Türkiye’de neo-liberal faşizmin krizi aynı zamanda bir erkeklik krizidir. Kadın düşmanlığı pandemiyle de devam etti. İnfaz yasasıyla salınan katiller tecavüzcüler yetmedi şimdi de çocuk istismarını aklama yasasını yeniden gündeme getirdiler.
Pandemide Kadın Kadına Tartışma Buluşmaları sunuşlarımızı paylaşmaya devam ediyoruz.
Normaliniz Batsın başlığı altındaki ilk tartışma, 26 Mayıs Salı günü 90’un üzerindeki kadının katılımıyla düzenlenen bir zoom toplantısında yapılmıştı. Tartışma başlığının ilk sunuşu, Pandemi öncesi dünyada çoklu krizler başlığını taşıyordu. Dünyada ve Türkiye’de pandemi öncesi krize karşı gelişen 4. Dalga feminizm ve halk isyanlarını da konuştuğumuz tartışmanın diğer üç sunumunu ve sunuşlar sonrasında yapılan grup tartışmalarından çıkan ana vurguları da paylaşmaya devam edeceğiz. Şimdi buyrun ikinci sunuşumuza:
Tartışma Başlığı 1: Normaliniz Batsın!
İkinci Sunuş : Türkiye’de pandemi öncesi çoklu kriz ve yeni normale uzanan eğilimler (Rüya K.)
Covid-19’un Türkiye’de ilk görüldüğü 11 Mart öncesi nerede kalmıştık hatırlayalım. Tabii biz kadınlar açısından ilk aklımıza gelen 8 Mart eylemleridir. Ama bu bölümde kendimizi değil karşı cepheyi hatırlayacağız. Örneğin Soylu’nun 8 Mart için “İstiklal Caddesi’nde yapamazsınız, onun dışında istediğiniz her yerde yapabilirsiniz” sözünü yaratan koşulları. İstiklal Caddesi epey süredir devletin kırmızı-çizgisi. Peki, başka hangi kırmızı-çizgiler var? Erdoğan eleştirilemez, basın her şeyi yazamaz, sosyal medyada yazdıklarınız yüzünden tutuklanabilirsiniz… Kısacası baskı, zor ve yasaklar epey bir zamandır eski ve yeni biçimleriyle gündemimizde.
Başka neler hatırlıyoruz? Tam o vakitlerde Yunanistan ve Bulgaristan sınırına yığılan mültecileri… Hatta biz de dayanışma amaçlı sınıra gitmiştik. Savaşların ülkemize yığdığı insanlar daha iyi bir yaşam umuduyla gitmek istedikleri Avrupa’ya karşı koz olarak nasıl kullanılıyor biliyoruz hepimiz. Özellikle Suriye savaşından sonra sayıları artan sığınmacılarla ilgili Türkiye’nin şantaj malzemesi yapmak dışında bir politikası yok. Peki, savaş ne durumdaydı? İdlip’te Rusya ve cihatçılar arasında sıkışmış, Rusya’nın her dediğini okeylemişti fetihçi Erdoğan.
Biraz daha zorlayalım hafızamızı. Yine herkes hatırlayacaktır. Neredeyse her gün geçim sıkıntısı nedeniyle intiharlar yaşanıyordu. Siyanür kullanarak intihar eden ve ailesini öldüren insanlara tanık olduk. Tam pandemi öncesi artan vergiler, zamlanan temel ihtiyaçlar ve giderek büyüyen işsizlik, ekonomi kötü gidiyor demeyi yasaklamaya çalışsalar da çok konuşuluyordu, yaşanıyordu.
Mesela belediyelerle Erdoğan arası gerilimi de herkes hatırlar. Erdoğan yerel seçimlerde kaybetmenin hıncını Kürt belediyelerine kayyum atayarak, CHP’li belediyeleri çeşitli şekillerde engelleyerek çıkarmaya çalışıyordu.
Başka örnekler de mutlaka gelecektir aklımıza. Pandemi öncesi normalimizin nasıl olduğunu hepimiz biliyoruz.
Hafızamızı tazelemekte fayda var çünkü biraz düşününce hatırladığımız her şeyin üzerine yenilerinin eklenerek devam ettiğini göreceğiz. En kaba tabirle pandemi öncesi yaşanan her şey devam ediyor ve üzerine yenileri eklenerek hayatımız giderek zorlaşıyor.
Peki, hafızamızı zorladığımızda ve bugün yaşadıklarımızı düşündüğümüzde içimizi daraltan, ama emin olun onların da kabusu olan bu koşullar nasıl oluştu?
Buna geçmeden önce tüm bu yaşadıklarımız onların kabusu derken ne kastediyoruz ortak bilincimize çıkaralım. AKP/Erdoğan, elindeki yetki ve devlet gücünü, arkasını yasladığı sermayeyi düşündüğümüzde çok güçlü. Ne var ki bu güç ilelebet iktidarda kalmasını garantilemiyor. Bütün dünyada yaşanan neo-liberal kapitalizmin ve onun temsilcisi iktidarların krizleri Türkiye’de de kendini gösteriyor. Türkiye egemenleri pandemi koşullarına bir dizi krizle girdi. En belirgin olanları ekonomik kriz ve egemen sınıflar içi siyasi kriz olarak görünse de dünyada yaşanan krizlerin birçoğu Türkiye’de de yaşanıyor. Siyasal İslamcılığın krizi, erkeklik krizi, göçmen krizi, uluslararası ilişkilerde kriz gibi görünür ve görünmez olan çoklu kriz koşullarında pandemiyi yaşıyoruz. Ve sistemin ürettiği bu çoklu krizler bizler açısından iktidarı zayıflatacağımız vuruş noktaları.
Adına Cumhurbaşkanlığı Başkanlık sistemi denilen, bizim bazen AKP/Erdoğan faşizmi bazen İslamcı faşizm ya da Saray Rejimi dediğimiz sistem, dünyada neo-liberal patriyarkal kapitalizmin yaşadığı kriz ve bu krize yanıt olarak ortaya çıkan neo- liberal faşist iktidarlarla benzer kategoride sayılabilir. Ancak jeo-stratejik konumu, kontrgerilla ilişkileri ve Kürt sorunu Türkiye’deki bu yeni faşist rejime özgün nitelikler katmakta. Dahası Türkiye’de AKP neo-liberalizmin krizi içinde değil onun yükseliş dönemi içinde iktidara geldi. Neo-liberalizmin krizi içinde rejim biçim değiştirdi. Milat olarak 16 Nisan 2017 Anayasa referandumu ve 24 Haziran 2018 seçimlerini alsak da rejimin gelişim seyri açısından çok daha eskiye gitmek gerekiyor. Ne de olsa 2002 yılından bu yana iktidarda oldukları için AKP dışında hükümet görmemiş insanlarla dolu bir ülkedeyiz.
Bu nedenle bu bölümde önce kısaca Türkiye’de rejimin dönüşümü, bir başka ifadeyle sömürge tipi faşizmin dönüşümü nasıl bir seyir izledi hatırlayacağız.
2000’li yıllar
2000’li yıllar Türkiye’de hem AKP’nin iktidara geldiği hem de neo-liberal politikaların yapısal nitelik kazandığı yıllar. Bu yıllar 2001 ekonomik krizinden IMF’nin kontrolünde politikalarla çıkıldığı ve ilk adımı 90’lı yılların başında Özal iktidarıyla atılan neo-liberal politikaların çeşitli yasal düzenlemelerle yerleştirildiği yıllar.
Kabaca bu dönemin özelliklerine bakarsak;
- Bu dönem neo-liberal politikaların bütün dünyada olduğu gibi adem-i merkeziyetçi devlet yapısı, demokratikleşme, yönetişim gibi kavramlarla pazarlandığı bir dönem. Ancak sonuçları hiç de öyle olmadı. Sermayenin ihtiyaçlarına göre kamu yeniden yapılandırıldı. Kamusal haklar piyasaya açıldı. En temel ihtiyaçlar alınır satılır birer metaya dönüştürüldü. Kamu varlıkları uluslararası ve yerli sermayeye satıldı. Özelleştirmeler 90’lı yıllarda başlamış olsa da, TÜPRAŞ, Erdemir, Türk Telekom gibi asıl büyük teşekküllerin satışları 2005-2007 arası dönemde gerçekleştirildi. Bu yolla elde edilen sermaye girişiyle AKP’nin büyüme efsanesi başlamış oldu. Bu süreçte her şey metalaştı; akarsular, toprak, kentler sermayenin rant alanına dönüştürüldü. Her şey metalaşırken emek de güvencesizleşti. Çalışma rejimini esnek ve güvencesiz hale getiren bir dizi reform yapıldı. Bugünkü bütün çalışma biçimlerinin yasal temeli o yıllarda çıkarılan çalışma reformu ve iş yasasıyla beraber atıldı. Yine sağlıkta dönüşüm programı, sonradan ardı arkası gelmeyen eğitim reformlarının başlangıç tarihi de hep bu yıllar oldu. AKP kendiyle beraber büyüyen sermaye grupları yaratmaya başladı. KOBİ’ler, Anadolu sermayesi, MÜSİAD ve sonra TUSKON bu dönem büyüyen sermaye grupları oldu. İslami burjuvaziye büyük kar alanları açıldı.
- Siyasal açıdan devlet yapısında AB uyum sürecine paralel olarak neo-liberalizmin ihtiyaçlarını karşılayacak düzenlemeler yapıldı. MGK’nın yapısı değiştirildi ve eski etki alanı daraltıldı. TSK’da çeşitli düzenlemeler yapılmaya çalışıldı, hatta bu daha sonra krize de neden oldu. 2007 yılında başlayan Ergenekon ve Balyoz operasyonları devlet iktidarı içi ilk ciddi kriz ve operasyondu. Bu dönem AKP liberallerle kurduğu ittifakla siyasal hegemonyasını güçlendirdi. AKP’nin geleneksel devlet yapısına karşı bir demokratikleşme süreci başlattığı yanılsaması toplumda uzun süre bu liberaller eliyle örgütlendi. Yine bu dönem AKP, 11 Eylül sonrası özellikle ABD’nin Ortadoğu projesi olarak açığa çıkan ılımlı İslam projesinin rol modeli olarak dünyaya pazarlandı.
- Toplumsal açıdan AKP bir yandan emeği güvencesizleştirip, halkın en temel haklarını paralı hale getirip büyük bir yoksulluk yaratırken diğer yandan sahip olduğu belediyeler, devlet kaynakları ve İslamcı ağlarla sosyal yardım ve borçlandırma yoluyla bu kesimlerden rıza devşirmeyi başardı. Tüm bunlar zamanla sadık bir seçmen desteğine dönüştü. Ancak bu dönemde de AKP’nin bütün toplum üzerinde hegemonya kurduğunu söyleyemeyiz. 2003 Irak Savaşı’na karşı oluşan tepki daha sonra neo-liberal politikalara karşı gelişen ilksel hak mücadeleleri ve 2007’den sonra iktidar içi gerilime paralel olarak gelişen dinselleşme karşıtı laiklik hareketleri bu dönemin toplumsal hareketlerini oluşturdu.
- Bu süreç neo-liberal politikalara paralel olarak kadın emeğinin de ucuzladığı ve güvencesizleştiği bir dönem. Sosyal-kamusal hakların gaspıyla kadınların çeşitli haklardan yoksun hale geldiği (örneğin sağlıkta dönüşümle kadın hastalıklarıyla ilgili birçok tedavi ve koruyucu sağlık hizmeti paralı ve ulaşılamaz hale geldi) ve ev içi yükün de buna paralel olarak arttığı bir dönem. Aynı zamanda kadın cinayetlerinin gündem olması da 2000’li yılların sonuna denk gelir. 2009 yılında bir soru önergesi üzerine Adalet Bakanı Sadullah Ergin kadın cinayetlerinin 2002’den 2009’a kadar yüzde 1400 oranında arttığını söylemişti. Bu rakam bilinen gerçeği o kadar çarpıcı hale getirdiği ki kadın hareketinin kadın cinayetlerine karşı büyümesinde de bir milat oldu. Bundan sonra uzun süre devlet istatistik tutmadı ve açıklamadı zaten. Yine bu dönemde neo-liberal İslamcılığın kadın modelini yaratmaya dönük adımlar atıldı ancak bunun başarılıp başarılmadığı tartışmalı. En öne çıkan konu türban serbestisi.
2010’lu yıllar
AKP 2007 sonrası hem iktidar olmaya başladı hem de iktidarı sürekli risk altında olduğu için iktidarda kalma yollarını öğrendi. Ancak 2010’dan günümüze kadar gelen dönem hiç doğrusal değil. Özellikle 2010 -2013 arasında AKP politikaları büyük değişim gösteriyor.
2007 yılına gelindiğinde dünyada ekonomik kriz kendini göstermeye başlamıştı ve Türkiye’de de IMF anlaşmasının yenilenip yenilenmeyeceği gündemdi. Aynı zamanda ordu ve AKP arasında çok sert siyasi gerilimler yaşanıyordu. 2007 cumhurbaşkanlığı seçimi AKP’nin gücünü ölçebileceği, gösterebileceği bir restleşme zemini üretti. Bu süreç 2010 anayasa referandumuna kadar devam etti.
2008 yılında dünyada yaşanan ekonomik kriz iktidar destekçisi sermaye açısından, Türkiye’ye hem krediler hem de kaynağı bilinmeyen muazzam sermaye girişiyle az hasarlı atlatıldı. Büyük kamu projeleriyle AKP’yle büyüyen sermaye için yeni yatırım alanları açılmaya başlandı. Kürt sorununda “çözüm süreci” olarak bilinen süreç de bu dönem başladı ve bitti. 2009’da başlatılan Millî Birlik ve Kardeşlik Projesi ve demokratik açılım süreci 2014 yılına kadar çeşitli görüşmelerle ve düzenlemelerle devam etti. Bu dönem aynı zamanda Ortadoğu’da gelişen halk isyanlarını kontrol altına almak için emperyalist müdahalelerin gerçekleştirildiği ve Erdoğan’ın Büyük Ortadoğu projesinin eş başkanı olma planlarının, Davutoğlu’nun stratejik derinliğinin Türkiye’yi adım adım Suriye’deki savaşa doğru çektiği dönem.
Kadınlar açısından bir yandan kadın cinayetlerine karşı tepkinin yükseldiği ve bu hareketin ve AB uyum sürecinde oluşan çeşitli kadın STK’larının lobi faaliyetlerinin de etkisiyle 2011 yılında İstanbul Sözleşmesi imzalandığı bir dönem. Öte yandan Erdoğan’ın “kadın ve erkek eşit değildir” sözünü de ilk kez söylediği yıllar. Tarihsel olarak, 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimi (Cumhurbaşkanı’nı ilk defa halkın seçmesi) ve Ergenekon-Balyoz operasyonlarıyla devam eden devlet içi kriz, 2010 anayasa referandumuyla AKP-Cemaat ittifakının devlet içinde özellikle yargıda güç kazandığı bir süreç olarak yaşandı. 2010 anayasa referandumu aynı zamanda sermaye programına anayasal nitelik kazandıran ve sermaye projelerinin önündeki engelleri kaldıran doğa ve halk düşmanı bir referandum olarak tarihe geçti. Bu dönem liberallerin 12 Eylül’le hesaplaşılıyor diyerek referandumda verdiği “yetmez ama evet” oyu ve HDP’nin (o zaman BDP) çözüm süreciyle paralel giden boykot tutumu halen çok konuşulur. Çünkü rejimin karakteri açısından 2010 anayasa referandumu önemli bir eşiktir.
Tüm bu yükseliş trendi AKP iktidarı için doğrusal ve pürüzsüz olmadı. 2013 yılına geldiğimizde bir dizi kriz kendini daha belirgin şekilde göstermeye başlamıştı. Hem ekonomi politikaları hem rejim içi kriz hem de yönetme kapasitesi açısından Erdoğan için 2013 sonrası işler ters gitmeye başladı.
- 2013 sonrası, küresel finansal çevrim daralma aşamasına geçtiğinden, Türkiye’ye giren parada azalma yaşanmaya başladı. “2013, tıpkı 2007 gibi devlet krizi ile ekonomik zorlukların üst üste geldiği bir dönüm noktasıdır. Bu tarihten sonra üç kere yaşanan ekonomik darboğazlar (2014, 2016 ve 2018) aynı zamanda siyasi krizlere de tekabül etmektedir.” (Ümit Akçay) Dış kaynak girişi azaldıkça başta inşaat, enerji, madencilik ve savunma sektörlerinde büyüyen sermaye grupları ile AKP’nin ilk döneminde sermaye bileşiminde önemli bir yer tutan küçük ve orta ölçekli sermayenin çıkarları farklılaşmaya başladı. Özel sektör borcu arttı. AKP’nin sermayenin bütün kesimlerini kapsama kapasitesi daralmaya başladı.
- 2010 anayasa referandumuyla AKP- Cemaat ittifakı yargı üzerinde güç kazandı. Ancak bu ittifak Ortadoğu’daki emperyalist müdahale ve çözüm sürecinde oluşan farklı yaklaşımlar, ılımlı İslam projesinin çözülmeye başlaması, devlet içi güç paylaşımındaki krizler ve ekonomik pastanın giderek daralması gibi nedenlerle çatlamaya başladı. Hepimizin hatırlayacağı MİT tırları operasyonu ve 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonu bu krizin en görünür olduğu olaylar oldu. Kürt sorununda çözüm görüşmeleri noktalandırıldı ve düşük yoğunluklu seyreden savaş konsepti yeniden güçlendi. Suriye’de alınan cihatçı çetelerin hamiliği rolü ülke içine bombalı katliamlar olarak dönmeye başladı.
- Bu koşullar altında 2008 sonrası dünyada sıklaşan halk isyanlarının zemini ülkemizde de mevcuttu elbette. 2010’ların başından itibaren, işçi eylemleriyle, yasaklara karşı yapılan eylemlerle, kadın eylemleriyle biriken toplumsal hoşnutsuzluk 2013 Haziran isyanıyla doruk noktasına ulaştı. Bundan sonra 17-25 Aralık yolsuzluk eylemleri, Kobane isyanı ve fırsatını bulduğu her an sokağa dökülen kitlelerle devam etti. AKP kitleleri eskisi gibi yönetemiyordu.
Tüm bunlar yani artık sermayenin tamamını değil kendisiyle birlikte büyüyen sermaye gruplarına ve uluslararası sermayeyle iç içe geçmiş büyük sermayeye yaslanma ve ekonomik olarak daralma dönemlerinin başlaması, cemaat – AKP arası kurulan ittifakın çatırdaması ve giderek artan toplumsal hoşnutsuzluklar Erdoğan’ı yeni bir yönetme biçimi aramaya itti.
İşte kaba bir tarihlendirmeyle 2013’le başlayan (Babacan geçenlerde yaptığı reklam niteliğindeki mülakatında Gezi’yi milat olarak vermiş) süreç, 2015 yılı 7 Haziran seçimlerinde tek başına iktidar olamayınca seçimlerin iptal edilmesi ve 1 Kasım’da yeniden tekrarlanmasıyla devam etti. İki seçim arasında Suruç ve 10 Ekim katliamlarıyla toplumun baskı altına alınması, 1 Kasım’da AKP tek başına iktidar olsa da iktidar içi krizin devam etmesi ve 15 Temmuz darbe girişimine uzanan süreci yarattı. 15 Temmuz Erdoğan’ın deyişiyle “Allah’ın lütfu”, rejim açısından bir dönüm noktası oldu.
Bundan sonrası çoğumuzun birebir de yaşadığı yeni rejim için hızla yapılan 16 Nisan 2017 başkanlık referandumu ve erkene alınan 24 Haziran 2018 cumhurbaşkanlığı seçimiyle bir yol kazasına mahal vermeden yeni rejimin yerli yerine oturtulması gündeme geldi.
Hızlı bir özetle geçtiğimiz bu dönem içerisinde her biri tek tek ele alınması gereken bir sürü dönüşüm ve olay yaşandı. Türkiye’de rejimin dönüşümünü inceleyecek hayli uzun bir çalışma ile hakkı verilebilecek bir dönemden söz ediyoruz. Öte yandan bu bugün birçoğumuz açısından yaşayarak deneyimlenen bir süreç de aynı zamanda.
Bütün bu tarihi neden anlattık? Türkiye’de rejimin dönüşümü bütün dünyada açığa çıkan neo-liberal faşist iktidarlarla benzer süreçlerde gerçekleşti. Ancak bu sürecin 2000’li yıllara kadar dayanan bir geçmişi var ve Erdoğan bu süreçte krizleri yönetme konusunda çok deneyim kazandı.
Yine de bu yönetme becerisi Erdoğan açısından iktidarı dikensiz gül bahçesi haline getirmiyor. Bu rejim tüm yetkinin tek elde toplandığı, sermayenin en gerici unsurlarına dayanan, egemen sınıfların çatışmalı birliğini sağlayan, baskı zor ve yalan mekanizmalarının hayati olduğu, sandık meşruiyetine mecbur, fetihçi, kadın ve lgbti+ düşmanlığını, dinci gericiliği ve Kürt düşmanlığını üç temel saç ayağı haline getiren bir rejim. Ama bu yeni rejimin nitelikleri aynı zamanda kriz odaklarını da oluşturuyor.
Ekonomik kriz, yönetme krizi, toplumsal kriz, erkeklik krizi, Kürt sorununda kriz, İslamcılığın krizi, hegemonya krizi, Suriye krizi, bugün pandemiyle görünürleşen sağlık krizi ve daha piyasaya açılan daha birçok kamusal alanda görülen krizler… Şimdi biraz da bu krizlerden bazılarına ve bugüne uzanışlarına bakalım.
- Kriz deyince aklımıza ilk gelen genelde ekonomik krizlerdir. Türkiye’de 2014 sonrası başlayan ekonomik dar boğazlar 2018 yazıyla birlikte durgunluk ve daralma sürecine girdi. AKP bütün bu dönem boyunca yürütme yetkisini sermayeyi koruyacak şekilde kullandı. Büyük projelere garantili ödemeler, memleketin dağının taşının ranta açılması, gözü doymaz yağmacı bir sermaye birikimi modeli yarattı. Bugün pandemi koşullarında da en çok konuşulan konulardan biri doğaya yönelen saldırı. AKP’nin ve şirketlerin korona fırsatçılığı. Ekonomik krizin asıl sonuçları halkın yaşamında ortaya çıkmaya başladı. Şu an bu ekonomik çöküntünün içindeyiz. 2020 ekonomik çöküşü, 2018-19 krizinin üzerine bindi. Pandemi etkisini göstermeden, idari kararlarla bazı sektörlerde ekonomik faaliyetler kısıtlanmadan, yaygın işten çıkartmalar başlamadan önce Türkiye’de 8,5 milyon işsiz mevcuttu. Henüz resmi rakamlar açıklanmasa da geçtiğimiz iki ayda buna bir bu kadar daha işsizin eklendiği öngörüsü var. Özellikle kadınlarda ve gençlerde işsizlik oranları zaten %30-35’lerle ifade ediliyordu. Bugün kurulan emek rejiminin köklerinin AKP’nin ilk dönemine denk geldiğini söylemiştik. AKP’nin ilk gününden beri süreklilik arz eden en önemli özelliklerinden biri bu emek düşmanlığıdır. Korona döneminde hazırlanan ekonomik paketlerde emekçilere dönük iyileştirmelerin, önlemlerin olmaması da bunun göstergesi. İşte bugün ücretli ve ücretsiz emeğin büyük krizi içerisinde pandemiden “yeni normal”e geçiyoruz.
- Devlet – yönetim krizi AKP oluşumu 2007 Ergenekon operasyonu ve sonra Gülen operasyonu süreçlerine dayanan krizli bir devlet yapısı ve sağ ittifakla ülkeyi yönetiyor. Kontrgerilla içi çıkar farklılıkları ya da dönem dönem açığa çıkan Cumhur İttifakı ve AKP içi iktidar gerilimleri saray rejimi için bir yönetim krizi yaratıyor. Pandemi bu iç krizi azaltmadı. Hatta arttırdı. Bu tür kriz anları iktidarı oluşturan klikler için aynı zamanda fırsat anları da yaratıyor. Örneğin en son MHP genel başkan yardımcısının çıkışının ardından Bahçeli’nin devreye girmesi ve peşi sıra Merkez Bankası’na MHP’li bir akademisyenin atanması için özel Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılması ya da Süleyman Soylu’nun istifası ve Erdoğan’ın kabul etmemesi. Devlet yapısı içerisindeki kriz devletin bir parti iktidarına dönüşmesiyle parti içi kriz olarak da yaşanıyor. Davutoğlu ve Babacan’ın ayrılması, AKP içinde farklı ekiplerin olduğunun bilinmesi, bu ekiplerin dönem dönem birbirlerine operasyon yapmaları da bu dönem egemenler arası krizlerin dışa yansımaları. Ancak egemenlerin, kendi iç krizleri ne olursa olsun ezilenlere karşı birlik olduklarını unutmamak lazım.
- Meşruiyet krizi. Meşruiyetini sandıktan alan bir rejim demiştik ama daha henüz iki yıl olmasına rağmen AKP’nin seçmen desteğinde erime olması, büyükşehirlerin kaybedilmesi ve %50+1 denklemi nedeniyle ittifaka mecbur bir parti haline gelmesi sandıktan rıza devşirme döneminin bitip bitmediği tartışmalarını başlattı. Bildiğimiz bir şey var ki Erdoğan’ın sandık dışında seçenekleri de var. En çok kullandığı hegemonya yöntemi kendi tabanını konsolide etmek için “kutuplaştırma” siyaseti. Ve tabii ki elindeki devlet gücünü sonuna kadar kullanarak, faşizmin her tür aracıyla halkı sindirmek. Sürekli düşman yaratarak, muhalefeti hedef göstererek, Kürtleri, feministleri, lgbti+ları hedef göstererek kendi tabanında milliyetçi, İslamcı, kadın düşmanı bir hezeyan yaratma ve polisi, bekçileri, mahkemeleri saldırı ve cezalandırma aracına çevirmekten bahsediyoruz. Pandemi boyunca da bu yöntemler kullanıldı. Diyanet salgınla ilgili hutbe verirken eşcinselliği hastalık ilan etti, Erdoğan muhalefeti kastederek “siyasi virüslerden de kurtulacağız” dedi, barolar, demokratik kitle örgütleri hedef haline getirildi, AKP’nin medya trolleri ölüm tehditleri yaymaya başladı. Son günlerde sokağa çıkanlara polisin uyguladığı şiddet epey gündemimizde. Meclis açılınca ilk olarak bekçilerin yetkilerini arttıran yasal düzenlemeyi yapmayı düşündüklerini AKP sözcüsü söyledi. Bütün bu faşizme, yalan ve manipülasyon politikalarına rağmen toplumun en az yarısı eskisi gibi yönetilemiyor. Buna pandemi sonrası oluşan işsizliğin ve yoksulluğun yaratacağı olası toplumsal patlamaları da ekleyelim. Saray rejimi iktidarını korumak için elindeki bütün seçenekleri kullanacaktır. Dolayısıyla bu serbest bırakılmış faşist zor aygıtlarının bundan sonra sadece Kürtlere, muhaliflere değil toplumun geneline yönelen pervasız bir şiddet kullanacağını, bunun yanında seçici şiddetin ve denetim gözetim mekanizmalarının eskisinden daha fazla işlevlendirileceğini ve kendi tabanını tutmak için her türlü yalan, algı yaratma yönteminin ve araçlarının da devrede olacağını öngörebiliriz.
- Biz kadınlar da bu sürecin yönetilmesi en zor toplumsal kesimlerinden biriyiz. 2010 yılında henüz kadın STK’larıyla lobi faaliyetleri devam ederken “kadın erkek eşit değildir” sözüyle başlayan kadın düşmanı politikalar, rejimin kurucu ayaklarından biri haline getirildi. Bu dönem kadın bedeni üzerindeki denetimin ve aile politikalarının öne çıktığı bir dönem. Diyanet bu sürecin en işlevli aynı zamanda en çok tepki çeken kurumu oldu. İktidar açısından kadın siyaseti/kadın düşmanlığı rejimin kurucu unsurlardan biri. Bunu akıldan çıkarmayalım. Bu dönem aynı zamanda kadınların hayatlarına ve haklarına sahip çıkmasıyla, Türkiye’de ve dünyada büyüyen kadın hareketinin etkisiyle kadınların -sadece sokağa çıkan bizlerin değil- AKP’ye oy veren kadınların da eskisi gibi yönetilemediği bir süreç. Türkiye’de neo-liberal faşizmin krizi aynı zamanda bir erkeklik krizidir. Kadın düşmanlığı pandemiyle de devam etti. İnfaz yasasıyla salınan katiller tecavüzcüler yetmedi şimdi de çocuk istismarını aklama yasasını yeniden gündeme getirdiler. Kadınlar açısından bu süreci bir sonraki tartışmamızda daha ayrıntılı ele alacağız.
Burada anlatmaya çalıştığımız birkaç örnek bile pandemi öncesi yaşananların pandemiyle beraber üzerine yeni sorunlar eklenerek devam ettiğini gösteriyor. Salgın saray rejimi açısından bir fırsata dönüştürüldü. Halkın, doğanın, kadınların, emeğin üzerindeki baskı ve sömürü arttı.
Peki, pandemi sürecinde AKP yönetebilme kapasitesini nelerin üzerine kurdu? Rejim açısından hangi araçlar hangi yöntemler öne çıktı? Bu soruyu özellikle odalara gittiğimizde tartışalım.
Bu soruyu hem saray rejimini oluşturan ittifak açısından hem de halk açısından yanıtlamaya çalışırsak, “yeni normal” denilen süreçte egemenlerin hangi yoldan gideceğini anlamamız kolaylaşacaktır. Çünkü “eski normal”, “pandemi yönetimi” ve “yeni normal” kesinlikle süreklilik arz ediyor. Ve bu dönemin krizlerin altında ezilen emeğin ilk fırsat bulduğunda başını kaldırdığını sadece dünyadan değil ülkemizden de biliyoruz.
Normaliniz Batsın başlığının diğer sunuşlarına ulaşmak için aşağıdaki başlıkları tıklayın:
Pandemi öncesi dünyada çoklu krizler (Çiğdem Ç.)
Pandemi öncesi dünyada halk isyanları – Tuğçe Özçelik
Pandemi öncesi Türkiye’de isyanlar ve halk hareketleri (Şeyma Ö.)
Pandemi öncesi 4. dalga feminist hareket -(Çağla A.)
Tüm sunuşlar: Pandemide Kadın Kadına Tartışma
Yorumlar