La Loba, vahşi kurt kadın; şimdi kadınları salt kendi eşitlik mücadelelerinin dolaylı özgürleştirici etkisiyle yetinmeyip, kolektif bir dolaysız özgürleştirici özne olarak sahne alma cüretini göstermeye çağırıyor. Vahşi, mutlu ve özgür bir hayat için mutlaka çağrısına kulak verelim
Özgürlük, sözlük anlamına bakılırsa, “eş anlamlısı hürriyet olan; herhangi bir koşulla sınırlanmama, zorlamaya, kısıtlanmaya bağlı olmaksızın düşünme ve davranma durumu”. “İnsanın, her türlü dış etkiden bağımsız olarak kendi istencine, kendi düşüncesine göre karar vermesi durumu.” Sözlük anlamında bu kadar çok “durum” denilmesine takılmayalım; aslında insan, istenç, düşünce, hareket gibi yan sözcüklerden hareket ettiğimizde bir süreçten; yani bir özneden; süreç ve özne deniyorsa da bu öznenin bir takım sınırlandırıcı, zorlayıcı, kısıtlayıcı, bağımlılaştırıcı kimi “koşul” ve “dış etkiler” ile olan çatışmasından söz ediyoruz demektir.
Nitekim konuya “özgürlük” gibi statik bir durum merceğinden değil de, “emansipasyon” yani “özgürleşme” merceğinden bakınca, görünen de budur: Azat olmak, kendini azat etmek ki “özgürleşme” kavramının önceki sınıfsal/ırksal içeriklerini aşan en geniş içeriğini neden kadın mücadelesi içinde kazandığı da böylece aşikâr hale gelir. Yine en basit sözlük anlamlarından ilerlersek bile, kadınların özgürleşmesi süreci denen şeyin, kadınların erkeklerle tam eşitliğine ulaşmak için kuşaklar boyunca ekonomik, sosyal, siyasal ve ideolojik/dinsel/ahlaki alanlarda verilen özel ve kamusal mücadelelerin toplamının ta kendisi olduğu görürüz. Yani kadınlar açısından özgürleşme süreci, aslen, istençlerine göre karar verme ve hareket etmelerini sınırlandıran, zorlayan, kısıtlayan, bağımlılaştıran tüm ekonomik, sosyal, siyasal, ideolojik, dinsel, ahlaki “koşul” ve “dış etkilerle” örgütlü bir siyasal özne olarak çatışma süreçleridir. Özgürleşme, eşitlik mücadelesinin olmazsa olmaz koşulu; eşitlik mücadelesinin bilinçli eylemidir.
Bu yüzden 20. yüzyılın en görkemli özgürleşme mücadelesi simgelerinden birinin, 1 Aralık 1955 Perşembe günü, ABD’nin en ırkçı eyaletlerinden biri olan Alabama’daki Montgomery şehrinde, otobüste beyazlara yer vermeyi reddederek Montgomery Otobüs Boykotu’nu ve aslında Amerikan özgürlük mücadelesinde yeni bir çağı başlatan büyük bir sivil itaatsizlik eylemini tetikleyen Rosa Parks isimli, 42 yaşında, zayıf ve yorgun siyah bir terzi kadın olması rastlantı değildir. Eşitlik talebi yorgun bir işgününün akşamüstünde ırk ayrımcı bir belediye otobüsünde işte böyle büyük bir özgürleşme mücadelesine dönüştü: “‘O gün çok yorgun olduğum için koltuğumdan kalkmayı reddettiğimi söylüyorlar. Doğru, yorgundum ama sebep fiziksel yorgunluk değildi. Sürekli haksızlığa uğramaktan ve bunu kabullenmekten yorgundum. Aşağılanmak istemiyordum. Parasını ödediğim koltuktan kaldırılmak istemiyordum. İşim başımdan aşkındı, tutuklanmak gibi bir hevesim yoktu. Ancak o yol ayrımına gelince, direnişi seçmekte tereddüt etmedim. Çünkü buna artık yeterince katlandığımızı hissettim. Ne kadar taviz versek, ne kadar sussak, baskı da aynı oranda artıyordu.’’
Doğal olarak, özgürleşme mücadelesine rengini veren, eşitlik için çatışılması gereken ekonomik, sosyal, siyasal, ideolojik “koşul” ve “dış etkilerin” niteliğidir. Üstelik aynı koşullar, “bir yol ayrımında” bizi direnişe ve özgürleşmeye yöneltebileceği gibi, “özgürlükten kaçışa” da yöneltebilir. Yoksa “İnsan neden kendi özgürlüğünü diktatörlerin eline bırakmaya ve bir robot gibi yaşamaya razı olsun ki?”* Kapitalizmin büyük güvencesizlik çağında, itaat, üstelik bir de en incelikli faşist baskı yöntemleriyle etrafı çitlenerek büyük bir soyutlanmışlık ve güçsüzlük duygusuyla malul edilen kitlelerin yetkeci, güce tapınmacı bir kapana kısılmasıyla sonuçlanan büyük bir “özgürlükten kaçış” eylemidir. Faşizm, işte bu özgürlükten kaçış eğilimini, bir yandan da hiçlik duygusunu, yaşamın tek adamın veya yerli ve milli olanın bekası gibi “daha yüksek” güçler uğruna feda edilebilir olduğu saplantılı fikrini kışkırtıp yöneterek hâkim düşünme ve davranış biçimlerini yaratır. Aynı mekanizma, güçsüzlük duygusundan kurtuluşu mutlak güce itaatte ve onun ayakta tuttuğu iktidar hiyerarşisi içinde iktidar payı kapmakta bulan bütün bir tek adamcıklar/reisçikler dizgesinin de temelini yaratır. Günümüzün aile/erkeklik krizinin tek adam rejiminin “yerli ve milli” olmayanı; yani kendisine itaat etmeyen herkesi ekonomik, siyasal, ahlaki, militer ve ideolojik anlamda çitleyerek zafer kazanma siyasal taktiğiyle bu denli rahatlıkla kaynaşmasının nedeni de budur.
Şimdi esas sorun, 8 Mart’ta, kentleri, sokakları, meydanları büyük bir mor isyana boyayan itaatsiz kadın kitlelerinin, yani bu toplumun eşitlik uğruna özgürleşmeyi seçen en kitlesel gücünün, tek adam rejiminin büyük bir ekonomik kriz tehdidi kapıdayken ve büyük bir bölgesel savaş ortamı hayatı kuşatmışken, medyada mutlak hâkimiyet; sosyal medyada mutlak yasak; oy vermeyenlere mutlak hizmetsizlik; “marjinallere” mutlak tehdit gibi yöntemlerle tüm ekonomik/kamusal kaynakları “yerli ve milli” olanlara, kısacası özgürlükten kaçışı ve itaati seçmeye zorlananlara tahsis etme şantajıyla inşa ettiği faşist kapana karşı ne yapacağıdır. Kadınların eşitlik mücadelesinin yarattığı toplumsal özgürleşme dinamiği artık, sadece kadınlara mahsus bir “gettoya”, bu getto ister ister küçük kadın buluşmaları kadar mütevazı, isterse 8 Mart alanları kadar görkemli olsun, sığdırılamayacak boyutlara ulaşmışken; bu özgürleşme dinamiğine, kadın özgürlük mücadelesinin özerkliğinden bir an bile vazgeçmeden, hepimizi ama en çok kadınları sonsuza dek içine sıkıştırmak isteyen büyük faşist kapana karşı güçlü bir siyasal inisiyatif kazandırma vakti çoktan gelmiş demektir. Çünkü özgürlük simgesel bir çağrı ve özgürleşme simgesel bir edim olmanın ötesinde, sahici praksistir; kendisini sınırlayıcı, kısıtlayıcı, zorlayıcı, bağımlılaştırıcı “koşul ve durum”la çatışırken kendisinden fazlasını da özgürleştiren bilinçli eylem ve o eylemin bilinçli hareketidir. La Loba, vahşi kurt kadın; şimdi kadınları salt kendi eşitlik mücadelelerinin dolaylı özgürleştirici etkisiyle yetinmeyip, kolektif bir dolaysız özgürleştirici özne olarak sahne alma cüretini göstermeye çağırıyor. Vahşi, mutlu ve özgür bir hayat için mutlaka çağrısına kulak verelim.
*Eric Fromm, Özgürlükten Kaçış,
Yorumlar