel insani yardıma ulaşımın azalmasına sebep oldu.

Kruttika Susarla / İlerici Politikalar için Sanatçılar (Hindistan), 1 Mayıs 2020.

Resimdeki yazı: Bu 1 Mayıs’ta mitingler düzenleyemiyoruz belki ama Hindistan tarihinde kırmızı bayrağın gölgesinde yapılmış en önemli ve etkili mitinglerin bazılarını anıyoruz.

Neoliberal Kamusallaşmanın Sonuçları

Sağlık sadece bireylerle ilgili değildir; karmaşık, toplumsal olarak belirlenmiş bir süreçtir. Sağlık sorunları, önleme stratejileri ve tedavi süreçlerini bireysel seviyeye indirgeyen biyomedikal görüşler üzerine yoğunlaşan halk sağlığı tartışmalarında bu noktaya değinilmiyor. Bu neoliberal proje, evrensel ve toplumsal bir hak olan sağlığa büyük ölçüde ciddi bir tehdit oluşturuyor. Neoliberal ideoloji insan hakları, evrensellik, eşitlik, sigorta kapsamı, temel sağlık hizmetleri ve diğer meselelere al attı ve bunları dönüştürdü.

Washington Konsensüsü‘nün ardından 1990’larda Latin Amerika’da egemenliğini arttıran neoliberal ideoloji, Latin Amerika’nın karşı karşıya olduğu sorunların sözde aşırı büyük kamu sektörü yüzünden meydana geldiğini ve bu sorunları çözebilmek için devlet tarafından sağlanan hizmetlerin özelleştirilmesi ve yapısal mali düzenlemelerden geçmesi gerektiği fikrini başarılı bir şekilde destekledi. Yeni teknolojilerin hayata geçirilmesi, ortak kaynakların ve malların kamulaştırılmasının damgasını vurduğu on yıllar süren neoliberal dönüşümler ve yapısal uyum politikalarından sonra, nihayetinde piyasa köktenciliği galip geldi. Bunun sonucunda verimli, sürdürülebilir ve uzun vadeli kamu politikaları yerine kısa vadeli kısmi müdahalelerde bulunuldu. Dünya Bankası, böyle bir politik ve ekonomik ortamda ve “Investing in Health”(1993) başlıklı belgeye dayanarak sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi ve metalaştırılmasını amaçlayan reformları gündeme getirerek ve bir model oluşturarak halk sağlığı alanına müdahalede bulundu.

Bugün karşı karşıya olduğumuz gibi sağlık krizleriyle mücadele, halk sağlığı sisteminin tahrip edilmesi, parçalanması, mülksüzleştirilmesi ve satılması sebebiyle sert bir biçimde engellendi. Dünyanın dört bir yanında yerel sistemlerin çökmesinin ardından Guayaquil, Ekvador’da olduğu gibi sokaklarda bırakılan cesetlerin ya da birçok Latin Amerika ülkesinde kazılan toplu mezarların gözler önüne serdiği acı tablo, bölgedeki neoliberal mülksüzleştirmenin boyutlarını de ifşa etti. Dünyada en çok COVID-19 vakasının görüldüğü Amerika’yı, Hindistan gibi Küresel Güney ülkeleri izliyor.

Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, dünyada COVID-19 vakalarının  %10 kadarını sağlık çalışanları oluşturuyor. Açıkça görüldüğü üzere, salgınla mücadelede ön saflarda yer almak ve aşırı strese maruz kalmakla birlikte belirsizlik duygularıyla da mücadele etmek durumunda olmak COVID-19’a yakalanma riskini arttırıyor. Bu riskleri salgından önce de biliyorduk, ancak, salgının beraberinde getirdiği kişisel koruyucu ekipman eksikliği, uzun çalışma saatleri, işsizlik ya da kayıt dışı işlerde çalışmak zorunda kalma gibi riskler nedeniyle bu gerçeklik daha vahim bir hal aldı. Kadın sağlık çalışanları meslek hayatlarında yaşadıkları bu stresin yanında özel hayatlarında da ev işi, çocuk ve(ya) yaşlı bakımı gibi bakım işlerini sürdürmeye devam ediyorlar.

Temizlik personelinden, kayıt dışı bakım çalışanlarına kadar sağlık hizmetlerinde görev alan kimi çalışanları daha da yaralanabilir kılan, sağlık sektöründeki ve genel olarak da toplum genelindeki görünmezlikleri. Sınıf, cinsiyet ve ırkı kesiştiren tarihsel ve toplumsal faktörlere dayanan bir gerçek bu. Bu demek oluyor ki, sözü edilen emekçiler çalışma koşulları üzerinde daha az söz hakkına sahip, yapılan düzenlemelerden ve devlet korumasından diğer emekçiler gibi faydalanamıyorlar, dolayısıyla da sağlıkları ve güvenlikleri daha büyük bir risk altında. Güvencesizlik ve gelir kaybı korkusu giderek artarken, çalışanların örgütlenme ve sendikalaşma olasılıkları azalıyor. Bu da daha fazla aşırı sömürüye, kötü çalışma koşullarına maruz kalmalarına ve iş güvencesinden mahrum bırakılmalarına neden oluyor.

Salgın, sağlık sistemine ve insanlara ücretsiz, kamusal, kaliteli bir hizmet verebilmek için verilen uğraşlara yönelik uzun süredir devam eden saldırıyı ve yaralanabilirliği en fazla olan sağlık emekçileri arasında var olan cinsiyet eşitsizliğini ortaya çıkardı. Emekçilerin dikkate alındığı ve cinsiyet ayrımının son bulduğu bir dünya için mücadele etmekten başka bir seçeneğimiz yok. Bunu da sadece pencerelerimizden tezahürat yaparak değil, işçi sınıfı için elle tutulur zaferler kazanarak yapabiliriz.

Ön Saflarda Yer Alan Kadın Sağlık Çalışanları

Sağlık çalışanlarının, özellikle hemşirelerin çoğunluğunu kadınlar oluşturuyor. Birleşmiş Devletler’e göre, dünya genelinde sağlık hizmetleri alanında görev yapan işgücünün yaklaşık %67’si kadınlardan oluşuyor. Temizlik endüstrisi çalışanlarının da, sosyal hizmet çalışanlarının da çoğunu (%90) kadınlar oluşturuyor. Örneğin Brezilya’da, sağlık sisteminde (Birleştirilmiş Sağlık Sistemi, SUS) görev alan 2.7 milyon çalışanın 2 milyonu, ya da %75.4’ü kadın. Irklara göre bakacak olursak, SUS iş gücünün %8’i siyah erkeklerken, %26’sı siyah kadınlardan olmak üzere toplam %34’ü siyahlardan oluşuyor.

İşgücünün çoğu kadınlardan oluşmasına rağmen küresel sağlık sistemi endüstrisi çoğunlukla erkekler tarafından yönetiliyor. Dünya Sağlık Örgütü’ne (DSÖ) göre, küresel sağlık kuruluşlarının %69’unun başında erkekler bulunuyor. Bunlardan yönetim kurulunda cinsiyet dengesini sağlayanlar sadece %20’yi oluştururken üst düzey yönetim pozisyonlarında cinsiyet dengesine ulaşanların oranı ise %25. DSÖ’nün verilerine göre, sektörde kadınlar daha uzun saatler çalışırken erkeklere göre %11 daha düşük ücret alıyor.

Arjantin’de sağlık hizmetleri sektörü,tarih boyunca, kadınların daha çok teknik, operasyonel ve temizlik görevlerinde, erkeklerin ise daha çok profesyonel ve yönetici pozisyonlarda yer aldığı bir sektör olmuştur. Ulaştığımız verilere göre, hemşirelik öğrencilerinin, hemşire teknisyenlerinin ve hemşirelik asistanlarının %82’si kadın. Tarih boyunca erkeklerin çoğunlukta olduğu tıp alanında son 20-30 yıldır bir değişim yaşanıyor ve kadınları bu alandaki mesleklerde artık daha çok görüyoruz. Günümüzde sağlık profesyonellerinin %70’i kadınken, tıp öğrencilerinin ve mezunlarının çoğunluğu da kadın. Buna rağmen yönetici pozisyonlarının sadece %40’ını kadınlar oluşturuyor. Özel sektörde cinsiyet eşitsizliği daha fazla görülüyor. Yönetici pozisyonlarının sadece %13’ünde kadın çalışanlar yer alıyor.

Zaman içinde kadınların bu mesleklere katılımının artmasına rağmen hastaneler, belediyelerdeki sağlık birimleri ve merkezi hükümetlerin sağlık bakanlıklarında, profesyonel dernekler, bilimsel kuruluşlar ya da işçi sendikaları gibi sağlık kuruluşlarında kadınların liderlik ve yönetici pozisyonlarındaki payı artış göstermedi. Bu durumun ücret eşitsizliğinde de payı büyük. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (Arjantin) 2018 tarihli raporuna göre sağlık sektöründe çalışan kadınlar, erkeklere göre %10-20 oranında daha az ücret alıyor.

Ücretler, Irk, Cinsiyet ve Sağlık İşinin Görünmeyen Tarafları

Diğer meslek kollarında olduğu gibi sağlık çalışanlarının yönetiminde de ayrımcılık büyük bir rol oynuyor. Bu durum, sağlık sektörünü şekillendiren ataerkil ve yeni sömürgeci köklerden kaynaklanıyor. Bunun etkileri, kadınlar ve erkekler, ırksal sınırlar arasında, alınan ücrette, eğitim düzeyinde ve liderlik pozisyonlarında yer alma oranındaki eşitsizliklerde kendini gösteriyor. Bu durum  cinsiyet ve ırk eşitliğini sağlayacak aktif politikaların hayata geçirilmesi gerektiğinin altını çiziyor.

Hâlâ dünyanın her yerinde ve her sektörde kadınlar, onlarla aynı işi yapan erkeklerden %20 daha az ücret alıyor ve düşük ücretli işlerde çalışan kadınların oranı erkeklerden çok daha fazla. İş yerinde kadınlar hâlâ daha beceriksiz görülüyor, daha az prestije sahibiler, terfi alma olasılıkları daha düşük ve sendikalaşma, güvenlik, güvence ve yeterli ücret gibi temel işçi haklarına erişimleri daha kısıtlı. Örneğin Brezilya’da, halk sağlığı hizmetleri sisteminde en düşük ve en yüksek ücretli işler arasında 7 kat fark var. Genel olarak kadınlara erkeklere ödenen ücretin %75’i ödeniyor, siyah kadınlar beyaz erkeklere ödenen ücretin yalnızca %60’ını alabiliyor.

Kadınlar ve erkeklere ödenen ücretler arasındaki eşitsizliğin yanı sıra sağlık sektöründeki resmi iş olanaklarına erişimde de eşitsizlik görülüyor. Küresel Sağlıkta Kadınlar (Women in Global Health) isimli organizasyona göre, kadın sağlık çalışanları küresel GSYİH’ye 3 trilyon dolar katkı sağlarken, yaptıkları işin yarısı tanınmıyor ya da ücretlendirilmiyor. Ücretlendirilmeyen sağlık işlerinin çoğu kadınlar tarafından yapılıyor. Arjantin’de sağlık çalışanlarının %77.1’i resmi işlerde çalışıp emeklilik planları için ödeme yaparken, erkek çalışanlar arasında bu oran %81.3 ile daha yüksek. Doktorlar gibi tıp profesyoneli olarak ve hemşire, sosyal hizmet uzmanı ve bakıcı gibi diğer sağlık çalışanları olarak kayıtlı  kadın ve erkekler arasında %5.5’lik bir fark görülüyor. Bu da, sağlık sektöründeki erkekler ve kadınlar arasındaki ücret farklılıklarını etkiliyor.

Salgın sürecinde kadın çalışanların popüler ekonomilerdeki[5] rolü, özellikle işçi sınıfı bölgelerinde ön plana çıktı. İnsanların su, elektrik ve hijyen gibi temel ihtiyaçlarını karşılayamadığı kentsel yerleşimler ve çevresinde sağlık krizi iyice belirgin hale geldi ve bu kötü yaşam koşullarında virüsün yayılması için bir üreme alanı yarattı. Salgın döneminde temel sağlık hizmetlerine, bilgiye ve diğer hizmetlere acilen erişim ihtiyacı olanlar, işte bu bölgelerde yaşayan kişiler.

Arjantin’deki kadın işçiler, işçi sınıfı mahallelerinde toplum sağlığını teşvik ederek, anketler yaparak, yaşlılara, yalnız yaşayanlara ve daha çok risk altında olanlara destek olarak ön saflarda yer alıyor. Sağlık merkezleri, hastaneler ve sağlık programlarıyla birlikte çalışan bu kadınlar kapı kapı gezerek ev sakinlerine test yapıyor, kendilerini karantinaya almak zorunda olan kişilere ve ailelere rehberlik ediyorlar. Sadece sağlık krizini yönetmekle kalmayıp aynı zamanda topluluklarına gıda sağlıyor, temel ihtiyaç maddelerini ve genel bakımlarını karşılıyorlar. Temel sağlık hizmeti veren ama sağlık sistemine kayıtlı olmayan bu toplum sağlığı çalışanları genellikle tanınmıyor ve ücret almıyor.

Güney Afrika’da, salgının ön saflarında önemli rol oynayan ancak genellikle geçici sözleşmelerle çalışan Toplum Sağlığı Çalışanları (TSÇ), Temmuz 2020’de bir protesto düzenleyerek tam zamanlı istihdam ve halk sağlığı kurumlarına yaptıkları katkıların tanınmasını talep ettiler. KwaZulu-Natal’da TSÇ olan Noluthando Mhlongo, “Toplulukları COVID-19 için taramamız ve test etmemiz için bize güvenilirken neden sağlık forumlarının ön saflarında kendi görüşlerimizi paylaşmamıza izin verilmiyor?” diyor.

Bu gerçeklerin ve yapılan önemli işlerin fark edilmesini sağlamak için verilen emekler, özellikle TSÇ’lerin mesleki eğitimden geçmesi ve yaptıkları işin karşılığında ücret almalarının savunulması politika tartışmalarına yön vermeye başladı. Bu çalışanların ücret alma, yaptıkları iş için takdir ve eşit muamele görme taleplerini dikkate almalıyız.

Korona Şoku’nun LGBTQIA+ Üzerindeki Etkisi

Daha önce tartıştığımız gibi, COVID-19’un etkileri, dünyanın dört bir yanındaki topluluklarda farkılık gösteriyor. Virüsün etkilerini en kötü şekilde hissedenler sınıf, ırk, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet ve bilhassa cinsiyet kimliği üzerinden ötekileştirilen gruplar oluyor. Transfobi nedeniyle halihazırda var olan, sınıf ve ırkla da bağları bulunan sorunlar transları COVID-19’un hedefi haline getiriyor. Bu bölümde, COVID-19 salgını sırasında, dünya çapında LGBTQIA+ ve özellikle trans topluluğunun karşı karşıya geldiği ciddi sorunların bazılarından kısaca bahsedeceğiz.

COVID-19’un trans bireyler üzerindeki etkisini incelerken karşımıza çıkan ilk engel ortada yeterli veri olmaması. Bu bir tesadüf değil: Yaşadıkları ayrımcılık, ataerkil şiddet ve ötekileştirilmenin bariz etkilerine rağmen, translar hâlâ görmezden geliniyor. ABD’deki Kaliforniya eyaleti, Haziran ayında salgının translar üzerindeki etkileriyle ilgili veri toplayan birkaç eyaletten biriydi. Brezilya’da 12.9 milyon kişinin işsiz olduğunu gösteren resmi verilerde translardan söz edilmiyor. São Paulo şehrinde, evsiz nüfusun son dört yıl içinde %53 oranında arttığını (2015’te 15.9 bin kişiyken 2019’da 42.3 bin kişi) gösteren devlet raporlarında da aynı durum görülüyor. Salgının translar üzerindeki etkilerini tam anlamıyla ölçmek imkânsız olsa da trans topluluğundaki destek ağları bu gerçeğe kendi hayatlarında ve sokaklarda tanık oluyor, işsiz ve evsiz kalan insanlar içinde en çok transların olduğunu belirtiyorlar.

LGBTQIA+ ve özellikle trans çocuklar için bu eşitsizlik hayatlarının erken döneminde başlıyor. Onları desteklemeyen aileleri tarafından evden atılan LGBTQIA+ çocuklar, resmi sektörün gerektirdiği seviyede eğitim düzeyine ve mesleki beceriye sahip olamıyor, bunların yanı sıra bir de ayrımcılığa uğruyorlar. Translar işlerini kaybetme riskine karşı kimliklerini gizlemek zorunda kalıyorlar. Bu da yüksek düzeyde depresyon, anksiyete ve intihara neden oluyor. Toplam 498 trans bireyle (452 trans kadın ve 46 trans erkek) yapılan bir ankete göre, Arjantin’de trans erkeklerin %40’ı, trans kadınların ise üçte biri hayatlarının bir döneminde intihara kalkışırken intihar teşebbüs yaşı trans erkeklerde en erken ortalama olarak 13, trans kadınlarda ise 16 yaşlarında başlıyor. ABD’de 27.715 trans bireyle yapılan başka bir araştırmaya göre, katılımcıların %40’ı hayatlarının bir döneminde intihara teşebbüs etmiş. Bu oran bütün nüfustaki oranın 8 katı. Okulların çoğunun kapatılması ve çevrimiçi eğitime geçmesiyle trans çocuklar destek görmedikleri bir ev ortamında istismarcılarıyla kapana kısılmış bir durumda kalıyorlar.

Bu da salgın döneminde COVID-19’a maruz kalma riskinin evsiz çocuklar ve yetişkinler için daha yüksek olduğu ve virüsle temas etmeleri durumunda bakım hizmetlerine erişme olanaklarının daha az olduğu anlamına geliyor. Bazı kaynaklara göre, onca sıkıntının arasında ve yeterli maddi imkan olmadan evlerine dönebilmek için uğraşan çok sayıdaki göçmenin aksine, trans çocukların ve yetişkinlerin dönebilecekleri bir evi ya da ailesi olmuyor. Zaten transların çoğu göçmen. ABD-Meksika sınırı krizinde şahit olduğumuz gibi zorlu yolculuğu tamamlamayı başaran göçmenler, bakımsız ve aşırı kalabalık ıslahevlerinde tutuluyorlar.

COVID-19, Güney Afrika’da cinsel yönelimi ve cinsiyeti bakımından azınlıkta olan mültecilerin hâlâ karşı karşıya olduğu karmaşık sorunları gün ışığına çıkardı. Acı, Baskı ve Yoksulluğa Karşı İnsanlar (PASSOP) isimli kâr amacı gütmeyen yardım kuruluşunun toplumsal cinsiyet ve LGBTQIA+ mülteciler projesi koordinatörü Victor Chikalogwe, kuir mültecilerin kendi ülkesinde yaşadığı ağır ve uzun süreli travmaların bu insanlar Güney Afrika’ya yerleşmeye çalışırken daha da arttığını belirtiyor. New Frame’de yayınlanan makalede Chikalogwe şöyle diyor: “İçinde bulunduğu topluluğun ya da yurttaşlarının desteğine güvenen mültecilerin aksine cinsel yönelimi ve cinsiyeti bakımından azınlıkta olan mültecilerin bunu yapması mümkün değil. Bu tür bir destek olmadan yaşamak onlar için çok daha zor.”

Bu bilgilerin ışığında, trans bireylerin çoğunun evsiz olduğuna şaşırmamak gerek. Buenos Aires’te (Arjantin) yapılan bir araştırmaya göre, transların %65’i devletin kira verecek durumu olmayan kişilere sağladığı güvencesiz otel odalarında, %22.5’i kirada ve %6.6’sı barınaklarda ya da sokakta yaşarken yalnızca %5.9’u kendi evinde yaşıyor. Bu durumda da ayrımcılık büyük rol oynuyor. İstikrarlı ikamet olanakları translara sunulmuyor ya da kötü niyetli ev sahipleri ve fahiş ücretlerle karşı karşıya kalıyorlar. Trans kadın Florencia, “Gelirimiz olduğunu kanıtlayamıyoruz. Trans kadınların evi kiraladıktan sonra orayı geneleve çevireceğini zannediyorlar. Bu yüzden bizden normalin 2-3 katı kira istiyorlar,” diyor.

Haydarabad’da (Hindistan) translarla konuşmanın COVID-19’a yakalanma riski taşıdığını söyleyen afişler asıldı. Transfobi ve korkudan başka bir şeye dayanmayan bu tür söylentilerin yine de somut etkileri oldu. Bunun sonucunda The Hindu’ya göre, “sitelerde oturan translardan kiraladıkları evleri boşaltmalarını istendi.”

Translar sistematik olarak resmi işgücü piyasasından da dışlanıyorlar ve çoğu zaman seks işçiliği yapmak ya da dilenmekten başka seçenekleri kalmıyor. Örneğin, Güney Afrika’da 2020 Mart’ında ülke çapında karantina uygulaması başladıktan kısa bir süre sonra, 6 Mayıs’ta Seks İşçileri Eğitim ve Savunma Gücü (SWEAT), çoğu trans olan seks işçilerinin “Güney Afrika’daki en ötekileştirilen işçiler olduğunu çünkü yaptıkları işin meslekten sayılmadığını” belirtti. Pretoria Üniversitesi İnsan Hakları Merkezi’nde öğretim üyesi olan Larissa Heüer’e göre, seks işçilerinin yaptığı işin yasadışı olması onları polis, sağlık çalışanları ve müşterilerin istismarına karşı daha savunmasız hale getiriyor. Heüer, seks işçilerinin yasal hizmetlere erişimi olmamasının onları kötü ve tehlikeli çalışma koşullarına mecbur bırakırken Güney Afrika toplumu tarafından daha çok damgalanmalarına neden olduğunu vurguluyor. Barınak kaybı ve gıda, ilaç ve diğer temel ihtiyaçlara erişimin olmaması gibi halihazırda kötüye giden koşullar ve krizler, salgının neden olduğu gelir kaybı ile birlikte daha da vahim bir hal aldı.

Arjantin’de trans kadınların %90’ı seks işçisi olarak çalışmış ya da çalışıyor ve yalnızca her 10 transtan biri emeklilik maaşı elde edebiliyor. Ailesi ve iki kız kardeşini geçindiren Panamalı seks işçisi Monica’nın sözleriyle, “Şehirde birçok trans seks işçisi olarak çalışıyor. Bu bizim ilk seçeneğimiz mi? Hayır. Ama düzenli bir iş ve bu sayede aileme bakabiliyorum.” Fiziksel mesafe ve karantina önlemleri, sokak satıcılarına olduğu gibi seks işçileri ve dilencilerin de gelir kaynağını elinden aldı.

Bununla birlikte birçok trans birey temel kimlik belgeleri olmadığı için, Frontline’dan Divya Trivedi’nin Hindistan’daki transların durumu hakkında yazdığı gibi, “Haliyle gıda karnesi ve emekli maaşı gibi devlet desteklerinden yararlanamıyorlar. Bu da böylesine zor geçen karantina döneminde hayatta kalmalarını imkânsız kılıyor.” Bu belge eksikliği transları, devlet tarafından sağlanan kısıtlı maddi yardım ve gıda yardımı gibi temel yardım programlarının yanı sıra emekli maaşı gibi sosyal güvenlik programlarından da mahrum bırakıyor.

Brezilya’da LGBTQIA+ bireylerin, özellikle transların çoğu, devletin sağladığı kısıtlı yardımlara erişmek için gerekli kimlik belgelerine sahip değil. Brezilya’da siyah nüfusun %40’ını internete erişimi olmayan ve bu nedenle yardım almak için sisteme kayıt olamayan translar oluşturuyor.

Resmi iş piyasasından dışlanan, aile destek ağlarından atılan ve devlet yardımı alamayan transların halihazırda var olan rahatsızlıkları nedeniyle acı çekme riski daha yüksekken hastalandıklarında tıbbi yardım alma olasılıkları ise daha düşük. Trans Bireyler Ulusal Örgütü’ne (Associação Nacional de Travestis e Transexuais) göre, Brezilya’da genel nüfusun ortalama yaşam süresi 76.3 yılken trans bireylerde bu süre sadece 35 yıl.

Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, dünyada HIV’le yaşayan üreme çağındaki natrans yetişkinlerin oranı %19 iken HIV’le yaşayan trans kadınların oranı yaklaşık 49 kat daha fazla. Bu uçurum, trans kadınlarda HIV yaygınlığının genel yetişkin nüfusun 80 katı olduğu bazı ülkelerde daha da fazla. HIV/AIDS pozitif kişilerin bağışıklık sistemi zayıflayabilir. Bir rapora göre, bu nedenle HIV/AIDS pozitif bireylerin COVID-19 nedeniyle ölme riski daha yüksek.

Brezilya’da HIV/AIDS nedeniyle hayatını kaybedenlerin %60’ı siyah gay erkeklerden oluşuyor. Diğer araştırmalardaki veri yetersizliğine benzer şekilde DSÖ, trans erkekler arasındaki HIV oranına dair çok az verinin bulunduğunu belirtiyor. HIV pozitif kişiler ayrımcılığa uğramaktan korktukları için HIV statülerini paylaşmıyorlar. Bu da resmi verilerin gerçekte olduğundan daha az olabileceğini gösteriyor. Düzenli iş olanaklarına ve sağlık hizmetlerine erişimin olmaması bu tür enfeksiyonların tedavi edilmemesine, eksik tedavi uygulanmasına ve COVID-19 tedavilerine öncelik verilirken geri plana atılmasına neden olabiliyor.

Bunların yanı sıra, trans bireylerin tarih boyunca karşılaştıkları ayrımcılık gibi engeller onları tedavi almaktan alıkoyuyor. Arjantin’de yapılan bir araştırmaya göre, Cinsiyet Kimliği Yasası (2012) yürürlüğe girmeden önce her 10 transtan 7’si halk sağlığı sisteminden faydalanırken her 10 transtan 8’i cinsiyet kimlikleri nedeniyle ayrımcılığa uğruyordu (yasanın kabul edilmesinden sonra bu oran 3/10’a düştü). Tedavi için hastaneye başvurmak genelde translar için tacize uğramak, küçümseyici bakışlara maruz kalmak, tedavinin reddedilmesi, hatta fiziksel ve cinsel istismara maruz kalmak da demek oluyor.

Devlet ve kamu politikalarıyla önü açılan “transkırımı” nedeniyle transların sağlık hizmetlerinden dışlanması daha da artıyor. Bunun bir örneği yakın zamanda ABD’de yaşandı. Geçtiğimiz Haziran ayında Trump hükümeti sağlık hizmetlerinden yararlanan transları ayrımcılığa karşı koruyan kararın kaldırılması için bir teşebbüste bulundu. Bu teşebbüs, zaten salgının başından beri yapılan aramalarda %40 artış görülen trans kriz hatlarına açılan rekor sayıda telefonu da beraberinde getirdi. Ağustos ayında bir yargıç Trump’ın bu çabalarını durdursa da hükümet, transları koruyan diğer kararları iptal etmeyi başardı. Transların karşı karşıya olduğu güvencesizlik tehdidi her geçen gün artmaya devam ediyor.

Öte yandan bazı ülkeler, salgın sırasında LGBTQIA+ bireyleri korumak ve özellikle transların karşı karşıya kaldığı güvencesiz durumu çözmek için kamu politikaları yürürlüğe soktu. Arjantin’de Kadın, Toplumsal Cinsiyet ve Çeşitlilik Bakanlığı, sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği yaparak karantina sırasında LGBTQIA+’lara yiyecek ulaştırarak gıda yardımı yaptı. Benzer şekilde translar hükümetin salgın sırasında uyguladığı sosyal yardım programlarına dahil edildi. Federal hükümet 4 Eylül’de, federal kamu idaresi çalışanlarının en az %1’inin translardan oluşmasını şart koyan Trans Çalışan Kontenjanı Yasası’nı (Cupo Laboral Travesti Trans) yürürlüğe soktu.

Brezilya’da yakın zamanda yürürlüğe giren ve ölüm belgesi olmadan cesedin yakılmasına izin veren, sahipsiz cesetlerin yakılması ve ortadan kaldırılması için devlete tam yetki veren yasa devletin yoksullara, işçi sınıfına, beyaz olmayanlara, LGBTQIA+ topluluğuna ve diğer ötekileştirilen gruplara karşı olan duyarsızlığını gösterdi. Elimizde veri olmasa bile, evlerinden atılan, aileleri tarafından reddedilen, iş piyasasından dışlanan, salgının ortasında seks işçiliği gibi güvencesiz sektörlerde çalışmaya ya da aç kalmaya zorlanan transların bu cesetler arasında olacağını biliyoruz. Brezilya COVID-19 enfeksiyonlarının ve ölümlerinin küresel merkezi haline gelirken bazı vatandaşlar Jair Bolsonaro’nun başında olduğu hükümeti soykırım yapmakla suçladı.

Bu bölüm, COVID-19’un LGBTQIA+ topluluğu üzerindeki, çoğu hâlâ görmezden gelinen ve yok sayılan etkilerini anlatmada yetersiz kalıyor. Bu sorunlara karşı aktivistler, taban örgütleri ve sivil toplum kuruluşları, hükümeti seks işçiliğini suç olmaktan çıkarmaya, ihtiyacı olanlara destek ve gıda yardımı, evsiz kalan translara ve kuirlere de acil barınma imkanı sağlamaya, hayatta kalabilmek için temel hizmetlere erişmeye çalışan, ülke vatandaşı olmayan belgesiz göçmenlere de destek olmaya çağırıyor. Hükümetin bu çağrıları dikkate alıp almayacağını ilerleyen günlerde göreceğiz.

***

[1] Encuentro Nacional de Mujeres (Ulusal Kadınlar Toplantısı) 1986’dan beri her yıl bir araya geliyor.

[2] Askeri diktatörlük döneminde kaybolan kişilerin madre’leri (anneleri) ve abuela’ları (büyükanneleri) 1977 yılında Plaza de Mayo’da (Buenos Aires) protestolarına başladılar. 1976-1983 yılları arasında diktatörlük döneminde 30.000 insan ortadan kayboldu. Bu kişilerin çoğu politik eylemlerde bulunduğu için ya da sadece yoksul olduğu için hedef alındı. Madre’ler ve abuela’lar protestolarına hâlâ devam ediyorlar. O zamanlar kaybolan ve çoğu hâlâ kayıp olan sevdiklerinin nerede olduğunu bilmek istiyorlar.

[3] Eski başkan Mauricio Macri’nin (2015-2019) başında olduğu Cambiemos Partisi, Sağlık ve Çalışma Bakanlığı bütçesinde yaptığı kesintiler ve işçi haklarına karşı saldırılarıyla pek çok neoliberal reform gerçekleştirdi, ülkedeki ekonomik krizin daha da derinleşmesine yol açtı ve IMF’den (Uluslararası Para Fonu) büyük miktarlarda borç aldı.

[4] Burada Patria Grande hem “Yüce Vatan” söylemine hem de Arjantin’deki taban örgütleri ve halk hareketlerinden oluşan Frente Patria Grande koalisyonuna bir gönderme olarak kullanılmıştır.

[5] ‘Popüler ekonomi’ terimi, resmi işgücü piyasasının dışında bırakılan yoksul işçilerin geçimlerini sürdürebilmek için sokakta satıcılık yapmak, geri dönüşüm malzemeleri ve çöp toplamak, kentsel tarım yapmak gibi izlediği stratejileri ifade etmektedir.

Kaynak: 5Harfliler

Yorumlar