Esma’yla beraber kadınları sinemaya davet ediyoruz. Bazı erkekler var. Biri ardımız sıra koşup okul bahçesi boyu “Her şey kadınlar için ya.” diye bağırdı. Giysileri, konuşması, iriliğiyle dilini bilmediğimiz vahşi bir kuşu andırıyordu. Yine köyden bazı çocuklar “Kadın” kelimesini bizden duyup, onlar aşağılamak için aynı kelimeyi kullanmaya başlamadan elleri boş kaldılar. Mor önlükle, bir şeyler sunuyor olmakla...
Yukarılarda bir köydeyiz. Esma’yla beraber kadınları sinemaya davet ediyoruz. Bazı erkekler var. Biri ardımız sıra koşup okul bahçesi boyu “Her şey kadınlar için ya.” diye bağırdı. Giysileri, konuşması, iriliğiyle dilini bilmediğimiz vahşi bir kuşu andırıyordu. Yine köyden bazı çocuklar “Kadın” kelimesini bizden duyup, onlar aşağılamak için aynı kelimeyi kullanmaya başlamadan elleri boş kaldılar. Mor önlükle, bir şeyler sunuyor olmakla… Ayrıcalıklı duruyoruz. Buradan değiliz. Aynı ayrıcalığı kadınlığın içine… Çocuklar da peşimizi bırakmıyor bir süre. “Bizde geleceğiz sinemaya. Biz izin vermeyiz ki öyle kadın kadına…” Tam anlamadığım bazı laflar daha. Hızlıyız çünkü birkaç saat kaldı. Okul bahçesine dönüp elektriğe, projektöre, sıralara ve çadırın durumuna bakmak zorundayız. Burası yukarıda. Fazla yıkılmamış. Yürürken yanından geçtiğimiz bir ziyaretle, ziyaretin ne demek olduğunu da öğreniyorum. Hızır’ı rüyasında görenler… Ziyaret yaptırırlar. Ve diğer insanlar da oraya dilek dilemeye, dua etmeye… Nihayetinde rüyalarını başkalarıyla paylaşan insanlar bunlar. Evler fazla yıkılmamış olsa da yoksulluk yığılıyor. Belki birileri kızar. Tepki gösterir. İçerilere girmiyoruz. Karanlıkta izlenen sinema? Eski bir filmi ziyaret etmek? İyileştirici olmaz mı? Kadınlar yorgun. Onları akşamki buluşmaya davet ederken en nazik sesimi konuşturuyorum.
“Gelmek istemez misiniz?” Evdeki hasta… Bekleyen çocuklar… Yaşlı kadınlar hemen kimi uzuvlarını gösterip ağrıdan dem vuruyor. Orta yaşlılardan, gençlerden vazgeçmemek için atılıyoruz. Çocuklar da gelsin. Onlara ayrı etkinlik… Samandağ’daki depremden bahsediyorlar hemen orada. Deprem de çocuklar gibi kadınlar filmlerini izleşirken dışarıda tutup oyalayabileceğimiz bir şeymişçesine geçiştirmeye çalışıyoruz. Korkuyorlar. Arada yer, 6 Şubat’taki gibi değil ama, sallanıyor. Ben yürüdüğümden bir kez, fark etmemiştim. Çadır önünde oturmuş fasulye ayıklayan, konuşan kadınların ellerinin durduğunu, bakışlarının donduğunu görünce fark ettim. Olduğum yerde durdum. Yeri tanıdım. Sallanıyordu. Bir kez daha Samandağ’daki deprem için, şiddeti küçükmüş ama diyorum kadınlara…
Densizlik?
Hatta bizim o tarafa gelenlere de… Bir daha yüz yıl büyük deprem olmazmış diyorum. Antakya’da yüz yılda birmiş diyorum. Tedbirin iyisini değil kaderin iyisini vaat eden yalancılara benziyorum. Ama kendimi tutamıyorum. Onları o anın içinden sonsuza dek çıkarmak…
Yürürken güneş iki dağın arasına doğru batmaya başladı. Durduk. Dağlar çok yeşil, çok neşeli. Esma’ya yoldaşlıkla ilgili sorular soruyorum. Biz aynı amaç için… Aynı doğrultuda… Tabi yoldaşlar arasında bir yakınlık… diyor. Yol yok. Yoldaş yok. Bir noktada oturdum. Yan odada arkadaşım uyuyor. Hangi yoldan yürüyen bir öykü bu, ona bile emin değilim. Ağzımdan çıkan her kelime çekti gitti. O gün Esma’yı dinlerken yolu güzel bulmuştum, özenmiştim. Güneş tam batmadan oradan ayrıldık. Okula doğru yürümeye başladık. Yorgunum. Bir çadıra girip orada yorgun yatan insanların arasına karışıp uyumak istiyorum. Gölgeler büyüyor. Ben sızlanmıyorum yorgunluğum konusunda.
Yoldaşlar hep yorgun. Yolda olmak yorucu. Esma ben ağlasam da beni şımartmaz. Çadır kapılarından birini tıklatıp beni de aralarında uyutsunlar diye ricaya koşmaz. Okulda elektrikler gelmedi. Çadır karanlıkta kalsa da ben yolunda gidenlere güvenip tuttum bir banka oturup iş yaptım. Mektupları zarflarına koyuyorum. Sıra taşınması gereksin sıra taşıyorum. Telefonlarla birileri aranıyor. Çadır hala zifir karanlık. Birkaç kadın, köyden, birkaç çocukla el ele
geldiler. Nerede sinema, nerede aydınlık? Hayal kırıklığına uğramışlar mı, karanlık, göremiyorum. Bir sürü şey oldu sonra. Okulun kapısı açıldı. Oradan buradan kablolar çekildi. Projektör? Ses sistemi? Benim tanımadığım bazı kimseler hepsini hallettiler. Sonra o beyaz perdeyi tutsun diye demir, tokalarını bağladılar. Altına sıra bile çektiler.
Elektrik geldiğinden tüm bu çaba seyirlikti. Köyden birer ikişer kadınlar sıralara oturmuş gülümseyerek izliyordu. Ben olacak mı olmayacak mı, korkudan biraz daha mektup katladım. Zarf açtım. Her şey yolunda gitti. Film başladı.
Her gün, gece olana dek, bir şeylerin yolunda gitmesi için didindiğimizden dağıtımlar bitecek mi diye, o mektuplar çıkacak mı diye, civardan bir kadının başı o beladan kurtulacak mı diye… film başlayıp da tanıdığım tüm insanlar oturup halinden hoşnut göründüğünden benim için mutlu sona tekabül etti bu. Başka zaman erken yatsam yolunda
gitmeyenler uykumu kaçıracakken azıcık başkasının sesi, azıcık film ışığı beni rahatlattı. Uyudum. İyi bir uyku… Nasıl da istiyordum. Ağrıyan uzuvlar, ağlayan çocuklar, deprem… Unutuldu. Ara ara kadınların kahkahası, çocukların oyun sesi, Müjde Ar’ın ziyaretvari ışığı beni daha da iyi rüyalara taşıdı. Ne kadar uyudum, bilmiyorum. Film bitince ve ışıklar yanında uyandım. Sıramdan doğruldum. Ön sıramdaki kadınlar bana dönüp sırıttılar. Gökçe öne çıktı. Sahnenin olduğu yere. Milleti 2 saatliğine iyi bir yere taşıdığından sırf, kötü bir yerden de çıkaracağına dair ümit var mı? Tabi, yine büyük felaket, yoksulluk, devletin bizi terk etmesi… Şöyle birer cümleyle değindi. İki kutu. Biri yalnızca bize ait olduğunu düşündüğümüz, öbürü herkese ait olduğuna inandığımız dertler… Ben kalktım diğerleriyle beraber kadınlara minik kağıtlar dağıttım. Uygun mu bu? Her şeyi unutmuşken herkes çadırlarına dağılmalı, uyunabilecek en uzun uykuyu uyumalıydık. Kalem dağıttık sonra. İçinden çıkmak için ilk şart, konuşmak. Yalnız olmadığını fark etmek. Falan filan. Dertlerini yazarken hala gülümsediklerini, yazdıklarından bile uzak durmak istediklerini gördüm.
Arada çadır önüne gelip “Anne” diye bağıran çocukları geri oyun yerine püskürttüm. Birazdan kocalar, geç oldu diye gelirler. Bizi olmadık anda uzun bir süre birbirimizden ederler. Çadır kapısından ayrılmadım. Henüz hiçbiri ortada yokken, kimseyi içeri almayacakmışım gibi. Dertleri Gökçe okudu. Aynı derdi paylaştığını düşünenler alkış tuttu.
Yoksulluk. Elektrik ve su gelse, Antakya’ya hayat dönse… Erkekler kadınların gizli saklı sürdürdükleri birkaç mutluluğa bile göz diker durumdan çıkıp Antakya’nın iş telaşında, geceleri onlara sunulan eğlencelerde yine kaybolsa… Evden çıksa dayak, huzursuzluk… Dayaklar, huzursuzluklar kol kola, servise dolmuşa binip kıyasıya rakip olmak için, piyasa şartlarında savaşmak yenmek ve yutulmak için merkeze… İşsizlik, çocukların eğitim görmemesi, su sıkıntısı…
Bir kadın söz almasa, alkışlar içinde kol kola, altın kızlar gibi…
Orta yaşlı bir kadındı.
Dertler içinden bir dert gibi başladı.
“Yoksulluk. Yokluk. İşsizlik. Dert. Kaybolan yakınlar bile… Her şey bir yana… Ama Antakya’nın bu
hali… Antakya yerle bir. Antakya bitmiş. O halini düşündükçe kahroluyorum.”
Dumanaltı, sessiz, yerle bir… Kuşaklar boyu bir dakikada susturulmuş. Her evi çökmüş. Her duvar dibi, her köşe taşı. Konulan her şey, söylenen her söz. Her fotoğraf, her altı çizili satır. Ölmeden paylaştırılmış, vasiyet edilmiş, dikilmiş… Kuşaklar boyu geride bir o kalmış. Her şey. Antakya’da dolaşırken dumandan gözlerim yanmıştı. Ağlatmıştı duman. Öyle agresif. Öyle isyankar. Yıkılan, seni ağlamaya mecbur eden kızgın şehir ve toprak. Kimse alkışlamadı. Herkes kendi içine çöktü.
Dudaklarını büktü. Gözlerini eğdi. Ağladı. Birbirimize ne edeceğimizi bilemedik. Çocuklar gelip bölünce, biri fener uçuralım deyince… Ayıldık. Yine de biraz orada kaldık. Ben yorgundum.
Fener bir türlü uçmadı. Uçarken çekmem gerekti. Esma’nın dediği gibi tutamamışım kamerayı. Bizimkilerden birkaç kişiyi gördüm. Oradan oraya koşarken. Vazgeçip kamerayı kapattıktan sonra iki fener uçtu. Göğe yükseldi. Düşüp ağaçları, evleri yakmalarından… İnsanları hayal kırıklığına uğratıp, üzmelerinden korktum.
Her şeye rağmen en acısı o.