Bir feminist manifesto üzerine notlar – Cinzia Aruzza & Tithi Bhattacharya & Nancy Fraser

2018 baharında, Facebook milyarderi Sheryl Sandberg, kadınlara iş dünyasında sertlik ve başarının toplumsal cinsiyet eşitliğine giden en rahat yol old

Bir feminist manifesto üzerine notlar – Cinzia Aruzza & Tithi Bhattacharya & Nancy Fraser

2018 baharında, Facebook milyarderi Sheryl Sandberg, kadınlara iş dünyasında sertlik ve başarının toplumsal cinsiyet eşitliğine giden en rahat yol olduğunu öğütlüyordu. Eğer sadece “tüm ülkelerin ve şirketlerin yarısı kadınlar tarafından yönetilseydi ve tüm evlerin yarısı erkekler tarafından idare edilse”, dünya daha iyi bir yer olurdu ve biz de bu hedefe ulaşana kadar durumdan tatmin olmamalıydık. Kurumsal feminizmin önde gelen bir temsilcisi olan Sandberg, Wall Street’in baş kuralsızlaştırmacısı Lawrence Summers’ın akıl hocalığının da yardımıyla, Harvard’dan Hazine Bakanı’nın ofisi yoluyla Google ve Facebook’ta veri toplama ve reklam hedefleme işlerine uzanan bir kariyerin zirvesinde, kadın yöneticileri şirket yönetim kurulu odalarında “sınırları zorlamaya” teşvik ederek isim yaptı.

Aynı bahar, 8 Mart 2018’de, ülke çapında yapılan bir feminist grev, İspanya’yı durma noktasına getirdi. Beş milyon yürüyüşçünün katıldığı la huelga feminista (feminist grev) örgütçüleri, “cinsiyetçi baskı, sömürü ve şiddetten arınmış bir toplum” için, “itaatkar, teslimiyetçi ve sessiz kalmamızı isteyen patriyarka ve kapitalizm ittifakına karşı isyan ve mücadele” çağrısını yükselttiler. Madrid ve Barselona’da güneş doğup neşeli çığlıklar atan kadın kalabalıkları sokakları doldurduğunda, feminist grevciler “8 Mart’ta kollarımızı kavuşturuyor ve tüm üretim ve yeniden üretim faaliyetlerine ara veriyoruz” diye ilan ettiler. Erkeklerden daha kötü çalışma koşullarını ya da aynı iş için daha düşük ücreti kabul etmeyi reddettiler.

Bu iki çağrı, feminist hareket için karşıt yolları temsil etmektedir. Sandberg ve benzerleri, feminizmi kapitalizmin beslemesi olarak görüyorlar. İşyerinde sömürünün ve toplumsal düzende baskının yarattığı nimetlerin egemen sınıfın erkekleri ve kadınları arasında eşit olarak paylaşıldığı bir dünya – bir tür “fırsat eşitlikli egemenlik” istiyorlar. Feminist grevin örgütleyicileri ise bunun tam tersine, kapitalist -ve patriyarkal- egemenliğe son verilmesi çağrısında bulunuyor.

Yol ayrımı

Bu iki feminizm tasavvuruyla karşı karşıya kaldığımızda, kendimizi bir yol ayrımında buluyoruz. Yollardan biri, bu bir şekilde mümkünse bile, insan hayatının sefilleştirildiği yakıp yıkılmış bir gezegene çıkıyor. Diğeri ise insanlığın hayallerinde daima tasvir edilen bir dünyaya işaret ediyor: bu, servetin ve doğal kaynakların herkes tarafından paylaşıldığı, eşitliğin ve özgürlüğün birer özlem değil, ilke olduğu bir dünya. Seçim yapmayı bu denli yakıcı kılansa, son kırk yıldır egemen olan yırtıcı finansal neoliberal kapitalizm formu yüzünden, her türlü orta yolun ortadan kalkmış olması – ve bu da her bir toplumsal mücadelenin maruz kaldığı tehlikeleri büyütüyor ve ılımlı reformlar kazanma çabalarını bile kıran kırana bir hayatta kalma mücadelesine dönüştürüyor. Feministler, bu koşullar altında, diğer herkes gibi, bir tutum benimsemeli. Gezegen yanarken “fırsat eşitlikçi egemenlik” peşinden koşmaya devam mı edeceğiz? Yoksa toplumsal cinsiyet adaletini, mevcut kıyımın ötesindeki yeni bir topluma götüren antikapitalist bir biçimde yeniden mi tasavvur edeceğiz?

Manifestomuz ikinci yol için bir özettir. Bugün kapitalizm karşıtı feminizmi düşünülebilir kılan şey, mevcut krizin politik boyutudur: Seçkin sınıfın güvenirliğindeki dünya çapındaki aşınma sadece merkez neoliberal partileri değil aynı zamanda Sandberg tarzı kurumsal-feminist müttefiklerini de etkilemektedir. Bu, Hillary Clinton’un “tarihi” adaylığının, kadın seçmenlerin coşkusunu ortaya çıkarmakta başarısız olduğu 2016’daki ABD başkanlık seçimlerinde yıkılmış olan feminizmdir. Sebebi gayet iyi anlaşılabilir: Clinton seçkin kadınların yüksek makamlara yükselişi ile büyük çoğunluğun hayatındaki iyileşme düzeyi arasındaki uçurumun kendi şahsında cisimleştirmiştir.

Clinton’ın yenilgisi bizim için bir uyanma çağrısıdır. Liberal feminizmin iflasını ifşa ederek, soldan bir meydan okumaya yönelik tarihi bir fırsatı simgeler. Mevcut liberal hegemonya boşluğunda, başka bir feminizmi inşa etme ve farklı bir sınıfsal yaklaşımla radikal-dönüştürücü bir etos (değerler sistemi) geliştirerek ve neyin feminist bir mesele sayılacağını yeniden tanımlama şansımız var. Hayali bir ütopyayı tariflemek için değil, adil bir topluma ulaşmak için geçilmesi gereken yolu netleştirmek için yazıyoruz. Feministlerin neden feminist grevlerin yolunu seçmesi, neden diğer kapitalizm ve sistem karşıtı hareketlerle birleşmesi ve neden “yüzde 99 için feminizm” haline gelmesi gerektiğini açıklamayı amaçlıyoruz. Şimdi bu tasavvur için bize ümit veren şey, 2017–18 uluslararası feminist grevleri ve onların etrafında gelişen ve giderek daha da eşgüdümlü bir hale gelen hareketlerle birlikte yükselen yeni bir küresel dalganın heyecanıdır. İlk adım olarak, mevcut konjonktür ve radikal, yeni, kapitalizm karşıtı bir feminist hareketin esasları üzerine on bir tezle yola çıkıyoruz.

1.Tez: Yeni bir feminist dalga grevi yeniden yazıyor

Feminist grev hareketi, 2016 Ekim ayında Polonya’da, yüz binden fazla kadın, ülkelerindeki kürtaj yasağına karşı çıkmak için yürüyüşler ve gösteriler düzenlediğinde başladı. Aynı ayın ilerleyen günlerinde, okyanusu aşarak, grevdeki kadınların Lucía Pérez cinayetini “Ni Una Menos” (Bir Kişi Daha Eksilmeyeceğiz” militan sloganıyla protesto ettikleri Arjantin’e geçti. Kısa süre içinde İtalya, İspanya, Brezilya, Türkiye, Peru, ABD, Meksika ve Şili’ye yayıldı. Sokaklarda başladıktan sonra, işyerleri ve okullara yayıldı, en sonunda gösteri ve medya, politika ve bilişim teknolojileri dünyasını sardı. Son iki yıl boyunca sloganları tüm dünyada yankılandı: Nosotras Paramos (Duruyoruz), We Strike (Grevdeyiz), Vivas Nos Queremos (Yaşamak İstiyoruz), Ni Una Menos (Bir Kişi Bile Eksilmeyeceğiz), Yüzde 99 için Feminizm. Önce hafif bir dalgalanmaydı, sonra bir dalgaya dönüştü ve artık küresel bir fenomen haline geldi.

Bir dizi ulusal temelli eylemi ulus ötesi bir harekete dönüştüren, 8 Mart 2017’de hep birlikte greve gitme kararı oldu. Bu yeni aktivizm biçimi, bu cesur hamleyle, Dünya Kadınlar Günü’nü, işçi sınıfı ve sosyalist feminizmde uzanan ancak unutulmuş olan tarihsel köklerine yeniden bağlayarak yeniden siyasallaştırdı. Eylemleri, yirminci yüzyılın başlarındaki işçi sınıfı kadın seferberliğinin ruhunu paradigmatik olarak, çoğunlukla göçmen ve Yahudi kadınların öncülüğünde düzenlenen ve Amerikan sosyalistlerine, Almanya’da Luise Zietz ve Clara Zetkin Uluslararası Çalışan Kadınlar Günü için çağrısında bulunurken, ilk Ulusal Kadın Günü’nü örgütleme ilhamı veren ABD grevlerini ve kitlesel gösterileri anımsatıyor. Günümüz feminist grevleri o militan ruhu kuşanarak, yalnızca sınırlar ve çitlerle değil, okyanuslar, dağlar ve kıtalarla birbirlerinden ayrılmış kadınları birleştiriyor. Eve dair ve sembolik duvarların tecritini kırarak, ücretli ve ücretsiz çalışmasıyla dünyayı ayakta tutanların sahip olduğu politik potansiyeli ortaya çıkarıyor.

Hareket, grev yapmak için yeni yollar icat ederek, grevi kendi içinden çıkan yeni tür bir siyasetle aşılıyor. İş bırakmayı yürüyüşlerle, küçük işletmelerin kepenk kapatmasıyla, ablukalar ve boykotlarla birleştirerek, bir protesto tarzı olarak eskiden oldukça geniş olan ama on yıllardır süren neoliberal saldırganlıklarla birlikte büzüşen genel grevin dağarcığını yeniliyor. Aynı zamanda, neyin “emek” sayılacağını yeniden tanımlayarak grevi demokratikleştiriyor ve kapsamını genişletiyor. Kadınların grev aktivizmi, ücretli çalışmanın ötesinde, ev emeğini, seksi ve “gülümseyişleri” de geri çekiyor; böylece kapitalist toplumda toplumsal cinsiyetlendirilmiş ancak karşılığı ödenmeyen çalışmanın, sermayenin faydalandığı ancak karşılığını ödemediği faaliyetlere değer katmakta oynadığı rolü görünür hale getiriyor. Ücretli işe gelince, feminist grev neyin emek meselesi sayılacağını da yeniden tanımlıyor; yalnızca ücretleri ve çalışma saatlerini değil, cinsel tacizi ve saldırıyı, yeniden üretim adaletinin önündeki bariyerleri ve grev hakkının önündeki engelleri de hedef alıyor.

Bu yüzden bu yeni feminist militanlık “kimlik politikası” ve “sınıf politikası” arasındaki inatçı ve bölücü karşıtlığın üstesinden gelme potansiyeline sahip. İşyerinin ve sosyal yaşamın birliğini ifşa ederek, mücadelesini bu alanlardan sadece biriyle sınırlamayı reddediyor. Neyin “çalışma” sayılacağını ve kimin “işçi” sayılacağını yeniden tanımlayarak, kapitalizmin kadınların hem ücretli hem de ücretsiz emeğini yapısal olarak değersizleştirmesini reddediyor. Sınıf mücadelesinin feminist, enternasyonalist, çevreci ve ırkçılık karşıtı yeni bir evresinin imkanını öngörüyor.

Kadın-grevi feminizmi imalattaki sendikaların berbat biçimde zayıflatıldığı bir zamanda patlak verdi. Neoliberalizme karşı direniş diğer alanlara da yöneldi: sağlık bakımı, eğitim, emekli aylıkları, barınma- insanlığın ve sosyal toplulukların yeniden üretimi için gerekli olan emek ve hizmetler. ABD’li öğretmenlerin grev dalgasından İrlanda’da suyun özelleştirilmesine karşı verilen mücadeleye ve Hindistan’daki Dalit sağlık çalışanlarının protestolarına kadar, kadınlar tarafından öncülük edilen ve güç verilen en militan kavgalar buralarda yaşanıyor. Bu mücadeleler, biçimsel olarak Uluslararası Kadın Grevi hareketiyle bağlantılı olmasa da, onunla çok fazla ortak yöne sahip. Onlar da, bir yandan emeğin sömürüsüne karşı çıkarken, diğer yandan hayatımızı yeniden üretmek için gerekli olan emeğin değerlenmesini istiyorlar. Sosyal hizmetlere daha fazla kamu harcaması yapılması çağrısıyla ücret ve işyerine dair taleplerini birleştiriyorlar.

Arjantin, İspanya ve İtalya’da kadın grevi feminizmi kemer sıkma politikalarına muhalefet eden güçlerin, okullar, sağlık hizmetleri, barınma, ulaşım ve çevresel koruma önlemlere yönelik mali kaynakların kesilmesini protesto edenlerin geniş desteğini aldı. Finans kapitalin emriyle “kamusal mallara” yönelik olarak başlatılan hükümet saldırılarına karşı muhalefet eden kadın grevleri, sadece ekmek değil gül de isteyerek, topluluklarımızı savunmaya yönelik geniş tabanlı girişimlerin katalizörü ve örneği haline geliyor.

  1. Tez: Liberal feminizm iflas etmiştir, onu aşmanın zamanı gelmiştir

Bu militan yeni dalga, son on yıllara hakim olan kurumsal feminizmden çok farklıdır. Buna rağmen, ana akım medya, feminizmi hala liberal modelle özdeşleştiriyor. Liberal feminizm sorunun bir parçası olduğu için, bu da kafa karışıklığı etkisi yaratıyor. Profesyonel-yönetici tabakadan kadınlara yaslanan liberal feminizm, “sınırları zorlamaya” ve “cam tavanı kırmaya” odaklanmıştır. Ayrıcalıklı bir azınlığın kurumsal merdivenleri veya askeri rütbeleri tırmanmasını sağlamaya adanan liberal feminizm, kurumsal “çeşitlilik”coşkusuyla örtüşen piyasa merkezli bir eşitlik yaklaşımının taraftarıdır. Ayrımcılık karşıtı ve seçme hakkı yanlısı olan liberal feminizm, seçme yapma ve eşitlik üzerindeki sosyo-ekonomik kısıtları ele almayı reddeder. Neoliberalizm bir müttefiki olarak, kadınların çoğunluğuna fayda sağlayamaz; aksine, aslında onlara zarar verir.

Liberal feminizmin amacı eşitlik değil meritokrasidir (bireysel üstünlüğe dayalı yönetim biçimi, ç.n). Toplumsal hiyerarşiyi ortadan kaldırmak yerine, tepedeki kadınların kendi sınıflarındaki erkeklerle denkliğini sağlayarak hiyerarşiyi feminize etmeyi hedefler. Doğası gereği, yandaşları da zaten önemli sosyal, kültürel ve ekonomik avantajlara sahip olanlar olacaktır. Liberal feminizm, servet ve gelir eşitsizliği balonuyla uyumlu biçimde, neoliberalizmin gerici politikalarını bir özgürleşme kuruntusuyla örtbas ederek ona ilerici bir parlaklık sağlar. Avrupa’daki İslamofobi’nin ve ABD’deki küresel finansın müttefiki olan liberal feminizm, profesyonel-yönetici kadınların, yalnızca bakım ve ev işlerini üstlenen düşük ücretli, göçmen ve işçi sınıfından kadınlara yaslanabildikleri için “sınırlarını zorlamasını” mümkün kılmaktadır.

Sınıfa ve ırka duyarsız olan lean-in feminizmi, davamızı elitizme ve bireyciliğe bağlar. Feminizmi münferit bir hareket olarak tahayyül ederek, bizleri, oğunluğa zarar veren politikaların ortağı eder ve bu politikalara karşı çıkan mücadelelerden koparır. Kısacası, liberal feminizm, feminizmin adını kötüye çıkarmaktadır. Cevabımız feminizme geri dönmektir –sürüyle kadını yerdeki cam kırıklarını temizlemek zorunda bırakacaksa, cam tavanı kırmakla hiç de ilgilenmiyoruz.

  1. Tez: Kapitalizm karşıtı bir feminizme, yüzde 99 için bir feminizme ihtiyacımız var

Uluslararası kadın grevinin militan feminizmi çağsal boyutlardaki bir krizle yüzyüze: çöken yaşam standartları ve ufukta beliren ekolojik felaket; savaşlar ve mülksüzleştirme; dikenli tellerle karşılaşan kitlesel göçler; teşvik edilen ırkçılık ve yabancı düşmanlığı; zorlukla kazanılmış hakların yürürlükten kaldırılması. Bizim tahayyül ettiğimiz feminizm bu zorlukların boyutunu kavramakta ve bunları aşmak istemektedir. Yarım yamalak önlemleri gevelemek yerine çoğunluğun: işçi sınıfının, ırk ayrımcılığına maruz bırakılanların ve göçmen kadınların; queer, trans, yoksul ve engelli kadınların; sermaye kendilerini sömürürken bile kendilerini “orta sınıf” olarak görmeye teşvik edilen kadınların ihtiyaçlarını ve haklarını savunur. Kendisini geleneksel biçimde tanımlanan “kadın sorunları” ile sınırlandırmaz. Sömürülen, egemenlik altına alınan ve ezilen herkes için ayağa kalkarak; insanlığın çoğunluğu için bir umut kaynağı; yüzde 99 için feminizm olabilir.

Yeni feminizm teorik düşünceyle bilgilenmiş, yaşanmış deneyimler potasında ortaya çıkmaktadır. Kadınların ve toplumsal cinsiyete sığmayanların temel haklara erişebilmesini sağlamanın tek yolunun bu hakların altını boşaltan altta yatan toplumsal sistemi dönüştürmek olduğu belirginleşmektedir. Tek başına kürtajın yasallaşması ne ödeyecek parası ne kliniklere erişimi olan kadınlar için tek başına yeterli değildir; evrensel üreme adaleti aynı zamanda parasız, evrensel sağlık hakkını ve tıp mesleğindeki öjenik (insan ırkını saflaştırmayı amaçlayan, ç.n.) pratiklerin son bulmasını da gerektirir. Aynı biçimde, ücret eşitliği, kapsamlı çalışma haklarıyla;  cömert bir yaşam ücreti ve yeni bir konut ve bakım örgütlenmesiyle bir arada olmadığında, sadece yoksul ve çalışan sınıftan kadınlar için sefalette eşitlik anlamına gelebilir. Toplumsal cinsiyet temeli şiddeti cezalandıran yasalar polis zulmüne, kitlesel hapisliklere, sınır dışı etme tehditlerine, askeri müdahalelere ve işyerinde taciz ve istismara körse hileden ibarettir. Yasal özgürleşme kamusal hizmetleri, sosyal konutları ve kadınların ev içi ve işyeri şiddetini arkada bırakmasını güvence altına alan kaynakları içermediğinde boş bir kabuktan ibarettir.

Bütün bu nedenlerle, “yüzde 99 için feminizm” ayrılıkçı bir hareket olamaz. Gerek çevresel adalet, eğitim, konut, emeğin hakları ve sağlık hakkı alanında mücadele eden gerek savaşa ve ırkçılığa karşı çıkan, çoğunluk için mücadele eden bütün hareketlerle birleşecektir. Biz sınıf mücadelesiyle rekabet içinde değiliz, tersine, sınıf mücadelesinin yeni, daha ferah bir biçimde yeniden tanımlanmasına katkıda bulunmakla birlikte, sınıf mücadelesinin tam içindeyiz.

  1. Tez: Bütünsel bir toplum krizinin içindeyiz ve bunun köken nedeni kapitalizm

2008 mali krizi, yaygın biçimde 1930’lardan bu yana yaşanan en kötü kriz olarak görülüyor, ancak bu yaklaşım yine de çok dar görüşlü. Yaşamakta olduğumuz bir bütün olarak toplumun; ekonominin, ekolojinin, politikanın ve “bakım” işinin krizidir. Bu bütün bir toplumsal örgütlenme biçiminin genel bir krizidir; en genel olarak kapitalizmin ve özel olarak da, bugün içinde yaşadığımız küreselleşmiş, finansallaşmış, neoliberal kapitalizm biçiminin krizidir. Kapitalizmin dönemsel olarak bu tür krizler üretmesi tesadüf değildir. Bu sistemin ayakta kalması için yalnızca ücretli emeğin sömürülmesi ve artığın yağmalanması yetmez, aynı zamanda doğaya, kamusal mallara ve insanlarla toplulukları yeniden üreten ücretsiz emeğe de karşılıksız biçimde el koyar. Kâr peşinde koşan sermaye, bunu yapmak zorunda bırakılmadıkça, bunların yeniden üretiminin karşılığını ödememenin keyfini sürerek genişler. Doğayı bozmaya, kamusal malları araçsallaştırmaya ve ücretsiz bakım emeğine el koymaya hazır sermaye, dönemsel olarak kendisinin– ve bizim – hayatta kalma koşullarını istikrarsızlığa sürükler.

Finansın dokunaçları tüm toplumsal dokuya yayılmışken; ücretlerin düşürüldüğü, emeğin haklarının zayıflatıldığı, çevrenin tahrip edildiği ve tüm enerjilerin aileleri ve toplulukları ayakta tutmak için gasp edildiği onlarca yılın sonrasında, kapitalizm günümüzdeki krizi özellikle şiddetli bir hal almıştır. Artık birçok insanın düzen partilerini reddetmesi ve yeni bakış açılarını ve siyasi projeleri denemesi şaşırtıcı değildir. Sonuç, büyüyen bir hegemonik kriz, bir önderlik ve örgütlenme boşluğu ve bir şeylerin patlaması gerektiği hissidir.

Kadın grevi feminizmi, bu yarıktan sıçrayabilen güçler arasındadır. Ancak arazi bizim kumandamız altında değil. Türedi sağcı hareketler, serbest ticareti sona erdirerek, göçü kısıtlayarak ve kadınların, beyaz olmayanların ve LGBTQ+’ların haklarını kısıtlayarak, (belirli bir etnik kökenden gelme) sıradan aileler kitlesinin refahını arttırmayı vadediyor. Bu arada, liberal merkezin egemen akımları da eşit derecede tatsız bir gündeme sahip: feministlerin, ırkçılık karşıtlarının ve çevrecilerin, liberal “koruyucuları” ile safları sıklaştırmalarını ve eşitlikçi toplumsal dönüşüm projelerinden vazgeçmelerini istiyorlar. Bu tasarıyı reddediyoruz. Sadece gerici popülizmi değil, onun ilerlemeci-neoliberal muhaliflerini de reddederek, krizin ve sefaletin gerçek kaynağını: yani kapitalist sistemin ta kendisini saplamayı onunla kafadan karşı karşıya gelmeyi amaçlıyoruz.

Kriz, “yalnızca” bir ıstırap anı değildir. Aynı zamanda, büyük halk yığınları baştakilerden desteğini çekip yeni fikirler ve yeni ittifaklar aradığında, bir uyanış anı ve toplumsal dönüşüm için bir fırsattır da. Genel krizin toplumsal yeniden örgütlenmeye yol açtığı süreçler, kapitalizmin kendisini hep tekrar tekrar yeniden icat etmesine yol açarak, modern tarihte defalarca gündeme geldi. Kârlılığı yeniden tesis etme girişimlerinde, siyasal şampiyonları, yalnızca resmi ekonomiyi değil aynı zamanda siyaseti, toplumsal yeniden üretimi ve insan dışı doğa ile olan ilişkilerimizi de yeniden yapılandırdılar. Sınıfsal, toplumsal cinsiyete ve ırka dayalı sömürünün hakim biçimlerini yeniden yapılandırdılar. Bu hiyerarşileri yeniden icat ederek, çoğu zaman, feminist güçler de dahil, isyankar enerjileri yeni statükoyu desteklemeye yöneltebildiler.

Bu süreç tekrar mı edilecek? Bugünün yönetici seçkinleri özellikle tehlikeli görünüyorlar. Kısa vadeli kârlara odaklanmış biçimde, yalnızca krizin derinliğini değil aynı zamanda sistemin uzun vadeli sağlığına yönelik olarak yarattığı tehdidi de hesaba katmakta isteksizler. Gelecekteki karlarını güvence altına alacak ekolojik önkoşulları sağlamak yerine, şimdi ve burada petrol için her yeri delmeyi tercih ediyorlar. Sonuç olarak, bugün karşılaştığımız kriz, bildiğimiz anlamıyla yaşamın krizidir. Bu krizi çözme mücadelesi, toplumsal örgütlenmenin en temel sorularına işaret etmektedir. Ekonomiyi toplumdan, toplumu doğadan, üretimi yeniden üretimden ve aileyi çalışmadan ayıran çizgiyi nereye çekmeliyiz? Kolektif olarak ürettiğimiz toplumsal artığı nasıl kullanmalıyız? Ve bu konulara kim karar vermelidir? Kâr edenler, toplumsal cinsiyet hiyerarşisini yeniden örgütlerken bile, feminizmin bazı akımlarını içererek, kapitalizmin toplumsal çelişkilerini özel servetlerini biriktirmek için yeni fırsatlara dönüştürmeyi başarabilecekler mi yoksa feministlerin en ön cephesinde olduğu kitlesel bir isyan, Walter Benjamin’in dediği gibi, “imdat frenini çekmeyi” başarabilecek mi, bunu göreceğiz.

  1. Tez: Kapitalist toplumlarda toplumsal cinsiyete dayalı ezilmişlik, toplumsal yeniden üretimin kâr için üretime tabi kılınmasından kaynaklanır. Biz bunu alt üst etmek istiyoruz

Birçok insan, kapitalist toplumların tanım gereği, küçük bir azınlığa ücret için çalışmak zorunda olan çok daha büyük bir grubu sömürerek özel kârlar biriktirme yetkisi veren sınıflı toplumlar olduğunu bilir. Daha az yaygın biçimde anlaşılan şey ise; bu toplumların aynı zamanda, cinsiyetçiliğin yapılarıyla doğuştan bağlı olan toplumsal cinsiyet ezilmişliği kaynakları olduğudur. Kapitalizm önceki tüm sınıflı toplumlarda farklı tarzlarda var olan kadınların ezilmişliğini icat etmedi. Fakat kapitalizm, yeni kurumsal yapılar tarafından desteklenen, yeni ve belirgin biçimde modern cinsiyetçilik biçimlerini yarattı. Temel yenilik, insanların oluşumunu kârın oluşumundan ayırmak ve bunlardan ilki için kadınları görevlendirerek, onu ikincisine tabi kılmaktı.

İnsan üretme işinin gerçekte ne kadar hayati ve karmaşık olduğunu anımsadığımızda terslik netleşir. Bu faaliyet yalnızca biyolojik anlamda insan yaşamını yaratmakla ve sürdürmekle kalmaz; aynı zamanda Marx’ın “emek gücümüz” olarak adlandırdığı çalışma kapasitemizi de yaratır ve sürdürür. Bu da, insanları “doğru” tutumlar, eğilimler ve değerlerle; yetenekler, yeterlilikler ve vasıflarla biçimlendirmek anlamına gelir. Her şey hesaba katıldığında, insan üretmek genel olarak insan toplumuna ve özellikle de kapitalist üretime bazı temel -maddi, kültürel ve sosyal- önkoşulları sağlar. Bunlar olmadan, ne hayat ne de emek gücü insan varlığında somutlaştırılamaz. Biz bu muazzam yaşamsal faaliyetler gövdesine yeniden üretim diyoruz.

Kapitalist toplumlarda, toplumsal yeniden üretimin kritik önemi gizlenmiş ve inkar edilmiştir. İnsanların üretimine kâr üretiminin basit bir aracı muamelesi yapılır. Sermaye, paraya en önemli amaç ve en önemli araç muamelesi yaparken, başarabildiği ölçüde bu çalışmanın karşılığını ödemekten kaçındığından, bu çalışmayı gerçekleştirenleri sadece sermaye sahipleri karşısında değil, aynı zamanda, bu işin sorumluluğunu başkalarına yükleyebilecek olan daha ayrıcalıklı ücretli işçiler karşısında da ikincil bir konuma yerleştirir. Bu “başkaları” büyük ölçüde kadınlardır. Çağdaş toplumlarda, toplumsal yeniden üretim – kadınlara atanarak veya kadınlarla ilişkilendirilerek cinsiyetlendirilmiştir. Örgütlenmesi toplumsal cinsiyet rollerine dayanır ve toplumsal cinsiyet baskısını tesis eder.

Toplumsal yeniden üretim bu nedenle feminist bir meseledir. Fakat aynı zamanda ırk ve sınıf, cinsellik ve ulusun fay hatlarıyla da çizilmiştir. Mevcut krizin çözümünü amaçlayan bir feminizm toplumsal yeniden üretimi, bu çoklu egemenlik eksenlerini kavrayacak ve birbirine bağlayacak bir perspektifle anlamalıdır. Kapitalist toplumlar uzun süredir yeniden üretim emeği içindeki ırksal bölünmelerini kurumsallaştırdılar. İster kölelik veya sömürgecilik, isterse apartheid veya yeni-emperyalizm yoluyla olsun, bu sistem, ırk ayrımcılığına maruz bırakılan kadınları, bu tür emeği, çoğunluk-etnik kökenli ya da beyaz kız kardeşleri için bedava veya düşük maliyetle sunmaya zorlamıştır. Ev sahibelerinin veya işverenlerinin çocuklarına ve evlerine bakmaya zorlanarak, kendilerine bakabilmek için çok daha fazla mücadele etmek zorunda bırakıldılar.

Toplumsal yeniden üretimin sınıfsal karakteri esastır. Sermaye birikimi emeği dolaysız biçimde sömüren ilişkilere olduğu kadar onu üreten ve yenileyen toplumsal ilişkilere de dayanır. Bir başka deyişle, sınıf,“salt ekonomik” bir şey değildir. Hepsi de ekonomik alanı büyük ölçüde aşan faaliyetlerle, sadece üretim ilişkileri olmayıp toplumsal ilişkiler de olan faaliyetlerle üretilen ve yeniden üretilen somut insanlardan, onların topluluklarından, yaşam alanlarından ve yaşam koşullarından, deneyimlerinden, toplumsal bağlarından ve tarihlerinden oluşur.  Küresel işçi sınıfı sadece fabrikalarda veya madenlerde ücret karşılığı çalışanları içermez; aynı zamanda tarlalarda ve özel evlerde; ofislerde, otellerde, restoranlarda, hastanelerde, kreşlerde ve okullarda çalışanları; güvencesizleri, işsizleri ve çalışmaları karşılığında hiçbir ücret almayanları da kapsar. Aynı şekilde, sınıf mücadelesi de sadece işyerindeki ekonomik kazanımlara dair değildir; toplumsal yeniden üretime dair mücadeleleri de içerir. Bütün bunlar her zaman merkezi olmakla birlikte, toplumsal yeniden üretim mücadeleleri bugün özellikle patlayıcı niteliktedir çünkü neoliberalizm, sosyal refaha yönelik devlet desteğini geri çekerek, aileleri, toplulukları ve hepsinden önemlisi kadınları kırılma noktasına iterek, hane başına daha uzun ücretli çalışma saatleri talep etmektedir. Bu koşullar altında, toplumsal yeniden üretim mücadeleleri, toplumu tepeden tırnağa değiştirme potansiyeliyle, merkezi plana taşınmıştır.

  1. Tez: Toplumsal cinsiyete dayalı şiddet, hepsi de kapitalist toplumsal ilişkilerle içice geçmiş birçok biçime bürünür, hepsiyle savaşmaya ant içtik

Araştırmacılar, küresel çapta, her üç kadından birinin, ömürleri boyunca bir toplumsal cinsiyete dayalı şiddet biçimi yaşayacağını tahmin ediyor. Faillerin çoğu, kadın cinayetlerinin yüzde 38’inden sorumlu olan eşleri olan yakın partnerlerdir. Fiziksel, duygusal, cinsel şiddet veya her üçünü birden içeren yakın partner şiddeti tüm ülkeler, sınıflar ve ırksal-etnik gruplarda mevcuttur. Ailenin ve kişisel yaşamın çelişkili dinamiklerinden ve dolayısıyla kapitalizmin kendi imzası gibi insan üretme ve kar üretme arasına çizdiği çizgiden kaynaklanan bu şiddet, yaşlı erkeklerin kendilerine bağımlı olanların yaşamları ve ölümleri üzerindeki iktidarı ellerinde tuttukları daha önceki zamanların geniş kan bağına dayalı hanelerinden, “daha küçük” haneleri yöneten “daha küçük” erkeklere zayıflatılmış bir yönetme hakkı veren kapitalist modernliğin sınırlı, heteroseksüel çekirdek ailesine doğru yaşanan kaymayı yansıtmaktadır.

Bu kayma, kan bağına dayalı toplumsal cinsiyet şiddetinin karakterini değiştirdi. Eskiden alenen politik olan şimdi “özel” haline geldi: daha gayrı resmi ve psikolojik, dolayısıyla daha az “rasyonel”, toplumsal olarak yaptırıma uğrayan ve kontrol edilen bir şey. Çoğunlukla alkol, utanç ve egemenliği koruma endişelerinin körüklediği bu tür toplumsal cinsiyete dayalı şiddet, kriz zamanlarında özellikle zehirli ve yaygın bir hale gelir. Statü endişesi, ekonomik güvencesizlik ve politik belirsizlik hakim olduğunda, toplumsal cinsiyet düzeni de sarsılıyor gibi görünür. Bazı erkekler, kadınların “kontrol dışına” çıktığını, evlerini “düzensiz”, çocuklarını “vahşi” bıraktıklarını düşünürler. Patronları merhametsiz, meslektaşları haksız yere kayırılmış, işleri risk altındadır. Cinsel maharetleri ve baştan çıkarma güçleri şüpheli hale gelmiştir. Erkeklikleri tehdit altındadır, patlayıverirler.

Toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet biçimleri, bu görünüşte “irrasyonel” biçimde olmaz. Diğer tüm türler son derece “rasyoneldir”: beyaz olmayan toplulukları terörize etmek ve onlara boyun eğdirmek için köleleştirilmiş ve sömürgeleştirilmiş kadınlara tecavüzün silah olarak kullanılması; seks işçilerine kaçakçılar ve pezevenkler tarafından kişiliklerini “kırmak” için tekrar tekrar tecavüz edilmesi, “düşman” kadınlara bir savaş silahı olarak koordine edilmiş toplu tecavüzler ve hiç de önemsiz olmayan, işyerinde veya okulda yaygın cinsel taciz. Burada son durumda, failler, tuzağa düşürdükleri kişiler üzerinde kamusal iktidara sahiptir. Cinsel hizmetleri yönetebilirler ve nitekim yönetirler de. Burada, köken neden, kadınların ekonomik, profesyonel, politik ve ırksal kırılganlığı, maaş çekine ve referansa, işverenin veya ustabaşının göçmenlik durumu hakkında soru sorma isteği duymamasına olan bağımlılığımızdır. Bu şiddeti mümkün kılan, toplumsal cinsiyeti, ırkı ve sınıfı birleştiren hiyerarşik bir iktidar sistemidir.

Bu iki tür toplumsal cinsiyete dayalı şiddet kapitalist toplumda ortak bir yapısal temeli paylaşmaktadır. Her ikisinin de altında yatan, kar için meta üretimi ve “aşk”için toplumsal yeniden üretim arasındaki bölünme ve karşılıklı ayarlanmadır. Yeniden üretim işlerini ezici bir çoğunlukla kadınlara atayan toplumsal cinsiyetçi rabıta, genelde bir aileyi desteklemeye yetecek kadar ücret ödenmeyen sefil işleri boyladığımız üretim işleri dünyasında, bizi erkekler karşısında dezavantajlı kılar. Bundan birincil olarak yararlanan sermayedir; ancak bu durumun etkisi bizi– bir yanda aile ve kişisel yakınların, diğer yanda sermayenin infazcıları ve uygulayıcılarının ellerinde çift yönlü ihlale maruz bırakır.

Toplumsal cinsiyete dayalı şiddete verilen ortak feminist tepki, şiddetin suç sayılması ve ceza talebidir. Bu tür bir “hapisçi feminizm”, tam da asıl sorgulanması gerekeni veri kabul etmektedir: bu da yasanın, polisin ve mahkemelerin, kapitalist iktidar yapısının derininde kök salmış olan toplumsal cinsiyete dayalı şiddeti üretme ve onu hoş görme eğilimi karşısında bu iktidar yapısından yeterince özerk olup olmadığıdır. Aslında ceza adaleti sistemi, göçmenler dahil, yoksul ve işçi sınıfından gelme beyaz olmayan erkekleri orantısız şekilde hedef alırken, çoğu zaman beyaz yakalı eşdeğerlerini cezasız bırakmaktadır. Aynı şekilde, insan ticareti karşıtı kampanyalar ve “seks köleliği” karşıtı yasalar çoğu kez göçmen kadınları sınır dışı etmek için kullanılırken, onlara tecavüz edenler ve sırtlarından kar edenler kayıplara karışmaktadır. Aynı derecede önemli olan, hapisçi tepkinin çıkış seçeneklerine dair mecburiyetleri görmezden gelmesidir. Evlilik içi tecavüz veya işyerinde cinsel saldırıyı suç haline getiren yasalar, gidecek başka bir yeri ya da yolu olmayan kadınlara pek yardımcı olmayacaktır. Kadınların mikro kredilerle ekonomik bağımsızlığını teşvik etmek gibi piyasaya dayalı çözümlerse, kadınların kredi verenlere bağımlılıklarını arttırırken, ailelerindeki erkekler karşısında gerçek anlamda özerkliklerini kazanmalarına pek yarar sağlamamaktadır.

Hem hapisçi feminizm hem de liberal piyasa yaklaşımını reddediyoruz. Kapitalizm koşullarındaki cinsel şiddet işlerin normal işleyişindeki bir aksaklık değil, onun kurucu bir parçası; kriminal veya kişilerarası bir sorun değil, sistemik bir koşuldur. Üreme özgürlüğünü, piyasanın ekonomik şiddetini, polis ve sınır muhafızlarının devlet şiddetini, emperyal orduların devletler arası şiddetini, kapitalist kültürün sembolik şiddetini ve bedenlerimizi, topluluklarımızı ve yaşam alanlarımızı yavaş yavaş yiyip tüketen çevresel şiddeti inkar eden yasaların biyo-politik şiddetinden ayrı düşünülemez. Serbest üretim bölgelerinde ve ciddi ölçüde kadın işçilere dayanan diğer sektörlerde, toplumsal cinsiyete dayalı şiddet yaygın olarak bir emek disiplini aracı olarak kullanılmaktadır: yöneticiler, üretimi hızlandırmaya zorlamak ya da işçi örgütlenmelerini kırmak için tecavüzü, sözlü tacizi ve aşağılayıcı üst aramalarını kullanmaktadır. Hükümetler, kamu finansmanını kestiği, kamusal hizmetleri piyasalaştırdığı ve bakım işinin yükünü yeniden ailenin sırtına yıktığı için, bu dinamikler mevcut kapitalist kriz döneminde daha da kötüleşmiştir. Bu koşullarda, tekrarlanan “iyi” bir anne veya “iyi” bir eş olma tavsiyeleri toplumsal cinsiyet rollerine uymayanlara yönelik şiddetin gerekçelerine dönüşebilmektedir.

Toplumsal cinsiyete dayalı şiddet kadınların ezilmişliğini, çalışmanın toplumsal cinsiyetlendirilmiş biçimde örgütlenmesiyle sermaye birikiminin dinamikleri ile iç içe sokan bir toplumsal düzende derin köklü yapısal köklere sahiptir. Bu açıdan, MeToo hareketi sınıf mücadelesinin bir biçimini temsil etmektedir. Gösteri sektöründeki kadınlara ilk dayanışmayı gösteren göçmen tarla işçilerinin belirttiği gibi, Harvey Weinstein basit anlamda bir yırtıcı değil, Hollywood’da kimin çalışıp kimin çalışmayacağını belirleyebilen güçlü bir patrondu da.

Şiddetin tüm biçimleriyle birlikte, kendisini bir baskı ve imal edilmiş rıza karışımıyla sürdüren kapitalist toplumun bütünsel bir parçasıdır. Şiddetin bir biçimi, diğerleri durdurmadan durdurulamaz. Hepsinin kökünü kurutmaya ahdetmiş olan kadın grevi feministleri cinsel şiddete karşı mücadeleyi, kapitalist toplumdaki her türlü şiddete karşı mücadeleye ve onları altüst eden sosyal sisteme karşı mücadeleye bağlamaktadırlar.

  1. Tez: Kapitalizm cinselliği düzenlemeye çalışıyor, biz onu özgürleştirmek istiyoruz

İlk bakışta, bugün cinsellik etrafında verilen mücadeleler belirsiz olmayan bir seçim sunmaktadır. Bir tarafta, gericilik kuvvetleri aile değerlerini ya da ilahi yasaları ihlal eden cinsel pratikleri, “zina yapanları” taşa tutmakla, lezbiyenleri kırbaçlamakla veya eşcinselleri dönüştürme terapisine göndermekle tehdit ederek yasadışı ilan etmeye çalışmaktadır. Öte yandan, liberalizm cinsel muhaliflerin ve azınlıkların yasal hakları, bir zamanlar tabulaştırılmış olan ilişkilerin tanınması, evlilik eşitliği ve ordu içindeki LGBTQ+ hakları için savaşmaktadır. Gericiler gerici arkaizmleri (ataerki, homofobi, cinsel baskı) rehabilite etmeyi hedeflerken, liberaller moderniteyi savunmaktadır: bireysel özgürlük, kendini ifade etme, cinsel çeşitlilik.

Yine de tarafın hiçbiri göründüğü gibi değildir. Bugünün cinsel otoriterizmi hiç de arkaik değildir. Getirmeyi hedeflediği yasaklar, neoliberalizme kadarki ve neoliberal dönemdeki kapitalist gelişmeye karşı gösterilen yeni-geleneksel tepkilerdir. Aynı şekilde, liberalizmin desteklediği cinsel haklar da kapitalist modernite biçimlerini öngören ve aynı anda hem normalleştirici hem de tüketimci olan bir biçimde algılanmaktadır.

Kapitalist toplumlar her zaman cinselliği örgütlemeye çalıştılar. Kapitalist ilişkiler yaygın şekilde kurulmadan önce, daha önceden var olan otoriteler – özellikle de kiliseler ve cemaatler – günahkar seksi makbul olandan ayıran normların kurulması ve dayatılmasıyla görevlendirilmişlerdi. Daha sonra, kapitalizm toplumun tamamını yeniden şekillendirmeye başlayınca, devlet yaptırımlı toplumsal cinsiyet ikililiği ve heteronormativite dahil olmak üzere yeni, burjuva normlarını ve düzenleme tarzlarını kuluçkaya yatırdı. Bu “modern” normlar – sömürgecilik, kitle kültürü ve aile temelli sosyal  destek kriterlerince – geniş ölçüde yayıldı. Fakat tartışmasız bir şekilde sürüp gitmediler. Aksine, hem daha eski cinsel rejimlerle hem de eşcinsel ve lezbiyen altkültürlerde ve avangard ortamda ifadesini bulan yeni cinsel özgürlük arzusuyla çarpıştılar.

Daha sonraki gelişmeler bu biçimlenmeyi yeniden yapılandırdı. Serbestleştirici akım ana akım haline gelirken, burjuva normları yumuşadı ve her ikisinin hakim fraksiyonları yeni bir projede birleştiler: bu proje bir zamanlar tabu olan cinsel pratikleri genişletilmiş bir devlet düzenlemesi alanında, bireyciliği, evcimenliği ve meta tüketimini teşvik eden sermaye dostu biçimlerde normalleştirme projesiydi. Bu yeniden yapılanmanın arkasında kapitalizmin doğasındaki bir kayma yatıyor. Giderek finansallaşan, yersiz yurtsuzlaşan ve aile dışına çıkan sermaye artık queer ve cis dışı cinsiyet/toplumsal cinsiyet formasyonlarına kaçınılmaz biçimde karşı değil. Artık büyük şirketler, işyerinde ve alışveriş merkezinde hizaya girmeleri koşuluyla, çalışanlarının heteroseksüel aileler dışında yaşamalarına izin veriyor.

Günümüzde cinsellik etrafında verilen mücadelelerinin bağlamı budur. Zaman, genç, büyüyen queer ve feminist hareketleri ve önemli yasal zaferler arasındaki artan bir toplumsal cinsiyet akışkanlığını zamanıdır. Biçimsel toplumsal cinsiyet eşitliği, LGBTQ+ hakları ve evlilik eşitliği şu anda birçok ülkede yasalarla güvence altına alınmış durumda. Zorlu savaşların sonucu olan bu zaferler, aynı zamanda neoliberalizmle bağlantılı toplumsal ve kültürel değişimleri de yansıtmaktadır. Fakat yine de öz itibariyle kırılgandırlar. Yeni yasal haklar, toplumsal cinsiyet şiddeti ve cinsel şiddete, sembolik olarak tanımamaya ve sosyal ayrımcılığa maruz kalmaya devam eden LGBTQ+’lara yönelik saldırıları durdurmamaktadır.

Finansallaşmış kapitalizmin kendisi, cinsel bir çatışmayı körüklemektedir: sağcı popülistler, kapitalist modernitenin “kendi” ailelerini ve topluluklarını piyasanın yıkımlarından koruyamamak da dahil olmak üzere, gerçek olumsuzluklarını sayıp dökebilirler. Ancak onlar sermayenin gücünün yetebileceği türden bir muhalefeti teşvik etmek için meşru sorunları saptırmaktadırlar. Onlarınki, sermayenin kendisinden gelen tehdidi hasıraltı ederken, suçu cinsel özgürlüğün üstüne atan bir “koruma” tarzıdır.

Cinsel gericilik ayna yansıması görüntüsünü, en iyi senaryolarda bile, sağladığı biçimsel özgürlükleri gerçekleştirmek için gerekli olan maddi ön koşulların çoğunu ortadan kaldıran yapılarla bağlantılı olan cinsel liberalizmde bulur. Aynı zamanda, geylere ve lezbiyenlerin kabul pahasına ödetilen bir bedel olan tek eşli aileyi normalleştiren düzenleyici rejimlere dayanır. Görünüşte bireysel özgürlüğe değer veren cinsel liberalizm, ailenin toplumsal yeniden üretimdeki rolü de dahil, homofobi ve transfobiyi besleyen yapısal koşulları sorgulamaz. Takılmaya ve internette tanışmaya dayanan yeni heteroseksüel kültürler, genç kadınları cinselliklerine “sahip çıkmaları” yönünde teşvik eder, ancak erkek cinsel egoizmini kapitalist bir tarzda misal göstererek, genç kadınları görünüşleriyle derecelendirmeye ve kızları erkeklere haz vermeye zorlamaya devam eder. Yeni “gay normalliği” biçimleri, tüketim tarzları ve saygınlık iddialarıyla tanımlanan bir gay orta sınıfın ortaya çıkışıyla birlikte, kapitalist normalliği ön koşul sayar. Varlığı yeni sömürgeci projeleri meşrulaştırmak için, “aydınlanmış Batılı hoşgörüsü”nün bir işareti sayılır. Mesela, Avrupalı liberaller bunu İslamofobiye dayanak olarak kullanırken, İsrail kurumları, “geri kalmış, homofobik” Filistinlilerin tabiyetini haklı çıkarmak için üstün “gey dostu’ kültürlerine atıfta bulunurlar.

Yüzde 99 için feministler bu oyunu oynamayı reddetmektedir. Hem neo-liberal kooptasyonu hem yeni-geleneksel homofobi ve kadın düşmanlığını reddederek, Stonewall’un, Aleksandra Kollontai’den Gayle Rubin’e “seks pozitif” feminizm akımlarının ve İngiliz maden işçilerine verilen tarihsel gay ve lezbiyen destek kampanyasının radikal ruhunu canlandırmak istiyoruz. Cinselliği yalnızca üreme ve normatif aile biçimlerinden özgürleştirmek için değil, aynı zamanda tüketimciliğin deformasyonlarından özgürleştirmek için de savaşıyoruz. Bu ise, en geniş yelpazedeki aileler ve kişisel ilişkilere yönelik olarak yeniden tasarlanmış, cömert bir toplumsal yeniden üretim kamusal desteği dahil olmak üzere, cinsel özgürleşmenin maddi temellerini güvence altına alacak, yeni ve kapitalist olmayan bir toplumsal düzeni gerektirir.

8.Tez: Kapitalizm, ırkçı ve sömürgeci şiddetin tam ortasına doğdu, yüzde 99 için feminizm, ırkçılık karşıtı ve antiemperyalisttir

Günümüzde, tıpkı eski kapitalist kriz anlarında olduğu gibi, “ırk”, oldukça yakıcı bir sorun haline geldi. Saldırgan etnik milliyetçilikler, beyaz üstünlüğü naraları lehine köpek ıslıkları çalarak yayılıyor. Merkez hükümetler, göçmen ve mültecilerin girişini engelleyerek, çocuklarını zorla alıkoyup ailelerini parçalayarak veya denizde boğulmaya terk ederek, ırkçı emsallerine katılıyor. Polis güçleri, beyaz olmayan insanları cezasızlıkla katletmeye devam ederken, mahkemeler onları birer kayıt numarasına sabitliyor. Bazıları, siyah karşıtı polis şiddetini ve beyaz üstünlükçülerinin güç gösterilerini protesto etmek için bir araya gelerek tüm gücüyle direnmeye çalışıyor. ABD’de bazı insanlar, hapsetmelere bir son verilmesini ve ICE’nin, Bush’un Ulusal Güvenlik Bakanlığı’nca konsolide edilen Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Dairesi’nin tasfiyesini talep ederek, “ilga” terimine yeni bir anlam kazandırmak için mücadele ediyor.

Bu durumda feministler, diğer herkes gibi, taraf olmalıdır. Bununla birlikte, tarihsel olarak, ırkla mücadelenin feminist sicili epey karışıktır. Nüfuzlu beyaz sufrajetler, siyah erkeklere oy hakkı verilip kendilerine verilmediği İç Savaş sonrasında ırkçı rantlar elde ettiler. Yirminci yüzyılın başlarında, önde gelen İngiliz feministler, “uygarlaştırma” gerekçeleriyle, “kahverengi kadınları ikincil konumlarından yukarı çekmek” için sömürgeci yönetimi savundular. Ünlü Avrupalı feministler bugün de Müslüman karşıtı politikaları benzer şekilde haklı gösteriyor. Kasıtlı olarak ırkçı olmasa bile, liberal ve radikal feministler, “cinsiyetçilik” ve “toplumsal cinsiyet konularını” beyaz orta sınıf kadınların durumunu yanlış bir biçimde evrenselleştirerek tanımladılar. Toplumsal cinsiyeti ırk ve sınıftan soyutlayarak, sanki hepimiz beyaz kenarkent ev kadınıymışız gibi, kadınların evcimenlikten kaçma ve “işe gitmek için dışarı çıkma” ihtiyaçlarını vurguladılar. Aynı mantıkla, ABD’deki önde gelen feministler, siyah kadınların ancak, ırka dayalı olmayan hayali bir kızkardeşliğe, siyah erkeklerle kurdukları ırkçılık karşıtı dayanışmadan daha fazla öncelik öncelik vermeleri halinde sahiden feminist olabileceklerini ileri sürdüler.

Beyaz olmayan feministlerin yıllarca süren kararlı püskürtmeleri sayesinde, bu tür görüşlerin ne olduğu ve her renkten feminist tarafından artık bunların daha da çok reddedildiği giderek daha fazla görülüyor. Bu utanç verici tarihi bilince çıkartarak, ondan kararlı biçimde kopma kararı alıyoruz. “Kadınların kurtuluşu” adına layık hiçbir şeyin ırkçı, emperyalist bir toplumda elde edilemeyeceğini biliyoruz. Fakat aynı zamanda sorunun kökeninin kapitalizm olduğunu da biliyoruz: ırkçılık ve emperyalizm, kapitalizmle tesadüfen biraraya gelmez, onun bütünsel birer parçasıdır.

Özgür emek ve ücret sözleşmesiyle övünen bir sistem, başından itibaren şiddetli sömürgeci yağmaya, Afrika’daki ticari “siyah deri avına” ve siyahların Yenidünya köleliğine zorunlu hizmetine yaslandı. Özgür olmayan ya da bağımlı halkların ırk ayrımcılığına dayalı biçimde mülksüzleştirilmesi o zamandan bu yana özgür emeğin karlı biçimde sömürülmesinin gizli bir koşulu olarak hizmet etmeye devam etti. Bu ayrım kapitalizmin tarihi boyunca kölelikte, sömürgecilikte, apartheid ve uluslararası işbölümünde farklı biçimler aldı. Ancak her aşamada, kabaca ama hiç sekmeden, küresel renk çizgisiyle çakıştı. Her aşamada da, emperyalist yağma sermayenin doğal kaynaklara ve yeniden üretimi için karşılık ödemediği insan kapasitelerine erişimini sağlayarak karlarını artırmasına imkan verdi. Kapitalizm, bireylerinin ve çalışmalarının değerleri düşürülmüş ve mülksüzleştirilmeye tabi kılınmış, ırksallaştırılmış insan sınıfları yarattı. Gerçekten ırkçılık karşıtı ve anti-emperyalist olan bir feminizm, aynı zamanda antikapitalist de olmalıdır.

Bu ifade, finansallaşmış kapitalizmin borçlanmayla mülksüzleştirme aracılığıyla ırksal baskıyı teşvik ettiği günümüzde hiç olmadığı kadar uygundur. Küresel Güney’de, şirketlerin borçla beslenen arazi tecavüzleri, yerli ve kabile halklarını topraklarından sürerken, IMF yapısal uyumları sosyal harcamaları buduyor ve gelecek nesilleri küresel borç verenlere geri ödeme yapmak için daha çok çalışmaya mahkum ediyor. Böylelikle, ırk ayrımcılığına dayalı mülksüzleştirme imalatın Küresel Güney’e taşınmasıyla hızlanan sömürüdeki artışla kol kola devam ediyor. Kuzey’de de, güvencesiz hizmet işleri sendikalı endüstriyel emeğin yerini alırken, ücretler yaşam maliyetlerinin altına düşmekte ve işçiler hiper-mülksüzleştirici aylık kredilerin hedefi haline gelmekte ve ırksallaştırılmış mülksüzleştirme hızla artmaktadır. Burada da, daha önce kamu altyapısına ayrılmış olan vergi gelirleri, beyaz olmayan topluluklar için korkunç etkilerle birlikte, derinden cinsiyetçi etkiler de yaratarak, borçların geri ödenmesine yönlendirilmektedir.

Bu durumda, soyut küresel kızkardeşlik ilanları verimsizdir. Siyasi bir sürecin amacını baştan verili gibi kabul ederek, yanlış bir homojenlik izlenimi uyandırmaktadırlar. Gerçek hepimizin kapitalist toplumda kadın düşmanı baskılara maruz kalmamıza rağmen, bu baskıların farklı biçimler aldığıdır. Bu baskı biçimleri arasındaki bağlantılar, dayanışma inşa etmeye yönelik bilinçli çabalarla, siyasi olarak ortaya konmalıdır. Ancak bu yolla, çeşitliliğimiz içinde ve bu çeşitlilik aracılığıyla mücadele ederek, toplumu dönüştürmek için gereken birleşik gücü elde edebiliriz.

  1. Tez: Sermayenin yeryüzünü yok edişini tersine çevirmek için mücadele eden feminizmimiz eko-sosyalisttir

Günümüzde kapitalizmin krizi aynı zamanda ekolojiktir. Daha önce tartıştığımız üzere, kapitalizm, yenilemeyi hiçe sayarak doğayı sömürmeye kuruludur ve dönemsel olarak – toprağı yorarak, maden zenginliğini tüketerek, suyu ve havayı zehirleyerek, kendi ekolojik koşullarını istikrarsızlaştırır. Bugün iklim değişikliği, sermayenin fabrikalarına enerji sağlamak için fosil enerjiye başvurmasının bir sonucudur. Yüz milyonlarca yıl boyunca yer kabuğunun altında oluşan karbonlu tortuları çıkaran ve bunları göz açıp kapayıncaya kadar tüketen genel olarak olarak insanlık değil, sermayedir. Kömürden petrole, sonra da doğal gaza ve hidrolik kırılmaya doğru yaşanan kaymalar daima kar arayışı içinde, bir yandan “dışsallıkları” orantısız şekilde yoksul topluluklara aktarırken, karbon salınımlarını da fırlatmıştır.

İklim mültecilerinin yüzde 80’ini oluşturan kadınlar, mevcut ekolojik krizin ön saflarını işgal ediyor. Küresel Güney’de, kırsal işgücünün çoğunluğunu oluşturmakta ve toplumsal yeniden üretim emeğinin yükünü omuzlamaktadırlar. Yiyecek, giyecek ve barınma sağlamadaki kilit rollerinden dolayı, kuraklık, kirlilik ve toprağın aşırı sömürülmesinin ağırlığını taşımaktadırlar. Küresel Kuzey’deki beyaz olmayan yoksul kadınlar da çevresel ırkçılık karşısında orantısız biçimde savunmasızdırlar, sel ve kurşun zehirlenmesine maruz kalan toplulukların omurgasını oluştururlar.

Kadınlar iklim değişikliğine ve kirliliğe karşı mücadelede de ön sırada yer almaktadır: Su Koruyucularının ABD’deki Dakota Access Boru Hattı’na karşı mücadelesi; Peru Máxima Acuña’nın ABD’li dev maden devi Newmont’a karşı başarılı savaşı; Kuzey Hindistan’daki Garhwali kadınlarının üç hidroelektrik baraj inşaatına karşı savaşı; suyun ve tohumların özelleştirilmesine karşı ve biyolojik çeşitliliğin ve sürdürülebilir çiftçiliğin korunması için dünya çapında sürdürülen sayısız mücadele. Bunlar, ana akım çevreciliğin “doğanın” savunulmasını insan topluluklarının maddi refahıyla karşı karşıya koyan eğilimlerine meydan okuyan yeni mücadele biçimleridir. Ekolojik meseleleri toplumsal yeniden üretim meselelerinden ayırmayı reddeden bu kadın önderlikli hareketler, emisyon izinlerinde, karbon dengelemesinde ve çevresel türevlerde spekülatif ticareti teşvik eden “yeşil kapitalist” projelere karşı güçlü bir antikurumsal ve antikapitalist alternatifi temsil etmektedir. Bunu yerine, sosyal adaletin, insan topluluklarının iyiliğinin ve insan dışındaki doğanın sürdürülebilirliğinin ayrılmaz şekilde birbirine bağlandığı gerçek dünyaya odaklanırlar. Kadınların kurtuluşu ve gezegenimizin ekolojik felaketlerden korunması el ele yürümektedir.

  1. Tez: Kapitalizm gerçek demokrasi ve barışla bağdaşmaz, bizim yanıtımız feminist enternasyonalizmdir

Günümüz krizi aynı zamanda politik bir krizdir. Şirket iktidarı tarafından esir edilmiş ve borçla zayıf düşürülmüş politik kurumlar giderek merkez bankalarının ve uluslararası yatırımcıların, enerji devlerinin ve savaş vurguncularının daha fazla kölesi olmaktadır. Ayrıca siyasi kriz de kapitalist toplumun kurumsal yapısına dayanır. Kapitalizm, politik olanı ekonomik olandan, devletin meşru şiddetini piyasanın sessiz baskısından ayırır. Bunun etkisi, toplumsal hayatın geniş alanlarının demokratik denetimin yasak bölgeleri ilan edilmesi, bunların şirketlerin egemenliğine devredilmesidir. Sistem yapısı gereği, bizleri neyin ve ne kadar üretileceğine, toplumsal yeniden üretim işinin nasıl örgütleneceğine kolektif biçimde karar verme yeteneğinden yoksun bırakır. Kapitalizm, özet olarak, temelde antidemokratiktir. Mutlaka, daha güçlü devletlere daha güçsüz olanları ağına düşürüp soyması ve onlara borçla zulmetmesi için yetki vererek, emperyalist bir dünya coğrafyası yaratır.

Sermaye, her yerde, özel mülkiyeti güvence altına alan yasal rejimlerden, muhalefeti ezen baskıcı güçlerden ve krizi yönetmekle görevlendirilmiş düzenleyici organlardan yararlanarak, kamusal iktidardan otlanır. Aynı zamanda, kar açlığı dönemsel olarak kapitalist sınıfın bazı fraksiyonlarını, piyasanın yardımcısı olarak, kamusal iktidara karşı isyan etmeye teşvik eder. Kısa vadeli çıkarları uzun vadeli sağ kalıma baskın çıktığında, sermaye kendi kuyruğunu yiyen bir kaplan gibidir. Bugün kapitalizmin siyasi kriz yaratma eğilimi yeni bir dereceye ulaşmıştır. Neoliberal rejimler, programlarına meydan okuyabilecek tüm siyasi güçleri hedef alırken borç silahını kullanmakta– örneğin, Yunanistan’da olduğu gibi, kemer sıkmayı reddeden kitlesel halk oylarını hükümsüz kılmaktadır.

Kadınlar yine bu krizin en büyük kazazedeleri ve demokrasi ve barış mücadelesinin esas özneleridir. Ancak, bizim için çözüm, sadece iktidarın kalelerine daha fazla kadın yerleştirmek değildir. Uzun zamandır kamusal alandan dışlandığımız için, düzenli olarak “özel” denilerek bir tarafa bırakılmış meseleler hakkında sesimizi duyurmak için dişimizi tırnağımıza takarak mücadele etmek zorunda kaldık. Ancak hak taleplerimiz, onları sermaye lehine saptıran seçkin ilerlemeciler tarafından çoğu zaman göz ardı bir karından konuşmaya dönüştürülmektedir. Kadın siyasetçilere oy vermeye ve kurtuluşumuz için bir ilerleme kaydedecekmiş, gibi iktidara çıkışlarını kutlamaya davet ediliyoruz. Ancak, bizim için, kendi hükümetlerince işlenen soykırımlar hakkında sessiz kalırken, başka ülkelerin bombalanmasını ve insani yardım adına yapılan yeni sömürgeci müdahalelere arka çıkılmasını destekleyen kadınların feminist bir tarafı yoktur. Kadınlar tüm dünyada savaşın ve emperyalist işgalin ilk kurbanlarıdır. Sistematik tacizle, sevdiklerinin öldürülmesi ve sakat bırakılmasıyla, kendileri ve ailelerinin geçimini sağlayacak altyapıların yıkımı ile karşı karşıyadırlar. Onlarla dayanışma içindeyiz. Beyaz olmayan kadınları özgürleştirme iddiasıyla savaş çığırtkanlıklarını haklı göstermeye çalışanlara, “Bizim adımıza konuşmayın” diyoruz.

  1. Tez: Yüzde 99 için feminizm, bütün radikal hareketleri ortak bir antikapitalist isyanda bir araya gelmeye çağırmaktadır

Feministler olarak, diğer direniş ve isyan hareketlerinden yalıtılmış bir şekilde faaliyet göstermeyiz. Kendimizi iklim değişikliğine veya işyerinde sömürüye karşı verilen mücadelelerden uzak tutmayız ya da kurumsal ırkçılık ve mülksüzleştirmeye karşı mücadeleden uzak durmayız. Bunlar bizim mücadelelerimizdir, kapitalizmi dağıtmak için verilen mücadelenin ayrılmaz parçalarıdır; bunlar olmadan toplumsal cinsiyete ve cinsel baskıya son verilemez. Bizim için, sonuç açıktır: Yeni feminizm, tüm dünyadaki diğer kapitalizm karşıtı hareketlerle, çevreci, ırkçılık karşıtı, antiemperyalist hareketlerle, LGBTQ+ hareketleriyle ve işçi sendikalarıyla ve esas olarak onların antikapitalist akımlarıyla güçlerini birleştirmelidir.

Sermayenin bize sunduğu siyasi seçenekleri reddederek, hem gerici popülizmi hem de ilerlemeci neoliberalizmi reddediyoruz. İlerlemeci neoliberal ittifakı bölmek istiyoruz: daha az ayrıcalıklı kadın kitlelerini, göçmenleri ve beyaz olmayanları, onların endişelerini gasp edip neoliberalizmle tutarlı şekilde saptıran lean-in feministlerinden, meritokratik ırkçılık karşıtları ve homofobi karşıtlarından, şirket çeşitliliğinden ve yeşil kapitalistlerden ayırmak istiyoruz. Aynı zamanda, gerici popülist bloğu da bölmek istiyoruz: işçi sınıfı topluluklarını, kendilerini bir yandan “sokaktaki insanın” savunucuları olarak gösterirken, bir yandan da militarizmi, yabancı düşmanlığını ve etnik-milliyetçiliği destekleyen, kripto-neoliberal güçlerden ayırmak istiyoruz. Bu şekilde, toplumu dönüştürecek kadar büyük ve güçlü bir antikapitalist gücü inşa etmeye çalışıyoruz.

Mücadele bir fırsat ve bir okuldur. Mücadeleye katılanları, önceki benlik kavrayışlarımıza meydan okuyarak ve dünyaya bakış açımızı yeniden şekillendirerek dönüştürebilir. Maruz kaldığımız ezilmişliğe -buna neyin sebep olduğuna, kimin bundan çıkar sağladığına, üstesinden gelmek için ne yapılması gerektiğine- dair kavrayışımızı derinleştirebilir. Mücadele deneyimi, çıkarlarımızı yeniden yorumlamaya, umutlarımıza farklı bir açıdan bakmaya, mümkün olana dair anlayışımızı genişletmeye de sevk edebilir. Müttefiklerimize ve düşmanlarımıza dair önceki anlayışları gözden geçirmemize neden olabilir. Ezilenler arasındaki dayanışma çemberini genişletebilir ve ezilenlerin ezenlere karşı çelişkilerini sertleştirebilir.

Buradaki etkili kelime “bilir”dir. Her şey, aramızdaki farkları ne sadece öven ne de inkar eden yol gösterici bir perspektif geliştirme becerimize bağlıdır. Moda “çokluk” ideolojilerinin aksine, maruz kaldığımız muhtelif baskılar ilksel bir çoğulluk oluşturmazlar. Her birinin kendine özgü biçimleri ve nitelikleri olmasına rağmen, hepsi aynı sosyal sistemden kaynaklanır ve aynı sosyal sistem tarafından pekiştirilir. Bu sistemi kapitalizm olarak adlandırarak ve buna karşı savaşmak için birleşerek, sermayenin aramızda yarattığı bölünmelerin- kültür, ırk, etnik köken, yetenek, cinsellik ve cinsiyet ayrılıklarının üstesinden en iyi şekilde gelebiliriz. Ancak kapitalizm doğru biçimde anlaşılmalıdır. Endüstriyel ücretli emek, ne işçi sınıfının toplamıdır; ne de onun sömürüsü, kapitalist tahakkümün tek ve esas amacıdır. Bu toplumsal tabakanın önceliğinde ısrar etmek, en iyi bambaşka yapısal durumlarımız, deneyimlerimiz ve acılarımızın; özgün ihtiyaçlarımız, arzularımız ve taleplerimizin; bunlara en iyi şekilde ulaşabileceğimiz çeşitli örgütsel biçimlerin karşılıklı tanınması ile ilerletilebilecek olan sınıf dayanışmasını büyütmek değil, zayıflatmaktır. Mücadelesini verdiğimiz feminizm, kimlik politikası ve sınıf politikası arasındaki kısır karşıtlıkların üstesinden gelmeyi amaçlamaktadır. Kapitalizmin bizim için inşa ettiği sıfır toplamlı çerçeveyi reddeden yüzde 99 için feministler, mevcut ve gelecekteki hareketleri geniş çaplı bir küresel isyanda birleştirmeyi amaçlamaktadır.

*Verso tarafından 2019 yılı içinde yayımlanacak olan “Feminism for the 99 Percent: A Manifesto -Cinzia Arruzza, Tithi Bhattacharya and Nancy Fraser” kitabının bir özeti olan bu makale New Left Review dergisi sayı 114, Kasım–Aralık 2018 sayısında yayımlandı.

[New Left Review’daki İngilizce orijinalinden Gamze Boztepe tarafından çevrilmiştir.]

 

Yorumlar