Anahtarı bulabilmem için daha fazla aydınlığa ihtiyacım olduğunu düşünüyorum, ama küçük lamba dışında bütün lambalar patlamış. Sinirleniyorum. Önce salondaki kitaplığı tarıyorum, kitapların arasına sıkıştırmış olabilirim. Çok sevdiğim bir romana rast geliyorum: “Yaşamak İstiyorum”.
Çok ağır, kaldıramıyorum. Yavaşça, merdivenlerden kaydırarak indirip sürükleyerek, salonu aydınlatan, küçük lambanın altına bırakıyorum. Üzerindeki örümcek ağlarını ellerimle temizlemeye başlıyorum. Uzun zamandır tavan arasında. İçinde neler olduğunu bile hatırlamıyorum. Kilidi zorluyorum ama çok kalın ve sağlam, gücüm yetmiyor, açamıyorum. Anahtarı kim bilir nereye koydum. Salonun ortasında, nereye koymuş olabileceğimi hatırlamaya çalışarak, dolaşmaya başlıyorum. Salon loş, yeterince ışık yok. Anahtarı bulabilmem için daha fazla aydınlığa ihtiyacım olduğunu düşünüyorum, ama küçük lamba dışında bütün lambalar patlamış. Sinirleniyorum. Önce salondaki kitaplığı tarıyorum, kitapların arasına sıkıştırmış olabilirim. Çok sevdiğim bir romana rast geliyorum: “Yaşamak İstiyorum”. Ayn Rand’ın okuduğum ilk romanı. Sonrasında bütün kitaplarını peş peşe okumuştum, gençlik yıllarımda fanatiğiydim bu kadının, suratımda bir tebessüm, neyse diyorum ve kitabı yerine yerleştiriyorum. Kitabı yerine koyduktan sonra, anahtarı aramaya devam ediyorum. Lanet olsun! Kitaplığın hiçbir yerinde yok. Tekrar salonun ortasında volta atmaya başlıyorum hatırlayabilmek için, ama yok, hayır, aklıma gelmiyor. Acaba bir çekiç bulup kilidi kırmaya mı çalışsam diye aklımdan geçiriyorum. Anahtar aramayı bırakıp çekiç aramaya başlıyorum. Banyo dolabının altına sıkışmış olan çekici çekip çıkarıyorum. Salona, sandığın başına geliyorum. Kilide çekiçle vurmaya başlıyorum. Gecenin sessizliğinde, birbirine çarpan metallerin sesi, odanın içinde yankılanıyor. Peş peşe vurmaya devam ediyorum. Kulaklarım çınlamaya başlayınca duruyorum. Ama kilitte hiçbir değişiklik yok. Gecenin bu saatinde, konu komşu rahatsız olur mu diye işkillenip pencereden etrafı kolaçan ediyorum. Ne sokakta ne de apartmanın pencerelerinde bir hareketlenme var. Salonun ortasındaki sandığın yanına gidip var gücümle vurmaya devam ediyorum. Bir süre sonra sandığın karşısına pelte gibi yığılıp oturuyorum. Vurmaktan ağırlaşan kollarımı kıpırdatamıyorum, ama kilit sapasağlam, karşımda duruyor. Sanki saatlerdir dayak yiyen o değil de benmişim gibi her yerim ağrımaya başlıyor. Bir süre sadece ikimizi aydınlatan lambanın altında bakışıyoruz, sessizce. Sonra inadıma yenik düşüp oturduğum yerden hatırlamaya çalışıyorum anahtarı koyduğum yeri. Olduğum yerden hızla kalkıp yatak odasına gidiyorum. O anahtarı bulacağım. Önce tuvalet aynasının çekmecelerini yere döküyorum. Aman tanrım bu ne kalabalık ne kadar gereksiz eşya diyorum içimden bunları çöpe atmalıyım. Tabii ki bulamıyorum, yok! Gardırobu yatağın üstüne boşaltıyorum, yok! Önce sağdaki sonra soldaki komodinin çekmecelerini karıştırıyorum, yok! Yatağın altını kontrol ediyorum, yok! Yatakla bazanın arasına bakmak istiyorum ve yatağı var gücümle kaldırıp yere atıyorum, bakıyorum. Yine yok! Tekrar salona dönüyorum, kapının yanındaki portmantonun çekmecelerini boşaltıyorum, yok! Mutfağa gidip çekmeceden en sivri uçlu bıçağı alıyor ve sandığın yanına gidiyorum. Filmlerde kilidin içine ince bir şey sokup kilidi açtıklarını hatırlıyorum ve elimdeki bıçakla denemeye çalışıyorum. Sivri ucunu yavaşça kilidin karanlık deliğine sokuyorum ve oyar gibi çevirmeye çalışıyorum. Kilidin deliği parçalandı ama kilit açılmadı. Sinirlenip bıçağı duvarda asılı duran hedef tahtasına fırlatıyorum. Bıçağın çarpmasıyla hedef tahtası ve bıçak yere düşerek büyük bir gürültü çıkarıyor. Burnumdan derin bir nefes çekerek sinirimi kontrol etmeye çalışırken, oturduğum yerden kalkıp mutfağa tekrar gidiyorum. Şuan sakinleşebilmek için ihtiyacım olan tek şey bira. Buzdolabından buz gibi birayı alıp tekrar sandığın karşısına oturuyorum.
Tavan arasındaki testere aklıma geliyor, koşarak çatı katına çıkıyorum. Burası çok karanlık, ışık doğru düzgün aydınlatmıyor ve her yer örümcek ağı. Rutubet kokusu midemi bulandırıyor. Olduğum yerde hiç kıpırdamandan önce gözlerimle etrafı süzüyorum. Evet, gördüm annemlerden kalma iki kapılı ve camlı kömür sobasının üzerinde duruyor. Bir şeye basıp düşmemek için yavaş adımlarla ve önümdeki örümcek ağlarını temizleyerek gidip sobanın üzerindeki testereyi alıyorum. Koşarak merdivenlerden aşağıya inip, sandığın başına dikiliyorum. Testerenin fişini takmak için uzatma kablosuna ihtiyacım var. Portmantonun içini boşaltırken, orada bir tane olduğunu görmüştüm. Gidip çekmeceden uzatma kablosunu alıp prize takıyorum. Üçlü priz yerinden tutarak salonun ortasına, sandığın karşısına dikiliyorum. Testerenin fişini, prize sokuyorum. Testerenin düğmesine basıyorum. Kahretsin çalışmıyor! Bir süre testere elimde öyle kalakalıyorum. Ellerimin arasında tuttuğum testere sapını, öfkeden o kadar sıkı kavramışım ki, parmaklarımın acısıyla kendime geliyorum. Sinirden yerimde duramaz halde bir pencerenin yanına gidiyorum bir sandığın tepesine dikiliyorum. Gidiyorum, geliyorum. Gidiyorum, geliyorum. Kızgın boğa gibi burnumdan solurken, yeter diyorum kendi kendime ve sandığın kulpundan tutup çekmeye başlıyorum. Çeke çeke yatak odasının kapısına kadar getiriyorum sandığı. Biraz önce anahtarı ararken dağıttığım odanın, balkon kapısına kadar giden yolun üzerindekileri toplayıp yatağın üzerine atıyorum ve tekrar sandığın yanına gidip kulpundan tutuyor ve çekmeye başlıyorum. Yatak odasından girişi olan balkon kapısına kadar sandığı sürükleyerek getiriyorum. Sandığı bırakıp salondaki geniş sehpayı alıyor ve balkona, pervazın önüne bırakıyorum. Tekrar sandığın yanına dönüp çekiştirmeye devam ediyorum. Sehpanın yanına kadar sürüklediğim sandığı tüm gücümle sehpanın üzerine koymak için uğraşıyorum. Önce sandığı dik bir şekilde yan yatırıyorum. Yavaşça, dizimden de destek alarak, sandığın alt tarafında kalan kısmını kaldırarak sehpanın üzerine yerleştiriyorum. Sonra ben de sehpanın üzerine çıkıp, balkon pervazından aşağıya bakıyorum.
Gecenin bir yarısı, sadece bir sokak lambası sağlam olduğu için küçük bir kısmı aydınlık olan caddeye bakıyorum. Kimsecikler yok. Çıt çıkmıyor. Rüzgâr bile yok. İçeme derin bir nefes çekip, işime devam ediyorum. Sehpanın üzerine koyduğum sandığı aynı yöntemle balkon pervazına koymaya çalışıyorum. Tam koyduğumu sandığım an, sandık pervazdan kayıp sekizinci kattan aşağı düşmeye başlarken, elimin sandığın kulpuna sıkışmış olduğunu fark ediyorum, ama çok geç. Sandık ağırlığıyla birlikte beni de peşinden sürüklüyor. Havada sandıkla beraber süzülürken, kulptan elimi kurtarırsam yavaşlarım diye hesaplıyorum ve elimi sandıktan kurtarıyorum. Sandık, gecenin karanlığında, bir tane sokak lambasının aydınlattığı caddeye çarpıp paramparça oluyor. Nihayet! Sandığın içinde neler olduğunu biliyorum artık. Annemin ördüğü danteller, aldığı çarşaflar, dantel süslü kenarları olan havlular caddenin ortasına yayılırken, beyaz bir gelinliğin heybetli bir şekilde süzülerek yolun ortasına uzanmasını izliyorum. En son gördüğüm şey, yüzüstü, yola serilmiş olan gelinliğin üzerine çakılırken, ağzımdan çıkan kanın beyaz gelinlik üzerinde bıraktığı lekeler oluyor.