Var Olsun Yarayı Birlikte Sardıklarımız – Derman Gülmez

Sonra erkekler anlatsın ha bire savaş hikâyelerini. Anlatacaklar. Duymayacağız. Anlatacak onlar. Her zaman. Susmayacaklar. Ama biz artık kulaklarımız şişene kadar dinlemeyeceğiz onları. Kendi sözümüzü söylediğimizde, bavullarımızı daha çok açtığımızda, anlatmaya doyamadıkları hikâyeler, bizimkileri susturan sesler yok olacak. Ancak biz de gerçekten açtığımızda bavulları, gerçekten görüldüğünde, duyulduğunda olan biten işte o zaman söyleyecekleri varsa dinleyeceğiz.

Var Olsun Yarayı Birlikte Sardıklarımız – Derman Gülmez

Bu yazı, Kadın Savunma Ağı tarafından 22 Aralık Çarşamba 2021 tarihinde, Portekizli kadın sanatçı Nadia Duvall ile yapılan “Sanat, Sınırlar, Göç ve Kadınlık Halleri” konulu online söyleşi sonrasında, etkinliğin moderasyonunu da üstlenen Derman Gülmez tarafından kaleme alındı.  1986 doğumlu sanatçı, felsefe, din ve siyasete ilişkin güncel sorunları ele aldığı eserlerini resim, edebiyat, performans, ses, video ve enstalasyon gibi çoklu araçları birleştirdiği melez biçimlerde kurguluyor. Anlattığı öykülerin hem kendisine ait hem de evrensel tarihsel bağlamın birer parçası olduğunu vurgulayan sanatçı, çalışmalarının kolektif belleğin bir parçası olduğunu söylüyor. Nadia Duvall ile ilgili daha fazla bilgi için bakınız: https://www.nadiaduvall.com/ Yazıda kullanılan fotoğraflar Nadia Duvall’in söyleşinin de üstüne kurulduğu, “With the desert in my eyes” isimli kişisel sergisinden alınmıştır.

Bizi biz yapan hikâyeleri daha çok dile getirdikçe, ne kadar ortaklaştığımızı, bu ortaklığın çoktan sınırlar, devletler, tarihler aştığını görüyoruz.

Nadia ile bir bavulun önünde tanışıyoruz. Dostluğumuz bir bavulla başlıyor ve sonra daha çoğalalım diyerek daha çok kadınla buluşup hikâyelerimizi paylaşıyoruz.

Bavulun içinde mürekkebin derileşmiş haliyle 3D printerdan çıkarılmış küçük elbiseler, etekler var. Bavulun içine asılmış. Bavulun içinde kapı var. Bavulun içinde pencereler var.

Bavul Nadia’nin annesiyle olan hikâyesinin başlangıcı. Bavul benim babaannemin, babamın, annemin hikâyesi. Hangimizin kapılar ve pencerelerde dolu bavulu yok ki diye düşünürken, Nadia’nın bakışlarıyla karşılaşıyorum. Bir süre susuyoruz ben bakarken iyice bavula ve kendi bavulumu düşünürken. Bavulumu oradan oraya taşırken sürekli. Evimizi ellerimizde taşırken…

Nadia’nın annesi Portekizli, babası Cezayirli… Annesi ne orada Afrikalı olabiliyor, ne Avrupa’ya gelince Avrupalı. Sınırdan birlikte geçiyorlar. Ama sınırda annesi insan ticaretine maruz kalıyor ve AIDS’e yakalanıyor… Sonrası malum. Ve Nadia, evlatlık edinildiği ailede sanatını oluşturmaya başlıyor. Çıkış noktası ise hep annesi. Annesi olmadığı sanılan eserlerde bile, deniz, sınırlar, göç, bavul ve bütün bunların toplamında yine geldiği yer aynı. İnsan hikâyesinden ne kadar kaçabilir? Ya da kaçar mı? Herkese anlatmıyor Nadia bu hikâyeyi. Galeride kimse bilmiyor. Galeride yoksulluktan ölüyor annesi. Çok saygın sanat sevicileri arasında bu pek bilinmiyor. AIDS ayıp, insan ticareti ayıp. Gerçek, kanlı canlı olan ne varsa hepsi ayıp. Riya/ hipokrasi, sahtekârlık ayıp değil.

Ayan beyan ayıp olan şeylerin adı değişiyor. Ama biz biliyoruz işte. Ellerinde bavul olanlar, düşlerini oradan oraya sürükleyenler, zorla sürüklenenler, yoksullar, her hikâyeye annesiyle başlayanlar, elini attığı şeyde annesine dokunmazsa eksik olacağını hissedenler, varlığıyla yokluğuyla annesini, nenesini dilinden düşürmeyenler, sessizliklerini alıp birer “varlığa” dönüştürmeye çalışanlar.

Vardığı hiçbir yerde “memleketi” olmayanlar biliyor en çok da bu bavulların hikâyesini. Haymatlos! Nereye gidersen git, ne dilin dilden sayılıyor ne yaşamın, yaşamdan. Ama inatla varsın ya işte! Bir bavuldan fırlayıveriyor işte hikâyen. Sonra Virginia Woolf, sesleniyor kendine ait odalardan. Evet, sonra kendimize ait odalarımız da oluyor.  ‘Bir kadın olarak ülkem yok. Bir kadın olarak, bir ülkem olsun istemiyorum. Bir kadın olarak, bütün dünya benim ülkem.’ diyor Woolf. Bütün dünya bizim ülkemiz oluyor. Varsın onlar saymasın bizi, dediğimiz boşluğa gidiyor gibi görünsün, gözlerimizin içine boş bakışlar dikilsin, Dalga geçilsin yapıp ettiklerimizle, yabancılığımız yabanıllığımız sayılsın varsın ama biz birlikteyiz ya işte… Sınırların yok olduğu hikâyelerde birbirimizi bulup el ele tutuşuyoruz ya… Varsın desinler bu bir ütopya. Alıp başımızın üstüne taşıyalım feminist ütopyamızı…

Sonra erkekler anlatsın ha bire savaş hikâyelerini. Anlatacaklar. Duymayacağız. Anlatacak onlar. Her zaman. Susmayacaklar. Ama biz artık kulaklarımız şişene kadar dinlemeyeceğiz onları. Kendi sözümüzü söylediğimizde, bavullarımızı daha çok açtığımızda, anlatmaya doyamadıkları hikâyeler, bizimkileri susturan sesler yok olacak. Ancak biz de gerçekten açtığımızda bavulları, gerçekten görüldüğünde, duyulduğunda olan biten işte o zaman söyleyecekleri varsa dinleyeceğiz.

Babaannemi düşünüyorum. Sandığında elma olurmuş hep. Öyle anlatırlar. Bavulunda da elma var mıydı acaba, bir gün bütün bir evi bırakıp gittiğinde. Başka babaanneleri düşünüyorum. Adını, dilini, dişini, sesini de bavuluna saklayan kadınları.

Evine dönmesi beklenen Odysseus’u ve her gece ördüklerini söken Penelope’u düşünüyorum. Artık Penelope sınırlar aşıyor. İsterse örüyor, isterse söküyor ama eş seçmiyor Penelope, kendine yeni bir kral seçmiyor. Penelope kendine ait odalar, sınırları aştığı bir hayat, diğerlerine el uzattığı bir yaşamak seçiyor. Kolay mı? Değil elbet. Ama neşesini, dik duruşunu yitirmiyor. Ellerini uzattıkça diğer kadınlara, diğer bavullara; elini uzatıp hep birlikte taşıdıkça hırkalarını, yorganlarını, onlar da el verdikçe onun hikâyesine, geride bıraktıklarını birlikte sırtladıkça güçleniyor Penelope. Artık ne mavi sakalları tanıyor, ne iskeletleri çoğaltıyor, ne de kendi hikâyemizi bavullarda gizliyoruz. Bavulları açmanın, sessizi sese çağırma vakti. Hikâyelerimizin bilinme, çoğalma, birbirini bulma vakti.

Böylece her bir araya gelişte çoğalıp, güçleniyoruz. Var olsun yarayı birlikte sardıklarımız.

Yorumlar