Rosa Lüksemburg’un Etik Feminizmi- Drucilla Cornell

Onun feminizmi, bizi feminizmin neyle ilgili olduğu konusunda daha genişçe düşünmeye zorlar. Bu elbette sözüm-ona resmi eşitlik mücadelesinin ötesine geçerek, sadece devrimci mücadeleyle önü açılabilecek bir yeni insan olma pratiğinin parçasıdır. Burjuva feminizmi konusundaki ısırgan uyarıları feminizmin kendisine yönelik bir eleştiri olarak ele alınmamalıdır. Bunlar metropollerdeki kadınların sınıfsal ve evet, ırksal ayrıcalıklarına karşı okunmalıdır. Transların, geylerin ve lezbiyenlerin mücadelelerini görecek kadar uzun yaşamadı, ama bakış açısının sınırları, elbette herhangi birinin erotik ve cinsel varlıklar olarak hayatını yaşama biçiminden dolayı insanlık çizgisinin dışına atılmasına karşı olurdu.

Rosa Lüksemburg’un Etik Feminizmi- Drucilla Cornell

Çatışan Feminizmler kitabı yazarlarından Drucilla Cornell tarafından 2018 yılında Chicago’daki International Rosa Luxemburg Society yıllık konferansı açılış konuşması olarak kaleme alınan bu metni, ölümünün 103. yıldönümünde  Rosa Lüksemburg’u sevgiyle anmak için yayımlıyoruz.

Jamaikalı büyük filozof Sylvia Wynter, Adam1 ve Adam2 dediği insan temsillerinin, insani pratiği tümüyle karanlıkta bıraktığını ve emperyal egemenlik ve sömürgecilikle iç içe geçtiğini felsefi biçimde ortaya koyar.1 Wynter’a göre Adam1, artık günahkâr Dünyanın sonunu getirecek kıyameti beklemeyip aksine insan yaratıkların çevrelerindeki dünyaya ulaşmalarını sağlayan sevecen bir Tanrıyı öngören bir Hıristiyanlık anlayışıyla birlikte gelişir. O dünya, bilinir bir dünya haline gelir ve gezegenimiz üzerindeki her şeyi keşfetmeye yönelen büyük emperyal maceralara ilham verir. Bu da elbette Hıristiyan evrenine dâhil olmayanlarla çatışmaları gündeme getirir. Adam1’in dışında kalan herkesin insanlığı inkâr edilir. Bu da bizi, Karaipler ve Güney Amerika’da yaşayan koyu derili halkların, aslında onları bir ölçüde de olsa insanlığın parçası olarak kabul edebileceğimiz bir ruha sahip varlıklar olup olmadıklarına dair o ünlü tartışmalara götürür. Wynter’a göre Adam2, insan olmanın farklı biçimlerinin biyolojik anlamda derecelendirilmesiyle birlikte ortaya çıkar. Bu derecelendirmede koyu renkli halklar artık daima bazı insanları diğerlerinden “daha insan” olarak tanımlayan sözüm-ona genetik temelli özelliklere dayandırılarak en alt sıralarda yer alırlar.*

Sylvia Wynter: “Yazı yazarken teoride, Aretha Franklin’in şarkı söylerken çıkardığı sesi çıkarmak istiyorum”.

Rosa Lüksemburg’ta bir ana tema mevcutsa, bu ana tema, Wynter’in “toplumsal cinsiyet belası” yerine “tür belası” olarak adlandırdığı, Adam1 ve Adam2’nin tahakkümüne karşı isyan temasıdır. Lüksemburg’un katkısı, tür ve toplumsal cinsiyet belalarının ayrılmaz biçimde birbirine bağlı olduğunu göstermesidir. Dolayısıyla sosyalizmi nasıl hayata geçireceğimize dair fikirleri de, Wynter’ın çok daha sonraları insanı emperyalizmle, sömürgecilikle ve elbette kapitalizmle olan bağlarından özgürleştirecek olan insani pratik adına Adam1’in ve Adam2’nin tahakkümüne meydan okumak diyeceği durumla iç içe geçer.

Etik Bir Feminist Olarak Rosa Lüksemburg

Lüksemburg’un, benim tanımladığım anlamda etik bir feminist olduğunu ileri süreceğim.** Bu tanımda feminizm, bu da son derece önemli olmakla birlikte, sadece kadınların hakları mücadelesiyle ilgili değildir, aynı zamanda, her birimizin varsayılmış insanlığın dışına atılmamıza neden olan Adam’a karşı meydan okumalarla ilgilidir.2

İleri süreceğim esas tez, Lüksemburg’un sosyalist dönüşümü düşünme yöntemimiz hakkındaki tartışmalarının, hem Adam1’e ve Adam2’ye, hem de her ikisinde de içsel olan ırkçılığa meydan okumayı temsil ettiğidir. Biri feminist ve diğeri ırkçılık karşıtı iki ayrı mücadele yoktur, çünkü bunlar Adam1’e ve Adam2’ye meydan okuyuşta iç içe geçerler. Lüksemburg, Küresel Güneyli kadınlarla dayanışma çağrısını yükseltirken, kendi zamanının çok ilerisindeydi ki bu da şaşırtıcı değildir, çünkü Sermaye Birikimi’nde, emperyalizmin kapitalizmin en yüksek aşaması olmadığını; aslında tam da kapitalizmin işleyiş biçiminin merkezinde yer aldığını ileri sürüyordu. Ama önce kadınlar hakkında yazdıklarına dönelim.3

Lüksemburg, Charles Fourier ile aynı görüştedir, “Yüzyıl önce, sosyalist ideallerin en büyük peygamberlerinden biri olan Fransız Charles Fourier, şu unutulmaz sözleri yazdı: Herhangi bir toplumda, kadın özgürleşmesinin derecesi genel özgürleşmenin doğal ölçüsüdür. Bu durum, mevcut toplumumuz için de kesinlikle doğrudur”.4

Rosa Lüksemburg, Clara Zetkin’le birlikte

Lüksemburg, genel oy hakkının yorulmaz bir savunucusuydu; bu da elbette tüm kadınlara genel oy hakkını içeriyordu. Burjuva kadınların aslen tüketici olduklarını ve bu nedenle de, bir anlamda asalak olduklarını söyleyerek kadınlar arasında sınıfsal ayrımlar çizdi. Bunlar, sosyalizme karşı oy kullanmakta sınıfsal çıkarı olan kadınlardı. Buna karşın, Lüksemburg’un yaşadığı dönemde sendikalaşma ve toplantı hakkını elde etmiş olan proleter kadınlar, onları sosyalist siyasetten yana bir konuma yerleştiren bir siyasal olgunluk sergiliyorlardı. Onların oyları burjuva kadınlarınkini aşacaktı. Kadınların evdeki çalışmasının kapitalist sistem açısından hiçbir değer yaratmaması saçma gerçekliğinin çok kısa sürede proleter kadınların ilgisini çekeceğinin de son derece farkındaydı. Lüksemburg’tan alıntılayalım:

“Bu bakış açısına göre, bacakları işvereninin cebini karla dolduran müzikhol dansçısı üretken işçiyken, proleter kadınların ve annelerin evlerinin dört duvarı arasında döktükleri alın teri, üretken olmayan [emek] olarak değerlendirilir. Bu kulağa zalimce ve kaçıkça geliyor, ama tam da mevcut kapitalist ekonomimizin zalimliğine ve kaçıklığına denk düşüyor. Bu zalim gerçekliği açıkça ve keskin biçimde görmek proleter kadının ilk görevidir.”5

Ev içi emek veya kapitalizm koşullarında kadınların hayatı

Sosyalist feministler çok uzun süredir, ev içi emeğin kapitalizm koşullarında hiçbir değere sahip olmaması saçmalığını düzeltmeyi amaçlayan taleplerle ilişkilendirildiler. Ancak, örneğin, bazı sosyalist feministler tarafından ileri sürülen, ev işlerinin ücretlendirilmesi talebi, Lüksemburg tarafından asla kabul edilmezdi. Peki neden? Böyle bir talep, kaçınılmaz biçimde kapitalizmin kendi yasaları tarafından boşa çıkartılacaktı. Ev içi emek, kapitalizm ve elbette neoliberal kapitalizm koşullarında ücretlendirildiğinde, kayıt dışı ekonomideki en kötü ücretlendirilen işlere denk düşer. Çocuk bakımı işçilerini sendikalaştırmaya yönelik ciddi girişimler mevcuttur ve bu girişimler de, bu çalışma türünün özelleştirilmesi nedeniyle son derece büyük güçlüklerle karşılaşmaktadır. Aslında, ben de 2003 yılında Long Island’da Work Place Project olarak adlandırılan bir örgütlenmeyle, buna benzer bir çocuk bakımı işçilerini sendikalaştırma girişiminde yer almıştım.6

Mektuplarında özellikle açıkça görüleceği gibi Lüksemburg’a göre, buradan hemen sosyalizmde ev içi emeğin toplumsallaştırılacağı sonucu çıkmaz. Kaçınılmaz biçimde kadınların ezilmesini içeren aile yapısının tamamının dönüştürülmesi zorunludur. Bu noktaya kısaca döneceğiz fakat Lüksemburg’a göre sosyalizm, dünyayı paylaştığımız diğer varlıklarla olan ilişkimiz de dâhil, tüm insan ilişkilerinin radikal biçimde dönüştürülmesini talep eder. Bu yüzden de göreceğimiz gibi daima, komünist bir parti iktidarı ele geçirdiğinde, hayal edilebilecek en kapsamlı demokrasi biçimlerini uygulaması gerektiğini ısrarla vurgular. Sonuç olarak, evet, şu anda özelleştirilmiş olan toplumsallaştırılacaktır, ama bunun nasıl ve ne biçimde olacağı, insani bir dünyayı yaratmak için harekete geçen halk kitlelerinin yaratıcılığının parçası olacaktır. Yine Lüksemburg’dan alıntılayalım:

“Kadın, modern kadın proleter olarak, ilk kez insana dönüşür, çünkü [proleter] mücadele insanları kültüre, insanlığın tarihine katkıda bulunan insanlar haline gelmeye hazırlayan ilk mücadeledir. Mülk sahibi burjuva kadın için evi onun dünyasıdır. Proleter kadın içinse, dünya, kederi ve coşkusuyla, soğuk kıyıcılığı ve kaba sabalığıyla dünyanın tamamı, onun evidir”.7

Lüksemburg’un sınıfsal farklılıklar konusundaki ısrarı veri alındığında, feministler arasında 1990’larda ve 2000’lerin başlarında adalet ve bakım meselelerine dair yapılan tartışmalar konudan sapmak olur. Lüksemburg’un başlı başına erotik bir dönüşüm ihtiyacı konusundaki radikalizmi, kapitalizm koşullarında kadınların ev içi emeğinden doğan değerleri idealize etmesine izin vermezdi. Kapitalizm koşullarında kadınların ev içi emeği, bakımı olduğu kadar suiistimali de içerir ve Lüksemburg, kapitalizm koşullarında kadınların yaşadığı ev hayatını tasvir etmek için çoğunlukla “boğucu, dar, sefil ve küçük” sözcüklerini kullanır. 8 New York sokaklarında dolaşan herkesin de bileceği gibi, siyah kadınlar, özellikle yeni gelen göçmenler, genelde kapitalist ekonomiye girebilmeyi başarmış beyaz kadınların çocuk bakımı yükünü üstlenirler. Önceden de belirttiğim gibi, burjuva kadınların ekonomiye girebilmesini sağlamak için çocuk bakımı ve ev içi emek görevlerini üstlenen bu kadınların çoğunun maruz kaldığı zalimce muamelelere karşı yürütülen mücadelelere ben de katılmıştım.

Toplumsal cinsiyet, ırk ve sınıf

Lüksemburg için sınıf dayanışması, ezilmişlikleri emperyal egemenliğin bütünsel bir parçasını oluşturan Küresel Güneyli kadınlarla birleşmeyi içerir. Emperyalizmin ve dolayısıyla savaşın kapitalizm koşullarında kaçınılmaz olduğu konusundaki ısrarı veri alındığında, Lüksemburg’un bu dayanışmayı vurgulaması şaşırtıcı değildir. Lüksemburg’u alıntılarsak:

 “Geleceğin atölyesi birçok ele ve kalbe ihtiyaç duyuyor. Kadın sefaletinin dünyası bir çare bekliyor. Köylünün karısı hayatın yükleri altında neredeyse çökerken feryat ediyor. Alman Afrika’sında, Kalahari Çölü’nde, savunmasız Herero kadınlarının, bir Alman askerleri çetesi tarafından avlanan, açlıkla ve susuzlukla dehşet verici bir ölüme maruz bırakılan kadınların kemikleri güneşin altında ağarıyor. Okyanusun öteki kıyısında, Putamayo’nun yüksek zirvelerinde, dünya tarafından görmezlikten gelinen, şehit edilen Yerli kadınların ölüm çığlıkları, uluslararası kapitalistlerin kauçuk plantasyonlarında solup gidiyor. Proleter kadınlar, yoksulların en yoksulları, güçsüz düşürülenlerin en güçsüz düşürülmüşleri, kadınların ve insanlığın kapitalist tahakkümün dehşetinden özgürleşmesi mücadelesine katılmak için acele edin! Sosyal Demokrasi size onurlu bir yer sundu. Ön saflara, siperlere yüklenin!” 9

Barış talebi, metropollerde ve Küresel Güneyde yaşayan kadınlar arasında dayanışma yaratabilir. Lüksemburg, Sylvia Wynter’ın daha sonraları bir tür meselesi, siyah halkların ve daha genel olarak koyu derili halkların ezilmişliği meselesi olarak adlandırdığı sorunun kapitalizme dışsal olmayıp, tıpkı militarizm gibi sınıf egemenliğinin temelinde yer aldığını ilk kabul edenler arasındaydı. Ona göre ırkçılık, kapitalist sınıf egemenliğinin ayrılmaz bir parçasıydı ve bir kadın olarak ırksallaştırılmamış olan bir varlık hiç olmamıştı. Toplumsal cinsiyet, ırk ve sınıfla veya hangisinin daha öncelikli olduğuyla ilgili tartışmalar, hem Wynter’ın kapitalist emperyalist tahakküm koşullarında Adam’ın insanın yerine geçirilmesine işaret eden vurgularını, hem de Lüksemburg’un kapitalizm var olduğu sürece savaşın ve emperyalizmin de var olacağı ve militarizme karşı mücadelenin daima sosyalist mücadelenin parçası olacağı temel vurgusunu es geçmektir.

Burada, Lüksemburg’u etik bir feminist olarak adlandırma nedenime geri dönüyoruz. Lüksemburg’un anti-elitizmi, uluslar arasındaki ezilme ilişkilerine dayalı hiyerarşi de dâhil, birinci ve ikinci sınıf insanların mevcut olmadığı tezinin ayrılmaz parçasını oluşturur. Ama o anti-elitizmini, Troçki ve Lenin’in öncü parti düşüncesinin eleştirisine kadar ilerletir. Partinin, önderlik edebilmesi için, halk kitlelerinin gündelik mücadelelerine derinden gömülü olması zorunludur. Evet, parti ihtiyacını ve aslında önderlik ihtiyacını da kabul eder, ama parti, mücadelenin dışında değil içindedir ve Vladimir Lenin’in merkezileşme yaklaşımını reddetme sebebi de budur. Lüksemburg’dan alıntılarsak: “Basit konuşalım. Tarihsel anlamda, sahici bir devrimci hareket tarafından yapılan hatalar en zeki Merkez Komitesi üyelerinin yanılmazlığından sonsuz kez daha verimlidir.”10

Daha çağdaş psikoanalitik terimlerle baktığımızda, Lüksemburg’un Lenin ve Troçki ile partinin kitlelerle ilişkisi yaklaşımına dair eleştirisinin kökleri fallik bir fanteziye kadar uzanır. Fallik fantezi oldukça açıktır; küçük bir grup adamın dağınık hareketin oportunizme ve diğer hatalara kapılmasını önlemek için en yüksek yetkiyi kullanması.

Kontrol fantezisi hem fallik hem de elbette maskülendir ve tam da sahici devrimci hareketin karmaşıklığıyla mücadele eder. Yine Lüksemburg’u alıntılarsak:

 “Bu hareketin en iyi daima kendisini tehdit eden iki tehlike arasında ve ortasında gidip gelerek ilerleyeceği sonucunu çıkartabiliriz. Biri kitlesel karakterini yitirmesi; diğeri, amacını terk etmesidir. Biri, mezhep durumuna düşme tehlikesi, diğeri burjuva bir toplumsal reform hareketine dönüşme tehlikesidir.  Devrimci Sosyalist mücadelenin yönünü, Emek hareketini tüm oportunist sapma olasılıklarına karşı güvence altına alması beklenen resmi önlemler aracılığıyla tek bir seferde düzeltmeyi ummak, bu nedenle yanıltıcıdır ve tarihsel deneyimle bağdaşmaz”.11

Lüksemburg’un yaklaşımı, herhangi bir hareketi oportunizme karşı koruyacak herhangi bir formülün mevcut olmadığı yönündedir. Bu nedenle, sahici hareketin derslerinin Troçki ve Lenin dâhil, devrimci entelektüellerin en parlak düşüncelerinden çok daha değerli olduğunu vurgular. Fakat bu da bizi onun, etik feminizminden ayrılmaz olduğunu ileri sürdüğüm anti-elitizmine geri götürür. Elbette bir feminist ve sosyalist olarak Lüksemburg’a göre, sömürü koşullarında insanlar arasında sahici etik ilişkiler kurulamaz. Lüksemburg’un, büyük Fransız felsefecisi Anne Dofuarmantelle’nin inceliğin gücü olarak adlandırdığı, son derece adaletsiz bir toplumda iyi yaşamaya çalışma riskiyle de ilgili olan kavramla kurduğu ilişkiyi tartışırken bu noktaya geri döneceğim.

Lüksemburg, Bolşeviklerin desteklediği ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını sertçe eleştirirken, Bolşevikler iktidarı ele geçirdikten sonra, milliyetçiliğin, genelde bu “hakkın” tanındığı ulusların yenilmiş burjuvazileri açısından, yeni devrime karşı milliyetçi sınıf egemenliğini tesis edecek biçimde iktidara gelmenin mükemmel bir aracını oluşturduğunu savunur.

Lüksemburg’un Kurucu Meclis ve daha genel olarak demokratik kurumlar konusundaki Troçki ve Lenin eleştirisi ise bu organlar ve seçimleriyle ilgili eleştirinin ötesine geçer. Bu eleştiri bizi, aslında sosyalizmin ne olduğuna dair hiçbir fikrimizin olmadığı ve her birimizin sosyalist bir toplumun parçaları olmak için ne kadar radikal dönüşümler geçirmemiz gerektiği konusundaki en derin yaklaşımlarına götürür. Wynter’in güçlü tezi, hepimizin Adam1 ve Adam2’nin ve bir tür dışsal ideoloji olarak değil, birlikte yaşama ve çalışma biçimlerimizin maddileşmesi olarak ifade ettikleri tüm elitizm, ırkçılık ve cinsiyetçilik biçimlerine maddi anlamda batmış olduğumuzdur. Lenin kapitalist fabrikanın zalim disipliner yapısını ele geçirerek kitleleri ve işçileri titiz bir üretim programı içinde tutmak için kullanmanın mümkün olduğunu düşünüyordu. Fakat Lüksemburg buna kesinlikle karşıydı; çalışma ve işyerinin örgütlenmesi aynı kalamazdı, aileler aynı kalamazdı, hatta düşünme ve birbirimizle konuşma biçimimiz de aynı kalamazdı. Sosyalizm, ona göre, kapitalist bir toplum içinde büyümüş bizler için bilinebilir bir şey değildi. Bu yüzden, ilerlemenin tek yolu mümkün olan en geniş ve etkili demokratik biçimleri yaratarak, sadece birlikte hayal etmeye değil, birlikte varolmanın ve yaşamanın yeni yollarını anlamaya başlayabilmemizdi. Bu olmadan, devrim tam da devrimci bir programı desteklediğine inanan Merkez Komitesi tarafından boğulacaktı.

Devrim halkın idealizmini ortaya çıkarmalıydı ve bu da ancak yaratıcılıklarına devrimin merkezi olarak saygı gösterilmesiyle mümkündü. Burada Lüksemburg’un devlet iktidarını ele geçirmenin mümkün göründüğü bir anda Lenin ve Troçki’nin cesaretlerinin ve aslında cüretlerinin büyük bir destekçisi olduğu noktasında net olmalıyız. Eleştirileri, yoldaşlara yönelik eleştirilerdi. Eleştirileri safça değildi. Bolşeviklerin karşılaştığı muazzam güçlükleri biliyordu. Tezlerinin merkezinde, Bolşeviklerin zorunluluğu erdeme ve sosyalizme geçişin taleplerine dair genel bir teoriye dönüştürmesi yer alıyordu.

Etik feminizm ve inceliğin gücü

Ama daha derin soru, Lenin ve Troçki eleştirisinin neden feminist olduğunu düşündüğüm sorusu olabilir. Onun, elit bir partinin yönetimi dâhil, kimilerimizi insanlık çizgisinin altında bırakan birinci ve ikinci sınıf insanlar ayrımının tüm biçimlerini iptal etmek anlamında etik bir feminist olduğunu ileri sürüyorum. Bu anlamda, kitlelere olan inancı, sadece sosyalist bir ilke değil, feminist bir ilkedir. Sosyalizm yaklaşımı kapitalizm altında hepimizin, her birimizin dönüştüğü ego-güdümlü yaratıklardan karşılıklı saygı içinde ve felsefeci Dufourmantelle’yi takip ederek “inceliğin gücü” diyeceğim biçimde birlikte yaşayabilen insanlara sonsuz biçimde dönüşümümüze dair bir yaklaşımdır.

Dufourmantelle’nin, yazılarında ne felsefi bir kurgu ne de sosyolojik bir ilişkisellik olarak değil, insanlar arasında ve içinde yaşadığımız tüm dünyayla kurulan farklı bir ilişkiye işaret eden çağrışımcı bir kavram olarak yer alan incelik üstüne yazdıklarından alıntı yapmak gerekirse:

İncelik genişletilmiş bir şimdiyi icat eder. İncelikten, onu bilince çıkarmaktan, sunmaktan, derlemekten, onu umut etmekten söz ediyoruz. O insanlığın elementlerden, hayvanlardan, ışıktan, ruhlardan kopmadığı bir dönemden kalma, adını yitirdiğimiz bir duygunun adıdır. İnsan ırkı hangi noktada onun farkına vardı? Yaşam ve hayatta kalmak iç içe geçtiğinde incelik neyin karşıtıydı?10

Etik feminizm, onu ilk tanımladığım haliyle, diğeriyle şiddete dayanmayan bir ilişki emeline dairdi. Ancak Dufourmantelle sadece bir şiddetsizlik etiğini savunamayacak kadar inceliklidir; bazen şiddet sömürgeci durumların hepsinde olduğu gibi trajik bir zorunluluktur. Ama ne idealize edilmelidir,  ne de Fanon’un uzun zaman önce bir yeniden fallikleşme süreciyle uğraştıklarını saptadığı küçük bir maço erkekler mezhebinin uğraşı olarak görülmelidir. Buradaki fantezi, ezilen ama erkek sömürgeleştirilenler olarak bizim fallusu beyaz Adamın elinden alıp “sahipliğini” ele geçirmemiz fantezisidir. Bu, elbette, genelde karşı devrimci siyaseti besleyen bir fantezidir.

Anne Dufourmantelle

Etik feminizm, onu ilk kez ileri sürdüğüm Çatışan Feminizmler’de, daha ziyade insanlar arası ilişkilerle sınırlı bir kavramdı. Ancak buna artık Dufourmantelle tarafından çağrıştırılan inceliğin gücünü de ekleyebilirim. Aslında, incelik post-hümanistler tarafından yapılan Marksizm eleştirilerine verilen önemli bir feminist yanıttır. Onlar Marksizm’i hümanist kibrin bir başka biçimi olmakla suçluyorlardı.11 Eleştirileri genelde, Marks’ın kelimeleriyle ifade edersek, “sosyalizm koşullarında doğa insanileştirilecek ve insanlar da doğallaştırılacak” veya daha kesin olarak kendi bireysel ve kolektif yaratıcılıklarıyla yabancılaşmamış bir ilişkiye geri dönecek fikrini vurguluyordu. Kapitalizmin yabancılaşması aşılacaktı. Fakat buradaki odak noktasının insan-insan ilişkileri olduğu ve insanların doğanın geri kalanı üzerindeki tahakkümünün sorgulanmadığı iddia ediliyordu. Ancak bir güç olarak ve aslında gücün icrası olarak anlaşıldığında incelikte, Lüksemburg’un da açıkça yaptığı gibi, insanların hayvanlar dâhil, diğer varlık biçimleri üzerindeki tahakkümüne dair her türlü yaklaşımı reddeden çok daha farklı bir anlama ulaşıyoruz. Lüksemburg’u alıntılarsak:

Biliyorum ki her insan için, her varlık için, kendi hayatı gerçekten sahip olduğu tek varlığıdır ve insanın dikkatsizce çarptığı ve ezdiği her küçük sinekte, tüm dünya sona erer, küçük sineğin kırılmalı gözünde sanki tüm dünyanın sonu yaşamın tamamını yok etmiş gibidir. Hayır, sana diğer kadınlardan söz etmemin sebebi tam da böylece kendi acını küçümsememeni ve görmezlikten gelmemeni, böylece kendini yanlış anlamamanı ve kendine dair çarpık bir imgeye sahip olmamanı sağlamak. Ah, senin için her tatlı melodinin, her çiçeğin, her ilkbahar gününün, her mehtaplı gecenin dünyanın sunması gereken en büyük güzelliğe duyulan bir özlemi, bir büyülenmeyi temsil ettiğini o kadar iyi anlıyorum ki. 12

Sineklerden söz ettim, oysa Lüksemburg hapishane avlusunda kelimenin gerçek anlamıyla ölümüne çalıştırıldıklarını görüp kucakladığı bir öküz hakkında da güzel şeyler yazmıştı. Ama çoğumuz böceklerden korkarız ve onları öldürmeye, memeliler gibi canlıları öldürmekten daha farklı bakarız, oysa sinek örneğinde gördüğümüz gibi, Lüksemburg farklıydı. Yine Lüksemburg’dan alıntılarsak:

“Şimdi her yaz olduğu gibi, yapmam gereken işler var: Bir sandalyeye tırmanmalı ve ne kadar uzak olursa olsun, üst pencere camına uzanmalıyım, yaban arısını çok dikkatli bir şekilde tutmalı ve özgürlüğe teslim etmeliyim, çünkü aksi takdirde kendi kendini yarı ölü hale getirene kadar cama vurmaya devam eder. Bana hiçbir şey yapmıyorlar; hatta açık havada dudaklarıma konuyorlar ve bu da beni çok gıdıklıyor; ama onu tutarsam yaban arısına zarar vermekten korkuyorum. Sonunda her şey yoluna girdi ve aniden oda tamamıyla sessizleşti. Yine de kulağımda ve kalbimde güneşli bir yankı hala vızıldamaya devam ediyor. Hänchen, neşeli ve mutlu ol, sonuçta hayat çok güzel! Yaban arısı bunu yine söyledi ve o neden söz ettiğini biliyor. Senin ihtiyara ve teyzene en iyi dileklerimle. R. 13

Bu iki alıntıda, Dufourmantelle’nin inceliğin gücü dediği şeyin çarpıcı bir örneğini görüyoruz. Lüksemburg’un mektuplarında tekrar tekrar insan olma pratiğine, Wynter’in Adam2 olarak adlandırdığı zalimce gerçekliği yaşarken bile hayata geçirmemiz gereken bu pratiğe atfettiği şey de, işte bu inceliktir. Yani onun etik feminizmi, milliyetçilik, militarizm ve sadece kapitalizmin barbarlıklarına değil, Rus Devriminin Bolşevik siyasetlerine içsel olan elitizme de meydan okuyan kendi sosyalizm yaklaşımı hakkındaki tüm yazılarının bütünsel bir parçasını oluşturur. Onun feminizmi, bizi feminizmin neyle ilgili olduğu konusunda daha genişçe düşünmeye zorlar. Bu elbette sözüm-ona resmi eşitlik mücadelesinin ötesine geçerek, sadece devrimci mücadeleyle önü açılabilecek bir yeni insan olma pratiğinin parçasıdır. Burjuva feminizmi konusundaki ısırgan uyarıları feminizmin kendisine yönelik bir eleştiri olarak ele alınmamalıdır. Bunlar metropollerdeki kadınların sınıfsal ve evet, ırksal ayrıcalıklarına karşı okunmalıdır. Transların, geylerin ve lezbiyenlerin mücadelelerini görecek kadar uzun yaşamadı, ama bakış açısının sınırları, elbette herhangi birinin erotik ve cinsel varlıklar olarak hayatını yaşama biçiminden dolayı insanlık çizgisinin dışına atılmasına karşı olurdu.

Stephen Seely’nin ve benim, insanın çıkmaz sokakları dediğimiz şeyin ötesindeki yeni bir insani pratiği tasavvur etmekte zamanının çok ilerisindeydi. Belki de ilk kez Adam1 ve Adam2’nin tuzaklarına yakalanmadan insan olma pratiğini nasıl gerçekleştirebileceğimiz konusundaki son sözleri Lüksemburg’a bırakıyorum:

İnsan olmak, gerekirse tüm hayatını sevinçle “kaderin dev terazisine” fırlatıp atmak ve aynı zamanda her günün aydınlığında ve her bulutun güzelliğinde sevinmek demek. Ah, ben insan olmanın tarifinin kâğıt üzerine nasıl yapılacağını bilmiyorum, sadece biri insansa bunu biliyorum ve sen de Südende tarlalarında saatlerce birlikte yürüdüğümüz ve akşamın kızıl parıltısı tahıl saplarının üstüne vurduğu zaman bunu daima bilirdin. Dünya tüm dehşetiyle çok güzel ve zayıf karakterlilerle korkaklar olmasaydı çok daha güzel olurdu.14

Dipnotlar ve açıklamalar:

  1. Wynter, Sylvia, “Unsettling the Coloniality of Being/ Power/Truth/Freedom: Towards the Human, After Man, Its Overrepresentation–An Argument,” CR: The New Centennial Review, 3 (3/2003).
  2. Seyla Benhabib, Judith Butler, Drucilla Cornell, Nancy Fraser, Feminist Contentions: A Philosophical Exchange (Thinking Gender), New York: Routledge, 1994. (Çatışan Feminizmler,
  3. Rosa Luxemburg, The Accumulation of Capital, translat­ed By Agnes Schwarzschild, Oxford: Benediction Clas­sics, 2015.
  4. The Rosa Luxemburg Reader, edited by Peter Hudis and Kevin B. Anderson, New York; Monthly Review Press, 2004, p. 242.
  5. Age, sf.241
  6. Drucilla Cornell, Between Women and Generations: Leg­acies of Dignity (Feminist Constructions), New York: Row­man & Littlefield Publishers, 2005.
  7. The Rosa Luxemburg Reader, p. 243.
  8. Age, s. 241
  9. Age, s.245
  10. Anne Dufourmantelle, The Power of Gentleness: Medi­tations on the Risk of Living, translated By Katherine Payne and Vincent Sallé, New York: Fordham Universi­ty Press, 2018, p. 10.
  11. Rosie Bradotti, The Posthuman, Cambridge: Polity, 2013.
  12. The Letters of Rosa Luxemburg, edited by Georg Adler and Annelies Laschitza, New York: Verso, 2013, p. 449.
  13. sf. 389.
  14. Age, sf. 363

*Avrupa düşüncesinde İnsan kavramsallaştırmalarının “İnsan-Adam” temsillerinin dışlayıcı biçimlerinin egemenliği altında olduğunu belirten Sylvia Wynter’a göre, Adam1 homo politicus olarak Rönesans’tan doğmuştur ve Avrupalıların Amerikalar coğrafyalarında yaşayanlarla karşılaşmalarına yanıt olarak yeniden icat edilmiştir. Adam2 veya liberal homo oeconomicus ise, doğal olarak seçilmişler (Avrupalılar) ve doğal olarak “seçilmemişler” (doğal olarak aşağı olarak ırksallaştırılanlar) arasındaki sömürgeci bölünme üzerinden formüle edilir.

** Etik feminizm kavramı için bakınız, “Etik Feminizm Nedir?”, Drucilla Cornell, Çatışan Feminizmler içinde. Metis Yayınları.

*** Türkçe’de “Konukseverlik Üstüne” ve “Riske Övgü” (Metis Yayınları) kitaplarıyla tanınan Fransız felsefeci ve psikanalist Anne Dufourmantelle, 2017 yılında denizde boğulan çocukları kurtarmaya çalışırken, kalbinin durmasıyla yaşamını yitirdi: “İnsanlığın başından bugüne bakım ve ihtimam yumuşaklık ve incelikle ilişkilidir; hastalığı tedavi etmek, yarayı kapatmak veya acıyı dindirmek. Buradaki yumuşaklık ve ihtimam, verili olanın ötesindeki; ameliyatı veya ilacı aşan bir iyi niyeti dile getirir. Prematüre bebekler üzerine çalışanlar bunu bilir. Hem aşırı kırılgan olup hem de olağanüstü bir dayanıklıkları vardır ve esrarengiz bir biçimde hayatta kalabilmektedirler; belki de bu durum kendilerine nazikçe, çok yumuşak bir şekilde söylenmiş bir sözden, bir eylemden gelmektedir. Yumuşaklık ve incelik iyileştirmeye yeter mi? İnceliğin üzerine giyebileceği bir gücü, bilgisi yoktur. Başkasının kırılganlığını kucaklamak öznelerin kendi kırılganlıklarının bilincinden kaçamayacakları anlamına gelir. Bu kabul bir kuvve(t)dir; inceliği, yumuşaklığı ve nezaketi basit bir bakım meselesinden, daha yüksek bir birlikte hissetme derecesine yükseltir. Birisinin hissettiğini hissetmeye çalışmak, ‘birlikte acı çekmek’ tamamıyla o olmadan, onun ne hissettiğini tecrübe edebilmektir. Kendini başkalarına, başkalarının kaderine ve acılarına açabilmek ve acıyı içinde taşıyarak başka bir yere götürmektir.”

Bu yazı Rosa Lüksemburg Vakfı New York ofisi sitesindeki orijinalinden Kadın Savunma Ağı sitesi için Çiğdem Çidamlı tarafından kısaltılarak çevrilmiştir.

Yorumlar