Bir bakmayıştan ne mi çıkar? En basitinden: “Zillet, azgın, azınlık, terörist…” diye başlayan höykürmelerin adamının karşısında, bu adamın karşısındaki tek silahınız bakışlarınızken bile, işte o silahı kullanıp, “bakmayarak” küçük simgesel ama direnişçi bir tavırla dikilmenin mümkün olduğu çıkar
Klee’nin ‘angelus novus’ adlı bir tablosu var. Bakışlarını ayıramadığı bir şeyden sanki uzaklaşıp gitmek üzere olan bir meleği tasvir ediyor: Gözleri fal taşı gibi, ağzı açık, kanatları gerilmiş. Tarih meleğinin görünüşü de ancak böyle olabilir, yüzü geçmişe çevrilmiş. Bize bir olaylar zinciri gibi görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Biraz daha kalmak isterdi melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek… Ama cennetten kopup gelen bir fırtına kanatlarını öyle şiddetle yakalamıştır ki, bir daha kapayamaz onları. Yıkıntılar gözlerinin önünde göğe doğru yükselirken, fırtınayla birlikte çaresiz, sırtını döndüğü geleceğe sürüklenir. İşte ilerleme dediğimiz şey, bu fırtınadır… (Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk, Tarih Kavramı Üzerine)
Sıcak, çok sıcak bir haziran günü, büyük kadim kentin halkı, çok değil daha iki ay önce gaspedilmiş olan iradelerini tekrar tesis etmek için kan ter içinde çabalarken, ufak tefek esmerce bir kadın, “sanki hiçbir şey olmamışçasına” yaşanan o yılışık sürekliliği tek bir bakışıyla bozdu. O son bakış, aslında “bakmayış”, seçim sandığının başında pişkince sırıtarak, yaşananları bize “normal” bir olaylar zinciri gibi göstermek isteyenin, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarımızın üstüne fırlatan bir felaket olduğunu apaçık teşhir eden net bir itaatsizlik eylemi olarak haziranın tarihine yazıldı. Aslında, bütün itaatsiz haziranlar gibi, sessiz sıcak olaysız bir seçim “normali” içinde, “tarihin sürekliliğini” parçaladı.
Bir bakmayıştan ne mi çıkar? En basitinden: “Zillet, azgın, azınlık, terörist…” diye başlayan höykürmelerin adamının karşısında, bu adamın karşısındaki tek silahınız bakışlarınızken bile, işte o silahı kullanıp, “bakmayarak” küçük simgesel ama direnişçi bir tavırla dikilmenin mümkün olduğu çıkar. Daha karmaşıklaştırırsak: Miadını doldurmuş şeylerin etrafını saran yalancı haleyi parçalayan direnişçi eylemin yarattığı bir anlık ışımada, hakikatin belireceğine duyulan inanç; olağanüstü bir aydınlanma beklentisi; düşüncenin ufkunda birden belirecek bir mutluluk vaadi de çıkar. Çünkü ne demiş usta: “Tarihsel bilginin öznesi, mücadele içindeki ezilen sınıfın kendisidir ve tarihin sürekliliğini parçalama bilinci, eylem anındaki devrimci sınıflara özgüdür.” Zaten bu yüzden devrimler kendi takvimlerini de yaratır; geçmiş devrimci çağların ezilen sınıfları demek ki bu yüzden, itaatsizlik anında, birbirlerinden habersiz ve aynı anda, Paris’in birçok mahallesindeki saat kulelerine ateş açarak, tarihi durdurup, yeni bir tarih başlatırlar.
Çünkü “Ezilenlerin geleneği gösteriyor ki, içinde yaşadığımız ‘olağanüstü hal’ istisna değil kuraldır ve gerçek olağanüstü hali yaratmak; sabit bir süreklilik gibi görünen ‘tarihin havını tersine taramak’, bize, direnişçi eylemin, itaatsizliğin yarattığı bir anlık ışımada hakikati ortaya çıkartanlara düşen görevdir.” Biz kırmızılı, siyahlı kadından pembeli kadına uzanan kolektif itaatsizlik eylemimizle, yozlaştırıcı “akıntıyla birlikte hareket etme” duygusuna karşı, “kadınlığımızı tarihin sürekliliğini parçalamaya” saklıyoruz.
Walter Benjamin, faşizmin yarattığı yıkımın tüm dünyayı sardığı 1940’ların başında yazdığı “Tarih Kavramı Üzerine” isimli denemesinde “son bakışta aşk”ı anlatırken, elbette aslında, sevilen nesneye yönelik son bakıştan söz ediyordu.Maddi temellerini yitirmelerine rağmen ve tam da bu yüzden, çevrelerine son kez ışık saçan, onun aydınlığında bütün imkânlarıyla son kez beliriveren şeylerden… Unutulmak üzere olan şeylerin taşıdığı devrimci güçten, gözden düşmüş şeylerde beliriveren devrimci enerjiden…
Pembeli kadın, o kolektif zahmetkeş direnişçi, kadınların itaatsizliğini simgeleyen son bakışıyla, sevilenin değil, öfke duyulanın etrafını saran yalancı haleyi parçalarken, düşüncenin ufkunda beliren bir mutluluk vaadi; kaba ve maddi şeyler için verilen bir mücadelede umut, cesaret, kurnazlık ve azimkarlıkla hayat bulan değerleri normalin içinden çekip çıkarttı. Çevirirken başını, faşizmin normalinin sonsuz biçimde dondurduğunu parçalayarak, yeni bir imkânsızlığın imkanını sükunetle vurguladı.
Şimdi hep birlikte o son bakışı takip ederek, yıkıntılar gözlerimizin önünde göğe doğru yükselirken, fırtınayla birlikte sırtımızı döndüğümüz geleceğe sürüklenme zamanı. Bu fırtınada gerçek bir olağanüstü hal yaratırken, en çok kadınların hakkı olacak dönüp tarihin yüzüne haykırmaya:
– zamansız rüzgâr,
sürgün kuşların göğü deldiği yerde parlayan ışık sen misin?
Yorumlar