Umutsuzluğa kapıldığımızda hatırlayacağımız “kalabalık” nasıl bir dönüşüm içinde? Korona öncesindekilerle birlikte 8 Mart’tan beri tanık olduğumuz esinlendirici kolektif eylemlere yakın plan...
8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü’nden korona günlerinin 1 Mayıs’ına… Bu 53 günde yaşananlar bize neler söylüyor, bundan sonrası için hangi kerterizleri veriyor? Umutsuzluğa kapıldığımızda hatırlayacağımız “kalabalık” nasıl bir dönüşüm içinde? Korona öncesindekilerle birlikte 8 Mart’tan beri tanık olduğumuz esinlendirici kolektif eylemlere yakın plan…
Türkiye’de ilk koronavirüs vakası resmi olarak açıklanmadan üç gün önce, 8 Mart’ta Feminist Gece Yürüyüşü’nde sokaklardaydık. İstanbul Valiliği tarafından “Taksim Meydanı ve İstiklal Caddesi’nin 2911 Sayılı Kanun çerçevesinde ilan edilen eylem yapılabilecek alanlar içerisinde olmaması” sebebiyle yasaklanan eylem, Sıraselviler’de irili ufaklı toplaşmalarla başladı. “Patriyarka Corona’dan daha ölümcül!” yazıyordu bir pankartın üzerinde. Bir yandan caddenin başındaki polis barikatına bakıyor, arkamızdaki TOMA’nın motor sesine kulak kabartıyorduk. Kalabalığa karıştığımız ilk dakikalarda “ceketlerimizle ağzımızı kapatmalı mıyız” diye aramızda konuştuk.
Hissettiğimiz hafif kaygı sloganlara karışıp gitmişti kısa sürede. Bunun, en azından bir süreliğine, göreceğimiz son eylem olduğunun farkında değildik elbette. Türkiye’de uzun bir süredir her eylemin üzerine düşen gelecek endişesi yine de yanıbaşımızda duruyor ve bir pankartta en sarih haliyle dile geliyordu: “Umutsuzluğa kapılırsan bu kalabalığı hatırla!”
Türkiye’de feminist hareket bir süredir kendisine yönelen her türlü baskıya rağmen sokağa çıkabilen ve sokağı tutabilen yegâne toplumsal hareket. Pankartta yer alan “umutsuzluk” kısmen bu politik iklime gönderme yapıyor ve ne olursa olsun yalnız kalmayacağımızı hatırlatıyordu. Salgın günlerinden geriye dönüp baktığımızda, bir süre daha umutsuzluğa kapıldıkça hatırlayacağımız kalabalığın Feminist Gece Yürüyüşü olacağı aşikâr.
Umutsuzluğa kapıldıkça, elbette Feminist Gece Yürüyüşü’nü ve Şili’de bir duvardaki sloganın dediği gibi “normale dönmek istemiyoruz, çünkü problemin ta kendisiydi normal” diyen ve diyecek olan kalabalıkları düşünebiliriz.
Öte yandan, o günden bu yana geçen bir buçuk ay içinde kalabalığın anlamı değişikliğe uğradı, uğruyor. 8 Mart’ın öfkeli ve coşkulu kalabalığını hatırlamak umutsuzluğa iyi gelmeye devam etse de, kalabalık görmek, kalabalığa yaklaşmak yeni –ama aslında biraz da tanıdık– bir tehlike ve tekinsizlik duygusu yaratıyor. “Fiziksel mesafelenme”nin gündelik hayatın bir parçası olduğu, devletlerin birer birer olağanüstü hâl ilan ettiği, sınırların insanlara, kapanma şansı olan insanların da evlere kapanmaya başladığı, değişen seviyelerde karantina uygulamalarının devam ettiği bugünlerde, kimin sokakta olduğu, olabildiği ve olmak zorunda olduğu yakıcı bir soru olmaya devam ediyor.
Sokağa bir bakış atmak, virüsün sınıf ve sosyal fark tanımadan herkesi etkilediği, dolayısıyla “hepimizin aynı gemide olduğu” savını çökertmeye yetiyor. Mevcut toplumsal eşitsizlikleri derinleştiren, aynı zamanda sokakta var olma ve bedenlerin bir araya gelmesini büyük oranda kısıtlayan bu krizin şimdi ve sonrasında kalabalık ve mesafe üzerine, olası protesto ve kolektif eylem biçimlerine dair düşünmeye devam edeceğiz gibi görünüyor.
Sosyal mesafelenmenin kendisini faşizmi ve gözetim devletini güçlendirecek bir “tuzak” olarak gören Agamben’in toptancı bakışının aksine [1], amacımız mesafenin kendisine değil eşitsiz dağılımına, fiziksel mesafeye rağmen geliştirilebilecek sosyal dayanışma ve kolektif eylem biçimlerine dair kafa yormak.
Bugünlerde akla üşüşen ve yüksek sesle sormak istediğimiz sorular çok çeşitli: Bedenlerin bir araya gelişinin kısıtlandığı bir dönemde, kamusal alan nerelere doğru taşabilir veya kamusal alana bedenlerin dışında neler taşabilir? Evde veya balkonda atılan sloganın yankısı, alkış eylemi sonrası yanan ellerin hissi, sloganın yerine geçen korna sesi, sokak eyleminde kelimenin tam anlamıyla omuz omuza duramayacak olmanın bilinci, henüz yakın bir zamanda suç unsuru kabul edilebilen maskenin sokaktaki egemenliği, bedensel politik hafızamızda nasıl dönüşümler yaratıyor? Belli bir süre bedenlerin bir araya gelişi ile paralel gidemeyecek olan bir dijital var oluşun; çevrimiçi protestolar, dijital grevler ve balkon eylemlerinin sürdürülebilirliği ve etki alanı ne olabilir? Protestonun kuvveti, gidişatı zora sokmaktan geliyorsa, bu formların askıya alma, durdurma, sabote etme, köşeye sıkıştırma gücü ne olabilir? Sokağı kısıtlayanın sadece devlet politikaları değil, aynı zamanda bir pandemi olduğu bir dönemde, bedenler nasıl mesafe ayarı yapar iktidarla ve birbirleriyle?
Bu dönemin ne kadar süreceğini, gündelik ritim, siyasi ve kamusal alan üzerinde nasıl etkiler bırakacağını henüz bilmiyoruz elbette. Bir yandan da siyaset ve arzu alanlarını zorlayacak veya tıkayacak şekillerde birbirimizden uzaklaştırılmamıza, fiziksel yalnızlaşmanın getirdiği sıkıntı ve çaresizliği dönüştürmenin yollarına, örgütlenme biçimlerine dair sorular aslında bir süredir herkesin kafasını kurcalıyor. Zira, olağanlaşmış bir olağanüstü hal içinde, burada ve başka coğrafyalarda, kalabalıkların kamusal alandan sürekli men edilmesi de pek yeni değil.
Otoriter popülist rejimlerin alamet-i farikaları arasında nüfusun belirli bir kesiminin ve taleplerinin kamusal olarak görünür olmasının ne pahasına olursa olsun engellenmesi yer alıyor. O halde, bugüne, salgın öncesinde de var olan kontrol ve direniş taktikleriyle süreklilik içinde bakarken, hem kamusal alanda protesto eden ve görünür olan kalabalığın, hem de toplumsal hayatın kendisini ve insan olarak her birimizin beslenmesini, bakımını, iyileştirmesini kapsayacak şekilde “yeniden üretim” alanını örgütleyen görünmez kalabalığın izlerini nasıl sürebiliriz?
Kalabalığın dönüşü(mü)
Virüs bize ulaşmadan/bulaşmadan önce, kalabalıkları önce bombalar, sonra da darbe sonrası olağanlaşan olağanüstü hal dağıtmıştı. Bu süreçte ne şekillerde bir araya gelmişti o kalabalık, hatırlayalım. 2009’un son günlerinde Tunus’ta bir sokak satıcısının kendisini ateşe vermesini takiben bir anda bir araya gelmiş gibi görünen kalabalık dünyanın farklı yerlerinde sokakları ve meydanları birbiri ardına işgal etti. Sokakları ele geçiren şey, 20. yüzyılın işçi sınıfı kitlelerinden de, yeni toplumsal hareketlerin örgütlü aktörlerinden de farklıydı. Beklenmedik, canavarımsı, kontrol edilemez bu kalabalık, daha ziyade 19. yüzyılın anonim güruhunu andırıyordu. O dönemde, Judith Butler, kalabalıkların birdenbire ortaya çıkarttığı toplanmaların korku kadar umut kaynağı olabileceğini, zira “ayaktakımının eylemlerinin doğuracağı tehlikelerden korkmak için her zaman sağlam gerekçeler olduğu gibi, kestirilemeyen toplanmalarda bir siyasi potansiyel olduğunu sezdiren sağlam sebeplerin” de var olduğunu ileri sürmüştü.[2] Gerçekten de Tahrir’de, Sintagma’da, Taksim’de ve dünyanın pek çok başka meydanında toplanan kalabalık, kendisini hem bir siyasi özne olarak hem de alternatif bir toplumsal hayatın örgütleyicisi olarak kurdu ve sundu.
Tahrir’de, Sintagma’da, Taksim’de toplanan kalabalık, kendisini hem bir siyasi özne olarak hem de alternatif bir toplumsal hayatın örgütleyicisi olarak kurdu ve sundu. Meydanlar ve sokaklar doluyken potansiyeller görünür olur. Fakat kalabalık dağılınca sorular, sınırlar ve sorunlar yüzeye çıkar: “Şimdi nerede o kalabalık? Nasıl örgütleneceğiz? Tekrar bir araya nasıl geleceğiz?”
Meydanlar ve sokaklar insanlarla doluyken potansiyeller görünürdür. Fakat kalabalık dağılınca sorular, sınırlar ve sorunlar yüzeye çıkar: “Şimdi nerede o kalabalık? Nasıl örgütleneceğiz? Tekrar bir araya nasıl geleceğiz?” Gezi’den sonra yapılan her eylemi uzun süre “o kalabalıkla” kıyaslar olmuştuk. Niceliksel bir kıyaslama değil bahsettiğimiz, daha ziyade bir ambiyans, bir hal, bir tavır olarak hiçbir eylem “yeterince kalabalık” değildi. Kalabalık, yolu beklenen, gelmesi istenen bir nitelik kazanmıştı.
Kıyaslanamaz bir farklılığın ve yabancılığın, ama aynı zamanda kader ortaklığının mekânıydı aslında kalabalık. Birbirini hiç tanımayanların bir arada eyleyebilme kudretinin ve zarafetinin kanıtıydı aynı zamanda. Omuz omuza durduğunda aralarındaki sosyal mesafeleri kat edebilen bir varlıktı.
Zaman içinde, Gezi ve diğer meydan işgallerinin kalabalığının belirsiz ve anonim ölçeğinden mahallelere doğru bir sıçrama yaşandı. Bu ölçek dönüşümü, aslında politikanın kabını ve yerini yerel olanla sınırlıyordu. İleri gidebilmek için geriye doğru bir sıçrama. Ölçek küçüldükçe mesafeler ve sayılar azaldı. Hatta belki zamanla yabancılardan ziyade tanıdık, bildiklerle bir araya gelmenin vesilesi haline geldi yerel inisiyatifler. Bilinmeyen kalabalık, yerini cemaatin mesafeli yakınlığına bıraktı.
Gezi’nin üçüncü yıldönümü sloganı #Biraradayız #Buradayız’dı. Taksim Dayanışması yaptığı açıklamada şöyle diyordu: “Taksim Gezi Parkı ve Taksim Meydanı başta olmak üzere, meydanlarımızı, parklarımızı, sokaklarımızı, yaşam alanlarımızı ve yaşamımızı özgür kılmak için: Taksim’deyiz! Gezi’deyiz! Buradayız! Bir aradayız!”[3]
Yaklaşık bir ay sonra 14. Onur Yürüyüşü “güvenlik” gerekçesiyle İstanbul Valiliğince yasaklandığında İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası Komisyonu yaptığı açıklamada bu sefer “Dağılıyoruz” diyordu: “Varoluş mücadelemiz dünü, bugünü ve geleceği aşar çünkü biz hep buradaydık, buradayız ve burada olacağız. Hatırlarsanız, Emniyet güçleri Trans Onur Yürüyüşü’nde [….] ‘Lütfen dağılın ve hayatın normal akışına dönmesine izin verin,’ diye seslenmişti. Biz de bu çağrıya riayet ediyoruz: [….] ‘Hayatı ‘normal’ akışına döndürmek’ için Pazar günü Beyoğlu’nun her sokağında, her caddesinde birbirimize kavuşuyoruz [….] DAĞILIYORUZ, DAĞILIYORUZ, DAĞILIYORUZ…”[4]
Komisyon’un dağılıyoruz çağrısı, kalabalığın kırılganlığını kabul eden, bir arada durabilmek için dağılmayı göze alan, bugüne ilham verebilecek cesur bir hamleydi. Zorunluluktan da olsa, kalabalığı dağıtarak, her an bir yerlerde ortaya çıkabilecek bir hayalete dönüştüren, merkezsizleştirerek bir oranda da tehditkâr hale getiren bir eylem. Burada değilsek, her yerde olabiliriz!
Bu eylemi takiben toplumsal muhalefetin gerçek bir dağılmışlık haline sürüklenmesi çok da zaman almadı: 7 Haziran’ın ardından yükselen devlet şiddeti ve ardından 1 Kasım seçimleri, Kürt illerinde kentlerin yıkımı, Diyarbakır’la başlayan bombalama eylemleri, buna karşılık Batı’da bir barış hareketinin inşa edilememesi, bölük pörçük yükseltilen barış taleplerine yöneltilen baskılar, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında iktidarın giriştiği siyasi darbe süreci… Kamusal mekân her türlü gösteriye yasaklanıp gittikçe militarize olurken, kalabalık özlemi yerini kalabalık korkusuna bırakır gibiydi.
14. Onur Yürüyüşü yasaklandığında İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası Komisyonu’nun yaptığı “Dağılıyoruz” çağrısı, bir arada durabilmek için dağılmayı göze alan cesur bir hamleydi. Zorunluluktan da olsa, kalabalığı dağıtarak, her an bir yerlerde ortaya çıkabilecek bir hayalete dönüştüren bir eylem. Burada değilsek, her yerde olabiliriz!
Salgın öncesi ve sonrası arasında kolektif eylemlere yönelik baskılar açısından bir süreklilik olsa da salgın, istisnai olduğu iddia edilen olağanüstü halin kalıcılaşmasına yönelik kullanılabilecek bir özür haline gelme potansiyeli taşıdığı ölçüde, bizleri politikanın niteliğine dair sorular sormaya zorluyor. Bildiğimiz dünyanın uzun bir süreliğine askıya alınması ihtimali belirdikçe, online birlikteliklerin ötesinde kolektif eylemin yeniden nasıl kurulabileceğine dair yanıtlar üretmenin de zamanı geliyor.
Benzer siyasi baskı koşullarının yakın dönemde kitlesel eylemlerin olduğu ülkelerde de yaygınlaştığını, toplumsal hareketlerin protesto hakkının sınırlandırılması ya da yasaklanması gibi durumlarla başa çıkmak için, yasakları ifşa edecek biçimde yaratıcı çözümler bulduğunu gördük. Fiziksel olarak bir araya gelmenin engellendiği durumlarda “görünür” olmanın, imge ve ses üzerinden başka yollarının arandığı iki örneğe bakalım yalnızca.
2015’te Madrid’de, protesto hakkını kısıtlayan ve toplanmayı suç haline getiren yasa tasarısına karşı tarihteki ilk Hologram Protestosu düzenlenmiş, farklı ülkelerden binlerce insanın holograma dönüştürülmüş imgeleri ve sesleri boş Madrid sokaklarını doldurmuştu. Yine 2015’te, Fransa’da olağanüstü hal kapsamında, planlanan İklim Yürüyüşü dahil tüm protesto ve etkinliklerin yasaklanması üzerine, iklim aktivistleri 11 bin ayakkabı çiftini Place de La République’e yerleştirmişti.
Bu tür eylemler, bedensel bir aradalığın imkânlarını ve sınırlarını görünür kıldığı ölçüde salgın öncesi toplumsal hareketlere yönelen kısıtlama ve baskıların sürekliliğini de ortaya çıkartıyor. Kamusal mekânın zorunlu boşluğunu hayaletimsi bir kalabalığın izleriyle doldurarak protesto yasaklarının etrafından dolanıyor ve bugüne bir çıpa atıyor.
Eylemi yeniden düşünmek
Dünyanın pek çok yerinde sokak protestolarının “salgın öncesi” eylem repertuvarlarına sadık kalarak bugüne uyarlandığını, bazen de kapatılma koşullarının sınırlarını aşmaya çalıştığını görüyoruz.[5] Salgın öncesinde yükselişte olan halk hareketleri eylemlerin sürekliliğini sağlayacak yöntemler bulmaya çalışıyorlar.
Hatırlanacak olursa, 2019’da Sudan’da başlayan kitlesel eylemleri, Lübnan, Cezayir, Brezilya, Hong Kong, Fransa, Şili, İran ve Irak’taki halk ayaklanmaları takip etmişti. Salgın bu eylemlerin, özellikle uzun bir süredir devam eden kitlesel direnişlerin, nasıl devam edeceği sorusunu da daha yakıcı hale getirdi. Örneğin, Cezayir’de hükümeti istifaya çağıran ve 50 haftadan uzun süren eylemler Mart ortasında, virüse karşı alınan önlemler kapsamında protestoların yasaklanması ile durdu. Hong Kong’da bağımsızlık talebiyle süregiden geniş eylemler, bu dönemde dörtten fazla insanın bir araya gelmesini engelleyen yasayla birlikte sönümlendi.
Güney Afrika’da kadına yönelik şiddete karşı gerçekleşen kitlesel protestolar, Hindistan, Cezayir ve Lübnan’da süregiden hükümet karşıtı gösteriler yine aynı sebeplerle durakladı.[6] Bu protestoların bir kısmı sokakta veya balkonlarda küçük gruplar halinde devam etse de, dünyanın birçok yerinde eşzamanlı olarak eylemcilerin sokaklardan çekilmek zorunda kalması iktidarların hayallerini süsleyecek bir görüntü.
Bedenen sokağa inmeseler de, kalabalıklar görünür olmanın ve kalmanın çeşitli yollarını bulmak için uğraşıyorlar. Seebrücke adlı grup Kimseyi Geride Bırakma adı altında, göçmenlerle dayanışma amacıyla sokaklara ayakkabı çiftleri bırakma eylemi yaptı. ABD Kongre binası önünde yine insansız bir eylem gerçekleşti; “kalabalık” çimenlere yerleştirilmiş bin pankarttan oluşuyordu.
Fakat yine de, bedenen sokağa inmeseler de, kalabalıklar görünür olmanın ve kalmanın çeşitli yollarını bulmak için uğraşıyorlar. Örneğin, Nisan başında Seebrücke adlı grup Kimseyi Geride Bırakma (Leave No One Behind) adı altında, göçmenlerle dayanışma amacıyla sokaklara ayakkabı çiftleri bırakma eylemi yaptı. Nisan ortasında ABD Kongre binası önünde yine insansız bir eylem gerçekleşti; “kalabalık” çimenlerin üzerine yerleştirilmiş ve sağlık çalışanları için koruyucu sağlık ekipmanı talep eden bin adet pankarttan oluşuyordu. Hong Kong’da evlerine geri dönmüş eylemciler ise bilgisayar oyunlarında buluşup slogan atıyorlar.
Bazı örneklerde ise devletlerin protesto hakkına getirdiği sınırlamaları zorlamak ve alaşağı etmek için klasik kolektif eylem biçimlerinin fiilen uygulamaya çalışıldığını görüyoruz. Örneğin, Mart sonunda, Berlin’de 200 kadar eylemci Türkiye-Yunanistan sınırında kalan göçmenleri unutturmamak için sokağa çıktı. Bir pankart, “Asıl virüs kapitalizmdir, polis devletine karşı dayanışma devleti” diyordu ve “Kapımız göçmenlere açık” sloganı atılıyordu. Maskeli eylemciler en fazla ikili gruplar halinde dizilmiş ve aralarında iki metre mesafe olacak biçimde durmuşlardı.
Bundan birkaç hafta sonra, bu sefer 300 kadar eylemci, fiziksel mesafelenme uygulamadan, “ülkenin otoriter bir rejime doğru gitmesine” karşı toplandı ve şu sözleri sarf etti: “Korona günlerinde yalıtımın ve gönüllü olarak kendi kendini eve kapatmanın bir eğilim haline dönüşmesini istemiyoruz. Korona krizinin bu boyutlara ulaşmasında sadece virüs değil, varolan güç veya egemenlik yapıları sorumludurlar. Sorun ırkçılık, kapitalizm ve ataerkidir.” Berlin sokaklarında protestolar, eylemci sayısı artarak ve katılımcı profili aşırı sağa doğru kayarak devam ediyor gibi görünüyor.
Fiziksel mesafenin kitlesel olarak uygulandığı ve belki de alışık olduğumuz sokak eylemi fikrinde ve omuz omuza duran kalabalık imgesinde çığır açan görüntü yakın bir zaman önce İsrail’den geldi. Henüz Mart’ta başlayan Kara Bayrak Eylemleri’nin hedefinde Netanyahu hükümetinin yolsuzlukları vardı ve yaklaşık 600 bin kişi Netanyahu’nun meclisi kapama girişimine karşı Facebook Live’da toplanmıştı. 19 Nisan’da ise eylemciler Rabin Meydanı’ndaydı. Polisin eylemcilerin ayak basacakları yerleri sprey boya ile işaretlediği ve düzenleyenlere maske dağıtma zorunluluğu getirdiği bu eylem görüntüsü, daha ziyade nizami militer kalabalıkları anımsatmasıyla tedirgin edici, fakat böyle bir dönemde bedenlerin kitlesel olarak görünür olmasının mümkün olduğunu göstermesi bakımından ise heyecan vericiydi.
Bir yandan da, fiziksel mesafelenme kurallarının aslında sınıfsal olarak farklı dağıtıldığını Fransa’da banliyö eylemlerinde görebiliyoruz. Daha az görünür olan banliyölerde salgın esnasında devam eden polis şiddeti 20 Nisan’da Paris çevresindeki yoksul toplu konutlarda protesto edildi. Aslında ne çöp kutularından yapılan barikatlar ne de polisin attığı plastik mermiler ve gözaltılar bu bölgeye yabancıydı. Hatta salgına karşı alınan önlemler polis şiddetinin dozunu ve meşruiyetini arttırmış görünüyordu.
Bu örnekler çoğaltılabilir, fakat salgın döneminde daha da sınırlanmış kamusal alan üzerinde “hak iddia eden” sadece işlerini kaybeden ve polis şiddetine uğrayan kent yoksulları, yani “devletin unuttukları” değil, “covid-inkârcısı” tutum sergileyen hükümetlerini savunan ve sokaktaki varlıkları hükümet tarafından desteklenen bir kesim de var. ABD ve Brezilya’daki sokak sahneleri buna en iyi örnek olsa gerek.
Fiziksel mesafelenme kurallarının aslında sınıfsal olarak farklı dağıtıldığını Fransa’da banliyö eylemlerinde görebiliyoruz. Daha az görünür olan banliyölerde salgın esnasında devam eden polis şiddeti 20 Nisan’da Paris çevresindeki yoksul toplu konutlarda protesto edildi. Salgına karşı alınan önlemler polis şiddetinin dozunu ve meşruiyetini arttırmış görünüyordu.
Brezilya’da milyonlarca kişi devlet başkanı Bolsonaro’nun salgına yönelik yaklaşımını balkonlarda tencere tava çalarak protesto etmeye devam ederken, 20 Nisan’da virüsü medyanın oyunu, verilen tepkileri ise histeri olarak tanımlayan Bolsonaro’nun maskesiz ve eylem boyunca öksürerek önlemler karşıtı düzenlenen gösterilere katıldığına tanık olduk. Bu dönemde daha da görünür hale gelen merkezi ve yerel yönetimler arasındaki gerilimi yansıtacak şekilde, eyalet valilerinin uyguladığı karantinanın kaldırılmasını talep eden kitle, orduyu göreve çağırıyordu.
ABD’de ise devletin koyduğu kuralları çiğneyerek törenlerini gerçekleştiren kiliselerin yanı sıra, büyük oranda Trump seçmeni olan bir kitle, karantinaya karşı Michigan, Minnesota, Virginia, California ve Kentucky gibi birçok eyalette sokak eylemleri düzenlediler. Silahlanmayı savunan grupların dahil olduğu, ekonomik sıkıntının insanları koronavirüsten daha fazla öldürdüğünü dile getirerek “çalışmamıza izin verin” pankartları taşıyan ve sosyal mesafelenmenin komünizm olduğunu iddia eden bu kitle, tarihin bu döneminde emekçilerin taleplerinin sağ popülist söylemlerde karşılık bulması açmazını bir kez daha yüzümüze çarpar nitelikte.
Salgın döneminde Demokratların başkan adaylarından sosyalist Bernie Sanders’ın yarıştan çekilmek zorunda kaldığı ve son haftalarda 20 milyonun üstünde işsizlik yardımı başvurusunun görüldüğü ABD’de, bu sahneler pek de şaşırtıcı olmasa gerek. Bu eylemlerden birinde, “Özgürlük Ülkesi” pankartını araba camından sallayan bir kadının, arabayı durdurmak için önünde duran sağlık çalışanına pencereden sarkarak “Burası özgürlükler ülkesi, istemiyorsan Çin’e git” diye bağırması, dönemin sosyal çatışmalarını özetleyen ikonik anlardan biri olsa gerek.
Bu haftalarda bir yandan da kolektif eylemin olağan biçimlerinde ısrar etmeden, salgın koşullarında yalıtılmaya da karşı çıkacak şekilde, eski tip eylemlerin çevrimiçi hale getirilmiş ya da bireyselleştirilmiş versiyonlarını görüyoruz. Salgının yarattığı krizin ekolojik tahribat ve iklim kriziyle doğrudan ilişkisinin altını çizen Fridays for Future grubunun Zoom’da düzenlediği eylemde herkes kendi sloganını yazdığı bir pankart kaldırdı örneğin. Geçtiğimiz günlerde Greta Thunberg #dijitalgrev çağrısı yaptı; #ClimateStrikeOnline katılımcılardan kendi slogan ve videolarını paylaşmalarını istedi.
Dayanışma ağlarının salgın sırasında hızlıca yerel ihtiyaçları karşılayacak şekilde bir araya gelmesi, yeniden üretim alanındaki otonom örgütlenmelerin her türlü krize en hızlı cevap veren form olduğunu gösterdi. Bu dönem, politik özne olarak kalabalığın yeniden üretim alanlarını örgütleyen bir kitlesellik olduğunu yakıcı bir biçimde bir kez daha gösteriyor.
Sokak protestolarından çok daha az, yaklaşık bin kişinin katıldığı dijital eylemler gerçekleşti. Extinction Rebellion insanları pencerelerine pankartlar asmaya ve sokağa çıkılabilen yerlerde stencil yapmaya davet ediyor. Haftalık dijital buluşmalar planlayan iklim eylemcileri, algının iklim krizinden korona krizine doğru bir eğri çizdiğini, oysa ki içinde bulunduğumuzun uzun erimli bir kriz olduğunu hatırlatarak, bu dönemde fikirlerin yayılmasına hız kazandırmaya öncelik vermiş gibi görünüyorlar.
Öte yandan, başka eylem biçimleri de küçük uyarlamalarla varlıklarını sürdürüyor: seçilmiş yetkililere açılan kitlesel telefonlar, mülteci kampları önünde eylem yapan arabalar, sakinleri tarafından genişletilen mahalle kaldırımları, kamusal alan yüzeylerine dikilen bitkiler ve duvarlara yapılan projeksiyonlar…
Yurttan sesler
Türkiye’de ise kalabalığın aslında umulmadık biçimlerde harekete geçtiğini söyleyebiliriz. Son haftalarda, umreden geldikten sonra karantinaya yerleştirilenlerden bazılarının kaçmaya çalışırken polisle çatışması, sokağa çıkma yasağının son anda açıklanması yüzünden alışverişe çıkmak durumunda kalan insanların yarattığı tehlikeli ve tekinsiz “kalabalık”, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun gerçekleşmeyen istifasını protesto eden küçük grupların sokağa dökülmesi gibi sahneler yaşandı. Öte yandan, işe koşulan emekçilerin olası eylemleri el çabukluğuyla bir yasal düzenlemeyle engellendi; işçilerin sendikalaşması, sendikal hakların kullanılması (şimdilik) üç ay süreyle durduruldu.
Fakat kalabalığın en farklı hali herhalde evlerini terk etmeden bir araya gelen “ses çıkartma” eylemlerinde görülüyor. İlk olarak Susurluk eylemlerinde [7] kullanılmaya başlayan “tencere tava”, yakın dönemde Gezi’yi mahallelere ve evlere taşıyan biricik eylem biçimi olmuştu. Salgın koşullarında bu tür gürültülü sesli eylem biçimlerinin arttığını, görme ve görülme odaklı kolektif eylem biçimlerindense duyma, duyulma ve duyulur kılmaya dayalı eylemlerin başat hale geldiğini söylemek mümkün.
Elbette ilk akla gelen birkaç haftadır sürmekte olan, her gün 21:00’da farklı mahallelerde değişen seviyelerde, sağlık çalışanlarının balkonlardan alkışlanması. İlk çağrısı sosyal medyadan “tabandan” yapılan bu dayanışma eylemi, çağrının hemen ertesinde Sağlık Bakanı Fahrettin Koca ve Tayyip Erdoğan tarafından “sahiplenildi.”
Son haftalarda 20 milyonun üstünde işsizlik yardımı başvurusunun görüldüğü ABD’deki eylemlerden birinde, “Özgürlük Ülkesi” pankartını araba camından sallayan bir kadının, arabayı durdurmak için önünde duran sağlık çalışanına “Burası özgürlükler ülkesi, istemiyorsan Çin’e git” diye bağırması, dönemin sosyal çatışmalarını özetleyen ikonik anlardan biri olsa gerek.
Erdoğan “Herkesi sağlık çalışanlarını alkışlamaya davet ediyorum” diyerek, sesin hem kaynağı hem de muhatabı olarak şahsını tanımlamış oldu. Alkışların başlamasını takiben Diyanet’in yaptığı bir açıklamayla camiler de, tıpkı 15 Temmuz ve sonrasında olduğu gibi, ses alanına dahil oldular. Bu sefer sadece selâ değil, dua ve ilahilerle yatsı ezanına eşlik eden bu sesler, ilk zamanlarda alkış eylemi başlamadan sona eriyordu.
Bir süre sonra, yatsı ezanının saatinin ilerlemesiyle imamların sesi alkış eylemlerinin sesini bastırdı, zamanla alkış sesleri cılızlaştı ve yok oldu. Ezanın okunma saatinin iyice ilerlemeye başlamasıyla akşam saat 9 “serbest” kaldı ve alkışlar geri geldi.
Newroz çatılardan ve pencerelerden ses çıkartarak kutlandı; sesleri cılız kalsa da, ücretli izin ve geçim ödeneği talebine karşı balkonlarda alkış çağrıları dolaştı. Susurluk eylemlerinden hatırladığımız açılıp kapanan ışıklar da geri döndü. Son olarak 23 Nisan kutlamaları yine “devletlû” bir çağrı sonucunda hanelerden sokaklara yayıldı, mesafeleri kat ederek büyük kalabalıkları mahallelerinde bir araya getirdi. Marşlar ve şarkılar daha önce hiç olmadığı kadar mahremin mekânlarından sokaklara sirayet ederek öteki seslerin üzerini örttü. 24 Nisan ise daha önce hiç bu kadar sessiz olmamıştı.
Dolayısıyla pencere, balkon ve istisnai olsa da çatılardan yükselen gürültü eylemleri, bütün bir ses ortamını da çatışma alanı haline getirmiş vaziyette. Kimin sesinin duyulacağı, hangi sesin hangi saikle diğer seslerle buluşacağı bizzat politik bir mesele haline gelmiş durumda. Bu tür dağılmış kalabalıkların hayaletimsi sesinin bu döneme damgasını vuracağını düşünmek zor değil. Seslerin galebe çaldığı bir kamusal alanın “eski” kalabalıkları hatırlatacağını ve kalabalık imgesini bir süre dönüştüreceğini de… Fakat özellikle 23 Nisan’ın kutlama biçimlerinden anlaşılan o ki, her dönemde olduğu gibi salgın döneminde de egemen olanın sesi en güçlü çıkıyor.
Toplum diye bir şey var…
Salgın ulus-devletleri kendi sınırları içerisine kapatırken, pek çok yerde özellikle yeniden üretim/bakım alanının görünmez kılınmış meseleleri de daha sık tartışılmaya başlandı. Öncelikle, sosyal hak addedilen hizmetlerin piyasalaştırılması ve sağlık hizmetlerine erişim gibi temel meseleler gündeme geldi. Yüksek sayıdaki can kayıplarını, sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesiyle paralel okumak mümkündü.[8] Buna karşılık, aşağıdan ve yerel ölçeklerde dayanışma ağlarının küresel düzeyde hızlıca ortaya çıktığını gözlemledik.
Boris Johnson’ın Margaret Thatcher’ın mottosu haline gelmiş olan “toplum diye bir şey yoktur” ifadesinin yanlışlığını kabul eden açıklaması aslında salgın dönemine damgasını vuran bir tespit. Bugün Britanya’da toplum diye bir şeyin var olduğunu kanıtlayan yüzlerce karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma örgütlenmesi faaliyette.
Pandemi öncesi var olan “bakım”ı aşağıdan örgütleyen dayanışma ağlarının, salgın sırasında hızlıca yerel ihtiyaçları karşılayacak şekilde bir araya gelmesi, yeniden üretim alanındaki otonom örgütlenmelerin her türlü krize en hızlı cevap veren form olduğunu gösterdi. Bu dönem, politik özne olarak kalabalığın sadece kamusal alanda görünür olan bir güruh değil, aynı zamanda yeniden üretim alanlarını örgütleyen bir kitlesellik olduğunu yakıcı bir biçimde bir kez daha gösteriyor.
Biriken öfkenin ve enerjinin bir araya gelmek yeniden mümkün olduğunda nasıl bir momentum yaratabileceğini bilmiyoruz. Ama kapitalizmin krizinin bu kadar görünür olduğu ve egemen yapıların kırılganlaştığı bir dönemde, kolektif eylem biçimlerinin daha radikal fikirler çevresinde toplanacağını ve yeni eylem biçimlerinin çoğalmaya devam edebileceğini öngörebiliriz.
Kalabalığın yeniden üretim alanındaki bu tür örgütlenmesinin feminist ve queer siyasetin uzun erimli teorik/politik tartışma ve uygulamalarından olduğu kadar, meydan işgallerinin bakiyesi olarak devam eden mahalle örgütlenmelerinin prensiplerinden de doğduğunu söyleyebiliriz. “Korsan bakım inisiyatifleri”nin eylemlerine örnek olarak yerel dükkân ve kooperatiflerle iş birliği, kafelerin dayanışma mutfaklarına dönüştürülmesi, yerel gıda üretimi ve dağıtımı, maske dikme atölyeleri, kültürel ürünlerin açık kaynaklaştırılması, boş evlerin işgal edilmesi verilebilir.
Diğer yandan örneklerini İtalya, ABD, İngiltere ve Hırvatistan’da görebileceğimiz kira grevleri ve Türkiye’de yavaş yavaş gelişen “Ödemiyoruz” talepleri, yine yeniden üretim alanını salgın döneminde çatışmalı kılan eylemler arasında.
Son olarak, salgında şimdilik kaybolan kamusal mekânlardan bireysel kapatılmanın özel mekânlarının içine doğru bakabiliriz. Ev içi şiddet vakalarındaki artışın yüzde 30’lara vardığı Fransa’da şiddet gören kadınlar eczanelere sinyal verebiliyorlar; “maske 19” kodunu söylediklerinde eczaneler polisi arıyor ve gerektiğinde kadınlar masrafları devlet tarafından karşılanarak otele yerleştiriliyorlar. Aynı uygulamanın Belçika’da da başladığını görüyoruz.
Avrupa’da farklı yerlerde yardıma ihtiyacı olanlar evlerinin penceresine veya balkona beyaz örtü asıyorlar. Geçtiğimiz günlerde HDP, Alo 183 hattının Acil Şiddet Hattı’na dönüştürülmesi veya kadına yönelik şiddetle ilgili yeni acil hat kurulması için bir çağrı yaptı. Görünmez kılınmış ev içi emek ve bedene dair meselelerin kamusal ve görünür kılınmasına dair girişimler bu dönemin belki de “ses getirmeyen”, ama en önemli eylemlerinden.
Derya Ülker, İsimsiz, 2020 (İzole Project)
Var olan ve kanıksanmış eylem repertuvarının hem çeşitliliğini ve dirayetini hem de sınırlılıklarını ortaya çıkarıyor belki de bugünler. Krizle beslenen iktidarların ve kapitalizmin salgın sonrasında alanlarını genişletmeye çalışacağını; bedeni bir siyasal özne olmaktan uzaklaştırarak, gözetim ve kontrol mekanizmalarını güçlendirecek bir endişe kaynağı olarak konumlamaya gayret edeceklerini tahmin etmek güç değil. Ve belki uzun bir süre daha faşizme karşı omuz omuza ya da bacak omuza duramayacağız.
Kapanmayla biriken öfkenin ve enerjinin, yapılan hazırlıkların, kurulan ve kurulacak ağların, bir araya gelmek yeniden mümkün olduğunda nasıl bir momentum yaratabileceğini bilmiyoruz. Ama kapitalizmin krizinin bu kadar görünür olduğu ve egemen yapıların böylesine kırılganlaştığı, sınırların kapanırken bir yandan daha sorgulanır hale geldiği bir dönemde, fikirlerin örgütlenmesinin hızlanacağını, var olan kolektif eylem biçimlerinin politik olarak daha radikal fikirler çevresinde toplanacağını ve yeni eylem biçimlerinin şaşırtarak çoğalmaya devam edebileceğini öngörebiliriz.
Umutsuzluğa kapıldıkça, elbette Feminist Gece Yürüyüşü’nü ve Şili’de bir duvardaki sloganın dediği gibi “normale dönmek istemiyoruz, çünkü problemin ta kendisiydi normal” diyen ve diyecek olan kalabalıkları düşünebiliriz.
Bir de, şüphesiz, bir yandan şimdide durarak ve şimdiye tutunarak, 1 Mayıs eylem çağrılarını takip edip ve katılmaya, diğer yandan da geleceğe ve gelecekteki çağrılara doğru bakmaya devam edebiliriz. Örneğin İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası Komitesi’nin “Ben Neredeyim?” sorusuna cevaben “Burdayım Aşkım!” diyebilmenin yollarını bugünden düşünmeye başlamakta fayda ve umut var.
*Aylin Kuryel, Begüm Özden Fırat tarafından yazılan bu yazı 30 Nisan tarihinde birartibir.org sitesinde yayınlanmıştır.
Yorumlar