Üftade* – Nazan Karacabey

Keskin zekâsı zamanla cesaret kazanmasını sağlardı belki. Onun konuşması o zamanlarda inkâr edilen, konuşulmazsa yaşanmamış sayılacağı zannedilen gerçeklerin, çocuk yüreklerden fışkırıp şimdi orta yaşlı olan bizlerin dillerinden dökülmesini sağlayabilirdi. Yoksul ailelerin meslek sahibi olsun diye devlete emanet ettiği o çocukların hangisi yara almamıştır ki?

Üftade* – Nazan Karacabey

Yaş almanın insanı geçmişin tüneline doğru çektiğini anlıyorum yaşadıkça. Mesele çocukluğa inmek mi bilmiyorum ama zihnimin, beni korumak adına sakladıklarını çıkarırken bile yine beni korumak için bazı çekmecelere dokunmadığının, dokundurtmadığının farkındayım. Açmaya cüret edilen çekmeceler en çok yatılı okul zamanlarıma ait. Mezun olduktan sonra o kadar silmek istedim ki o zamanlarımı, yıllar sonra yakın bir arkadaşımı tesadüfen gördüğümde silemediğimi anladım. Bir kuş geldi kondu pencereme ve ben ayazda bilmeden sonuna kadar açtım o pencereyi. O kadar hazırlıksız yakalanmıştım ki hasret gidermenin ardından gelen ağlama nöbetlerimi günlerce durduramadım. İyi diye hatırladığım anıları arkadaşımdan dinleyip o günlerle ilgili konuştukça aslında ne kadar acı olduklarını fark ettim. Arkadaşım da benden farklı değildi. Gülerek başlıyor, konuşuyor, sonra duraksayıp düşünüyorduk. Sessizlik, öfke, ayrılış… Herkes gözyaşını kendine döker!

Üftade geldi aklıma sonra. Hep gelirdi ama soracak kimsem yoktu. En çok Üftade’yi düşündüm bütün bu geçen yıllar içinde. Acaba isminin değişikliği mi beni bu kadar düşündürmüştü? Gerçekten sadece bir isme takılıp kalmış olabilir miydim bunca yıl?

Yoksul ya da orta halli ailelerin çocuklarıydık bizler. Köylerden, kasabalardan gelmiştik yatılı okula. Sivas’ın keskin soğuklarında yağlanan saçlarımızı musluk suyuyla yıkadığımızda fark ettik; bu iş hiç kolay olmayacaktı!

“Yat zili”nin insanı yatmamaya teşvik ettiği dokuz sularında… İlk kez o zaman fark ettim Üftade’yi. Nöbetçi öğretmenler herkesi bir an önce yatırma telaşıyla valiz odaları, etüt odaları, mescit ve tuvaletler dâhil her yeri arardı. Plastik ıslak terlik şıpırtıları telaşın ritmiydi. Derin sessizliğin hemen öncesindeki topuklu sesinin asker postalından pek de farkı yoktu. Ardından işte o ses: “Üftade çabuk yatağına!”

Tuvalette yakalanırdı, çünkü etüt odasındaki mesai bitince ders çalışacağı başka yer yoktu. Elinde kitabı, yuvarlak kırmızı yüzünü dolduran gülümsemesiyle doğru yatağına giderdi. Sürekli bir ders çalışma hali vardı. Teneffüslerde dersliğin uzun koridorunda kitabını sesli okuyarak öyle bir hızla dolaşırdı ki kimse önüne çıkamazdı. Asla kalkmazdı kafası, “Bakınız Şekil A” yönergeleri dâhil her şeyi ezberlerdi. Yüksek yüksek notlar alırdı hep. Öyle yakın arkadaşları da yoktu. Sessiz kendi halinde sadece ders çalışırdı, bütün yüzünü dolduran güzel bir gülüşü vardı. Çok fakir bir aileden geliyordu; öyle duymuştuk. Hepimiz fakir ailelerin çocuklarıydık ama o daha fakirdi. Fakirliğin de dereceleri vardı kendi içinde.

O sınırı geçmek

Son sınıfta bunca başarı üzerine okul yönetimimiz Üftade’yi dershaneye yolladı. Ücretsiz! Ders çalışmaktan başka aktivitesi olmayan, ürkerek yanaştığı küçük sınıflardaki bir iki arkadaştan fazlasını edinemeyen, fakirlerin içindeki en fakir Üftade için bunun nasıl bir mutluluk olduğunu anlamak zordu. Sonra bir başka güzellik geldi Üftade’ye. Kılık kıyafeti pek değişti; gülüşü, enerjisi arttı. Âşık olmuştu belki de sınıfından bir oğlana. İsmiyle müsemma; âşık demekti ne de olsa Üftade. Anlatmak istemişti belki ama onu dinleme cesareti gösteremedi başka bir çocuk. Bilmek belki daha ağır bir yük olacaktı o başka bir çocuğa.

Nöbetçi öğrenci masasının yanından geçip idareye gidersiniz. Hiçbir öğrencinin geçmek istemediği bir sınırdır bu. En fazla ziyaretçi odası ve yanındaki ankesörlü telefondur hoş görülen alan. Üftade’nin o sınırı sık geçmeye başlaması dikkatlerden kaçmadı. Değişmeye başladı, bir şeyler oluyordu ancak bizden bir sınıf üstte olan bir “abla” yı merak etmek için bizim de sınırlarımız vardı.

Sürekli korkunç hikâyeler gelirdi kulağımıza. O odaya giren birinin arkadaşının arkadaşının anlattıkları, yat zili sonrası uykularımızı iyice kaçırırdı. Banyo ya da çamaşır zamanları olmaması gereken bir yerde müdürün görülme sıklığı arttıkça söylentilerin inandırıcılığı daha da arttı. Bir şeyler oluyordu, müdürün odasının hemen yanındaki ziyaretçi odasından Üftade’nin sesinin duyulduğu söylendi, yıllar sonra: “Bana yaptıklarınızı herkese anlatacağım”…

Dershaneye sonuna kadar gidemedi Üftade. Bahşedilen hakkı elinden alınmıştı. Zaten gözlerinin feri de sönmüştü. Eski canlılığı yoktu ve kayboldu Üftade mezuniyete günler kala. Ailesi geldi; müdür telaşlandı. Muhtemelen emniyetin olağanüstü arama faaliyetleri sayesinde bulunup okula iade edildi.

O zamanlar çünkü gruplar halinde bir kısım kız çocuğunun bekâret kontrolüne kadın öğretmenler marifetiyle götürüldüğü günlerdi. Aynı kadın öğretmenler o müdürün kaç kız çocuğunu hemen karşılarında bulunan kendi odasında istismar ettiğini bilmiyor muydu? Bunları o zamanki aklımla soramazdım tabii.

Ailesinin onu ne kadar koruduğunu bilemedik sonra. Bildiğimiz, okula kabul resitalinin müdür tarafından Üftade’nin başından aşağı dökülen bir miktar su olduğuydu. Islatıldı Üftade’nin çocukluğu; gençlik ateşinin coşkusu suyla kontrol altına alındı. Mezun oldu Üftade ve doğu illerinden birinde göreve başladı. Aradan geçen otuz bir yıl sonra hafızalarını birleştiren birkaç çocuğun hatırladıkları ancak bu kadardı.

Yoksul ailelerin devlete emanet ettiği

Üftade çalıştığı hastanenin lojmanında ölü bulundu. Hayatından vazgeçti; hayattan vazgeçirildi Üftade. O zamanlar eti senin kemiği benim diye teslim edilen kız çocuklarının yatılı okullarda güç sahibi kadınlar, erkekler tarafından nasıl istismar edildiklerini Üftade yaşasaydı bize anlatırdı belki. Keskin zekâsı zamanla cesaret kazanmasını sağlardı belki. Onun konuşması o zamanlarda inkâr edilen, konuşulmazsa yaşanmamış sayılacağı zannedilen gerçeklerin, çocuk yüreklerden fışkırıp şimdi orta yaşlı olan bizlerin dillerinden dökülmesini sağlayabilirdi. Yoksul ailelerin meslek sahibi olsun diye devlete emanet ettiği o çocukların hangisi yara almamıştır ki?

Bu yazıyı okuyan herkes bilsin. Bilsin; bu dünyadan bir Üftade geçti! Sağlık meslek lisesindeki fakir kız çocuklarından daha fakir, pembe yanaklı, gülünce gözleri küçülen, ders çalışmayı çok seven bir kız çocuğu. Onu yaşamaktan vazgeçiren erkekler vardı. Bir okulun müdürü vardı. Ama ben şimdi ne ona ne de diğerlerine gölge oldukları o yerde bir cümle kurmak yerine Üftade’ye sarılmak istiyorum. Sadece sıkıca sarılmak. Anlatılan bizim hikâyemiz. Duyulsun, bilinsin, hesabı sorulsun.

Kaynak: sendika.org


*Üftâde, aşık, mazlum, uysal, alçak gönüllü.

** Görsel, Firüzan’ın Bilgi Yayınevi’nden çıkan”Parasız yatılı” kitabının kapağından alınmıştır.


Nazan Karacabey: SES Ankara Şube Eş Başkanı

Yorumlar