Minik tatlı bir hayalet geziniyor aramızda. Bize yazma cüreti veren bir hayalet bu sefer. Bazen aklımıza girip “Yazacağım be!” dedirtiyor, bazen karşımıza geçip “Yazmalısın!” diye bizimle kavga ediyor.
“Merhaba” diyerek başlayım bu yazıyı okuyan tanıdığım ve tanımadığım herkese. Her zaman her şeyi tartmak zorunda olduğumuz bir hayat ile cezalandırılıyoruz. Ben hayatım boyunca pervasızca bağırmak istediğim şeyleri yazıyorum şimdi.
Minik tatlı bir hayalet geziniyor aramızda. Bize yazma cüreti veren bir hayalet bu sefer. Bazen aklımıza girip “Yazacağım be!” dedirtiyor, bazen karşımıza geçip “Yazmalısın!” diye bizimle kavga ediyor. Nereden baksan güç veriyor. Bazen aklıma giren, bazen benimle kavga eden hayalet, bakalım bana neler yazdıracak.
Patriyarkanın bir kucağı varmış, bizim oralarda bütün kadınlar o kucağa doğarmış. Ben de doğuverdim bu dikenli kucağa. Çocukken içinde bulunulan haksızlıklar çeperini fark etmiş olanlar için, “ya savaş ya alış (uyum sağla)” seçimi daha erken başlar. Bu keskin bir çizgi değildir her zaman. Bazen her ikisini de seçmemek mümkün olabiliyor ama bazılarımız için bu çeperin dayanılmaz işkenceleri bizi isyan noktasına getiriyor.
Ben lisedeydim. Hayatıma sahip olan kişinin ben olmadığımı gördüğüm –farkettiğim- zamanlardaydım. Doğduğum şehirden başka bir şehre, Sinop’a, Öğretmen Lisesi’ni kazandığım için gitmiştim. Ve okulun yurdu olmadığı için bir tarikat yurduna yerleştirildim. Bedenimin ve hayatımın ilk sahiplenicisi olan ailemden ayrıldım. Artık benimle ilgili kararları ailemle birlikte “ablalarımız” veriyordu. Ne giyeceğime, nereye gideceğime bir grup karar veriyordu. Düzenlerine ayak uydurup bir süre “alış” şıkkını seçtim. Bir gün ailem aranmış okul ve yurt idarelerinden. Üstünde Atatürk’ün fotoğrafının basılı olduğu bir bluz giydiğimi ve bunu yaparak siyaset yapmış olduğumu söylemişler. En büyük etkeninin bu olduğu sebepler silsilesi ile dönem sonunda yurttan atıldım. Babam beni okuldan alıp kaydımı sildirmek niyetiyle geldi. Neyse ki o yaz bir şekilde ikna ettim ve okula geri döndüm. Lise üçüncü sınıfa geldiğimde sanırım aklım biraz daha şekillenmişti. Küçükken istismara uğradığımı söyleyememiştim anneme ve babama. Çünkü istismar eden kişi üvey ağabeyimdi. Yeni dönemde okula başlamadan önce anneme söyledim. O da babama söylemiş. Hayatım boyunca babamın bana o süreçteki kadar iyi davrandığı bir an hatırlamıyorum. Dershane seçimini bana bırakmıştı. Düzenli aralıklarla arar halimi sorardı. Bu, babam ve benim ilişkim için aşk yaşanıyor denecek kadar büyük bir şeydi. Ve beni bir gün aradığında Amasya’ya gelmemi istediğini söyledi. Tabii gittim. Sabah kalktığımda yanımda üvey ablam vardı. Beni araba ile sessiz sakin bir yere götürdü. Oturduk konuştuk. Konuştuk dediysem benim söylediğimin nasıl doğru olmayacağını, olamayacağını ve hatta olmaması gerektiğini anlattı. Önce, “çocukların fallik döneminden kaynaklı küçükken böyle şeyler görülür” dedi. İkna olmayınca “biriyle yattın da o yüzden ağabeyine mi suç atıyorsun” dedi. Yine ikna olmayınca “çocukluğumdaki seksapelliğimi” ele aldı. Çünkü bu olay başıma gelen ilk istismar olayı değildi. Daha önce de istismara uğramıştım. Canım yandığı için onu söylemek zorunda kalmıştım. Artık bunlarla da beni kışkırtıp “Yalan söyledim,” dedirtemediği için tehdit etti. Hepimizi öldürmekle… Bu kadarını kaldırmaya da, göğüslemeye de gücüm yetemezdi. Mecburen “Deniz yanlış anlamış babacığım,” oldu ve ben ailenin iftiracısı, düzenbazı olarak hayatıma devam ettim.
Bu süreçte Liseli Genç Umut ile tanıştım. Seçtiğim “alış-uyum sağla” seçeneğinin benim için bir çözüm olmadığını anladığım dönem işte bu dönem. O yıl ilk defa 1 Mayıs’a katıldım. Bunu kutlamak için babam beni yine okuldan almaya geldi. Okulun toplantı odasında oturduk. Suratıma savurduğu tokadın öfkesini hala taşıyorum içimde.
1 Mayıs’a gitmek için önce tarlada çalışmak gerekirmiş babama göre. Alnından ter silmek gerekliymiş. Bu samimiyetsiz aklı ile memleketin en solcusu babamdır şüphesiz. Beni bu şekilde cezalandıracağını ve tarlada çalışma cezasının bana zor gelmesinden kaynaklı bir daha eylemlere gitmeyeceğimi düşündü. Ama ben 1 Mayıs’a gitmek için zaten sebepsiz değildim. Başımda babam gibi bir patron varken 1 Mayıs benim günümdü.
Bir şekilde üniversiteyi kazandım ve attım adımımı Çanakkale’ye. Hayatımın güzel olduğu kadar çirkin, eğlenceli olduğu kadar ıstırap verici dönemi başladı. Sabah laik ve bilimsel, özgür üniversite derken akşam eylemi görüp beni arayacaklar mı diye tedirgin olmaktan psikolojim alt üst oluyordu. Kişilik yarılması yaşıyordum bir nevi. Hayatımın tutarsızlık içinde olduğunu görmek ruhumu ve aklımı acıtıyordu. Kendi hayatıma kendim yön vermek istiyordum. Yahu böyle istek mi olur? Ne demek kendi hayatını istemek? Bu tarif edilemez ve empati ile hissedilemez bir duygu.
Neyse artık o kutlu gün geldi kapıma. Bir eylemde gözaltına alındığımızı görmüşler. Şaka şaka. Bu durumlar artık ailelerimize kalmıyor sayın çok sevgili arkadaşlar. Polis gidip çocuğunuz terörist oldu deyip gösterdi eylemi. Buradan bu kutlu hareketi ile ülkesini kurtaran(!) o polise de selam olsun. Sınavlarım biter bitmez eve dönüş yapmam emri buyruldu. Hadi bakalım Deniz. Göster kendini yavru kuş. Bütün heybetinle(!)anlat evdekilere neler yaptığını. Devrimci olacağım de bakalım ağzının ortasında çıkan iz sana yakışacak mı? On altı saatlik yolda hep şunu sordum kendime: bir daha yapmayacağım deyip dönsem ve devam mı etsem? Yoksa hayır ben buyum diye karşılarına mı dikilsem? Eve gittiğimde ikisini de yapamadım. Kilim deseni inceledim. Saatlerce, günlerce… Ne kendimi yok etmeye niyetim vardı, ne de alıp çantamı gidecek gücüm… Yaklaşık on beş gün sonra kendimi toparladım ve kimse görmeden evden kaçtım. Çok komik gelecek size ama beni altı saat içinde buldular. Telefonumu, sigaramı, kitaplarımı, kimlik kartımı… hepsini benden aldılar ve bir odaya tıktılar. Bir yıl boyunca vücutta hiç iz bırakmadan nasıl işkence edileceğini gördüm. Üç ay telefonumu vermediler. (Üç ayın sonunda da delireceğimi düşündükleri için zorunluluktan verdiler.) Bu üç ay içinde izin verdikleri birkaç kitap vardı. Zülfü Livaneli’nin “Kardeşimin Hikayesi” kitabı bu dönemde okuduğum bir kitaptı. Sonlara yaklaştığımda o kitabın içinden bir elin çıkıp beni alacağını hissettim ya da öyle olmasını istedim. Gerçekten o kitabın sonuna gelirsem eğer birinin beni hapisten kurtaracağını düşündüm. Kitap bitti. Ben hala evdeydim. Telefonumu aldıktan sonra arkadaşlarım ile konuştum. Romanda duvara yazı yazmaktan elleri kanayan kahraman gibi parmaklarımın ucunun kanadığını gördüm. Sonunda duyurdum sesimi. Arkadaşlarımın kokusunu aldım telefonun ucundan.
Babamın iktidarını o kadar kabullenmiştim ki artık onun hayatımı yazacağına ve benim oynayacağıma ikna olmuştum. Fakat örgütlü olmanın en güzel yanı şu arkadaşlar: Sizin olamadığınız güç oluyor arkadaşlarınız. Arkadaşlarımın gücü ruhumu güçlendirdi, aklımı güçlendirdi ama yine de kendimi toparlamam bir yılımı aldı. Bir yılın sonunda artık bu evin benim gerçekliğim olmadığını gördüm. Her gün istismarcı adamın dışarıda dolandığını görmek, başka bir istismarcının özel günlerde eve gelmesi ve kardeş rolü yapması beni ya intihara götürecekti ya da hırçınlaştıracaktı. Ben hırçınlaşmayı seçtim. Bir yıl önce devrimci olmayı hedeflerken bu geçen zaman içinde kendimle ilgili gerçekleri kaybetmiştim. Nefes alarak kendime güç verecek heybeti(!) kazandım ve evi terk ettim. Evi terk ettikten iki yıl sonra üvey ağabeyimin istismarcı olduğu kanıtlandı. Biliyorum, bir sürü kız kardeşimin benzer bir güce bürünmesi gerek. Dokunduğum her kadına güç vermek istediğim için devrimci oldum. Hepimiz hayatımızı kendimiz yaşayalım diye… Evi terk ettiğimde beni hayatı pahasına koruyan kız kardeşime üç yıl önce vermiş olduğum sözümdü bu yazı. Bugün kendi hayatımın üçüncü yılını doldurdum. Benim hayatımı kendi hayatları bilen iki güzel kız kardeşime…
Yorumlar