Şimdi ise hem Mahsa’nın saçına selam hem de günahın tezahürüne bir tepki olarak kesiyorlar ve o bayrak acının ve öfkenin sembolü olarak dalgalanıyor. Eksik ve kusurlu görüldüğümüz her yerimizde büyüyen bir cadılık olmalı. O cadılık, o cazzılık bizim bu hayatta mücadele etmek ve bir kadın bir insan olarak varlığımızı bu dünyaya kazımak için tek seçeneğimiz görünüyor.
Türkiye’nin hangi bölgelerinde kullanılıyor ‘cazı’ kelimesi bilmiyorum fakat doğuda “cazı karı, cazı kız” gibi kullanımlara çocukluğumda oldukça sık denk geldim. Kadın erkek fark etmeksizin, gözlerini kısıp, kafalarını iki yana sallayarak, ‘ben seni bilirim!’ der gibi ‘cazzı’ diye kadınlara seslenilmesine çok tanık oldum. Bir tür hayranlıkla imrenme arası bir gizli tınısı olduğunu da keşfettiğim, fakat pejoratif bir ifadeyle yükselen sesleri hala çınlıyor kulağımda; hele şu cazzının ettiği işe bak hele!
Cazı söz dinlemez, arkadan iş çevirir, başına buyruktur, dediğim dediktir. Genel olarak normatif olanın dışında ya da en fazla kıyısında dolaşan kadınlardır cazılar. Şeytandan bir parça taşır onlar, ne yapacakları belli olmaz. Utandırırlar üstelik. Öyle ruhani, geceleri gezen, canavar tipler değil bilhassa evlerde ailelerin içinde günlük yaşamını sürdüren kadınlardır bunlar. Dolayısıyla göz kulak olunmalı, denetim altında tutulmalılardır. Öyle cazzılar yani! Evet, söylerken çift z çünkü ancak öyle vurgulanabilir tehlikeleri.
Cazı ve cadının aslında aynı olduğunu tesadüfen öğrendiğimde dedemin her canını sıktığımda ‘cazzı kız’ diye bağırmasını da daha iyi anlar oldum ki dedemin süpürgesine atlayıp uçan ve insanların kalbini söküp yiyen ‘cadı’ hikâyeleri de hiç az değildi. Şimdi dönüp baktığımda dedemin sadece sözlü tarih/hikâye bilgisi olduğunu düşününce aslında cadılar ne kadar da bizlerle birlikteymiş, ne kadar içimizdeymiş, tanıdıkmış diyorum. Kim bilir! Pers, Laz, Ermeni, Kürt ve Türk coğrafyasında çok az bir fonetik farkla birbirinden ayrılan bu kelimenin karşılığı aslında tamamen aynı.
“Cadı, birçok din ve mitolojide kötü amaçlara hizmet ettiğine ve doğaüstü güçleri olduğuna inanılan kişidir. Türkiye’de farklı ağızlarda “cazı”, “cazi” ya da “cazi kari” olarak da bilinir. Türkçeye aynı anlamdaki Farsça cadıdan geçen sözcüğün kökeni Sanskritçede büyücü, kötü ruh sözcüğüne dayanır.” [1]
İnsanlığın kadim tarihinde Lilith’le başlayan bu hikâye, Lilith’in torunları olarak görüp şeytanlaştıran, takipçisi olduğu düşünülen kadınlarla devam etti. Cadılık bir arkaik dönem söylemi gibi dursa da bu olgu zamanla arketipler oluşturmuş ve kadınların makûs tarihinin bir bellek yapıtaşı olarak günümüze kadar taşınmıştır.
Tek tanrılı dinler öncesi pagan inanışın güçlü etkilerinden günümüze sızmayı başarmış en güçlü aketiptir cadılık mefhumu. Hristiyanlığın yayılması için güçlü şekilde pagan inanışın yok edilmesi gerekiyordu. Ortaçağ Avrupası’nda engizisyon mahkemeleri eli ile doğrudan cadı avı başlatılıp cadı kırımı yapıldı ve heretikler kadar cadılar da bu kırımın bir parçası oldu. İslamiyet ise doğrudan cadı diye damgalayıp kırım yapmak yerine kolay yolu seçip kadınları topyekün kriminalize ederek bütün kadınları cadılaştırmıştır.
Jina Mahsa Amini ile cadılık arasındaki bağı kurmama sebep sembol olan ve saçı sembolize eden siyah bayraktı. Mızrak uçlarında Ortaçağ Avrupa’sında sallanan cadı kafalarının sembolik figürü gibi duruyordu. Saçları baş örtüsünden göründüğü için irşad devriyeleri tarafından sokak ortasında darp edilerek ağır yaralanıp ölen Mahsa Amini, annesinin Jina diye ardından ağladığı Kürt kızı. Tıpkı ortaçağda Avrupa’nın cadıları sokak ortasında ifşa edip, işkence ile öldürmesi gibi öldürüldü. Yaşam hakkının elinden alınmasının, öldürülmesinin gerekçesi haline getirilen kadın düşmanı ahlakın derdi ise bir kadının saç telinin görünmesiydi. Geriye ise saçlarını sembolize eden o keder ve öfke yüklü siyah saçtan bayrak kaldı.
Ortadoğu’nun Avrupa’dan geri kalmaz bir cadı avcılığı vardır. Pers mitolojisinin kadim Şahmaran’ının hikayesi bugün Jina Masha Amini’nin öldürülüşüne uzanan cadılığın hikayesidir de. Yılanların şahı olarak bilinen “Şahmeran” güzelliği ile herkesi etkisi altına alabilen lanetli bir kadındır ve en nihayetinde erkekler tarafından katledilerek öldürülür. Özellikle yılanın şifacılığı ile kadının tehlikeli dişiliğinin birleştiği bu mitolojik figürlerin yine arkaik zamanlara uzanan bir doğası var. Kadınların toplayıcılık yaptığı dönemde erkekler avcılık yapıyordu. Kadınlar bitkiler ve tohumları, toprağı, ateşi ve havayı öğrenip, dengelerini kavradı ve kontrol etme becerisi kazandı. Bu becerilerle ilaçlar ve iksirler yapıp, doğanın gizemini elinde tutmayı da başardı. Bu sadece avlanmak odaklı düşünen erkeklerin asla farkına varmadıkları bir süreçti. Yaralandıklarında bilmedikleri bir karışımı getirip sürüyordu bu kadınlar ve iyileştiriyordu. Mucize yaratıyorlardı ve bu mucizevi yetenek korkutuyordu.
Özellikle tanrılı dinlere geçiş döneminde bütün dinler kadını geriye itmiş, baskılamış; erkeğe Âdem’in intikamını alırcasına bir taraf olma şansı vermiştir. Zaman içinde kadını, hayatın bilime, sanata, üretime, edebiayata ve kalan her şeye dokunan bütün alanlarından uzaklaştırmış, yoksunlaştırmıştır. Nihayetinde MS 400’lerde Hypatia’nın başına gelen de bunun ağır bir sonucudur. Paganizmi sindirmek için dönemin matematik ve astronomiyle uğraşan tek bilim kadını olan Hypatia’yı sokak ortasında taşlayıp öldürdüler. Güzelliğiyle anılan güzelim Hypatia’yı lime lime edip parçalarını dağıttılar. Neden bu kadar ileri gittiler?
1200’lerde Engizisyon Mahkemeleri’nde “cadı avı” yasallaştırılana kadar linç ve gizli katliamlarla devam etmiş ve nihayet yasa ile artık bir salgın halinde yayılmıştır. Roma’da Hristiyanlığın yayılmasının önünde duran pagan direnişin kırılması için en güçlü sembol cadılardı. Ve türlü akıl almaz işkenceler uygulanarak yok edildiler. Çünkü kadın daha ilk başta, Havva dahil, şeytana tabi olmuş ve erkeğe ihanet etmiş cennetinden sürülmesine sebep olmuştu. Kadından her türlü kötülük beklenirdi fakat aynı engizisyon mahkemeleri cennete tapu satmayı da ihmal etmiyordu!
Tarihin belli dönemlerinde ne zaman erkeklerin kadınlar karşısında beceriksizliği ve aczi söz konusu olsa cadılar ve cadı avı ortaya çıkacaktı. Mesela 1871’de Paris komününde Petroleuse, Amazon, Erinye, Virago, Harpia, Vivandiere olarak ortaya çıkmışlardı. Ama Petroleuse’ler içlerinde en korkunç olanlardı. Komün’ün Asi Kadınları’nda Gay Gullickson, “O’nu bu denli korkunç yapan onda vücut bulan 19. Yüzyıl dişiliğinin en çarpıtılmış haliydi” der [2]. “Erkekler bu çarpıtılmış dişilikle nasıl savaşsındı?”. Yeniden bir cadı avı başladı. Komün’ün kazanılmasında başat rolleri üstlenen bu kadınlar birer birer asıldı, evlerinin önünde kurşunlandılar.
Kapitalizminin gelişmesiyle ise artan ucuz işgücü ihtiyacı ile kadınlara karşı açık bir savaş başlattı sistem. Kapitalist ekonominin yükselmeye başladığı dönemlerde kendi bedeninin iktidar mekanizmaları tarafından kullanılmasına izin vermeyen kadınlar sistem için tehditti. Sistem kadın bedenini evde işe koşturuyor, çocuk doğurtup baktırıyor, tarlada bahçede çalıştırıyordu. En nihayetinde erkeğin sisteme dâhil olup mekanizmanın içinde değerlenen emeğine karşı kadına sadece doyma ve barınma şansı veriyordu. Mizojininin en büyük arketipi olan cadılığın günümüz kapitalist toplumunda da modern versiyonları oluşturulmuş ve kapitalizmin hizmetine sunulmuştur. Foti Benlisoy’un Gotik Marksizm söyleşisinde bahsettiği canavarlar, hayaletler metaforları üzerinden yola çıkacak olursak, cadılık tanımlaması da kadın emeğinin sömürüsünde kapitalizmin elinde kullanışlı bir araç olmuştur. Cadı/cazzı kavramı kadınlara duyulan korkuyu, güvensizliği betimleyen; açgözlü, baştan çıkaran, aldatan ve baskı altında tutulmazsa sadakat göstermeyecek bir soy olarak gösteren çok kullanışlı bir araç olarak tutulur ellerinde. Dolayısıyla kadını bir şekilde dizginlemek gerekecekti ki zaten tek tanrılı dinler bunun için mükemmel araçlardı. Hatta o kadar mükemmellerdi ki kadını inanan, mümin olarak görmüyordu dahi; ancak bir erkekle varlık gösteren birer zavallıya dönüştürüyorlardı. Biat eden kadına vaad edilen cennet ancak kocalarının rızasına tabi idi. Dolayısıyla evlenmemek zaten kusur, evlilik dışı ilişki zaten günah, rızasız (koca, baba, ağabey) her atılan adım zaten hadsizlikti.
Asiler içinse yaşasın cehennem!
Zulüm, işkence, şiddet!
Sonuçta ise ya itaat ya ölüm…
Zulüm, güçlü bir kimsenin yasaya ve vicdana aykırı olarak başkasını uğrattığı eziyet olarak tanımlanıyor ve bunun davranışa dönüştürülmesi de işkence yani zalimane davranış, insanlık dışı muamele, aşağılayıcı muamele, insanlık dışı ceza, aşağılayıcı ceza kavramlarını içeren bir üst tanımdır. Şiddet ise öfke, kaygı ve korku duygularının değişik boyutlarıyla dışa yansıması ya da karşıtlara kaba kuvvet kullanma olarak tanımlanıyor.
Ortaçağ Avrupası’nda başlatılan cadı avı ve süreç içindeki uygulamalara esas teşkil eden kabuller ile bugün Ortadoğu/Arap coğrafyasında uygulanan şiddeti çalıştıran mekanizma aslında aynıdır. Kadınların toplumun gözü önünde aşağılanması, cezalandırılması ve işkence ile öldürülmesi! Kilise heretiklere ve cadılara karşı öyle zalimane işkenceler uygulamıştır ki sadece vücut bütünlüğü değil duygusal ve mental bütünlüğünü de kişinin elinden alarak sorgudan suçsuz çıksa bile toplum önünde aşağılanmış ve küçük düşürülmüş bir halde kendisi ile baş başa bırakılmıştır. Arap/Ortadoğu coğrafyasında da recm gibi, falaka gibi işkence yolu ile toplum önünde cezalandırma uygulaması da kadını utandırarak toplum içinden çekilmesi ve yalnızlaşmasını sağlamak maksadı taşıyor, eğer ölmediyse tabii.
İran’da Şah hanedanlığı döneminde kadınlar seçme ve seçilme hakkı, eğitim hakkı gibi temel haklar ekseninde mücadele etmiş, kısmen de olsa bu hakları kazanmışlardı. Kanunlar ve toplum önünde kadın haklarının güvence altına alınması yine kadınların biriken mücadelesinin sonucu olmuştu. İslam devrimi sonrası ise çok değil birkaç gün içinde Humeyni, kadınların sosyal hayattan çekilmesi için yine yalnızlaştırma ve utandırma politikası izlemiştir. Humeyni bu uygulamaları kadınların erkeklerden daha çok sayıda olması nedeniyle savunmuş ve “fahişelik yoluna düşülmemesi için kadınların evlendirilmesi en iyi yoldur” demiştir (Asgharzadeh 2007, 110).” [3] Önce donanımlı meslek sahibi kadınları işsiz bırakıp sonra muhtaç hale getirip, toplum önünde erkeğe tabi etme yoluna gitmiş; işleyen tüm mekanizmalarından ve sosyal hayattan alıkoymuştur.
Shahrzad Mojab Marksizm ve Feminizm kitabında solcu ve özellikle komünistlerin kadınlar açısından süreci doğru okumamasından bahsederek şöyle der; “Dönemin çetin soğuk savaş koşullarında ABD ve Avrupalı emperyalist güçlerin, Şah’ın artık kurtulamayacağını anladıkları anda milli ya da sosyalist bir devrim yerine İslamcı bir rejimi tercih ettiklerinin ayırdına varamadılar. Her ne kadar solcular kadına yönelik baskıları kınasalar da kadınlara direnişi bırakmayı ve teokrasi yerine emperyalizmle mücadele etmeyi telkin ederek aslında onlara sırt dönmüş oldular. (Moghissi, 1994, Shahidian, 2002)”. [4]Bu yeni egemenin şiddeti pers olmayan diğer halkların kadınlarına çok daha ağır uygulanmıştır. Yine Mohjab 1980’de İran’da bulunduğu dönemde kürtlerin bakış açısını şöyle aktaracaktır; “Kürtler Müslüman olsalar da teokrasiyi reddediyor ve bunun yerine feodal demokratik bir devlet talebinde bulunuyorlardı. İslam Cumhuriyeti’nin inşasını meşrulaştırmak için düzenlenen referandumu boykot ettiler. Kırsal alandaki Kürt kadınları, tıpkı İran’ın geri kalan birçok kırsal ve kabile temelli yerleşim yerindeki kadınlar gibi, hiçbir zaman örtünmediler” [5]
Çok uzun zaman önce İranlı aktivist kadınlar saçlarını sıfıra vurmaya başladı. Bu eylem görünen saç telleri yüzünden devrim muhafızlarının tacizine tepki olarak gelişti; saç günahsa al işte yok artık diye. Şimdi ise hem Mahsa’nın saçına selam hem de günahın tezahürüne bir tepki olarak kesiyorlar ve o bayrak acının ve öfkenin sembolü olarak dalgalanıyor. Eksik ve kusurlu görüldüğümüz her yerimizde büyüyen bir cadılık olmalı. O cadılık, o cazzılık bizim bu hayatta mücadele etmek ve bir kadın bir insan olarak varlığımızı bu dünyaya kazımak için tek seçeneğimiz görünüyor.
Gülten Akın’ın Kestim Kara Saçlarımı şiiri ile bitirerek şunu söylemek istiyorum; Dünyanın tüm cazzıları birleşiniz!
“Kestim kara saçlarımı
N’olacak şimdi
Bir şeycik olmadı
Deneyin lütfen
Aydınlığım deliyim rüzgârlıyım
Günaydın kaysıyı sallayan yele
Kurtulan dirilen kişiye günaydın
Şimdi şaşıyorum bir toplu iğneyi
Bir yaşantı ile karşılayanlara
Gittim geldim kara saçlarımdan kurtuldum”
Dipnotlar:
[1] Vikipedia- Cadılık – https://tr.wikipedia.org/wiki/Cad%C4%B1l%C4%B1k
[2 ]Gay L. Gullickson – Komün’ün Asi Kadınları – Yordam Kitap, s.263
[3] Fe Dergi: Feminist Eleştiri 9, Sayı 1
[4] Shahrzad Mojab – Marksizm ve Feminizm – Yordam Kitap, s.23
[5] Shahrzad Mojab – Marksizm ve Feminizm – Yordam Kitap, s.24
Yorumlar