Yeni normal, emek süreçlerinde despotizm ve patriyarka; toplumsal ilişkilerde saldırgan dincilik, ırkçılık ve erkekçilik; siyasal alanda daha da kristalleşen neo-liberal faşizmin egemenliğiyle biçimlendiriliyor. Toplumsal/sınıfsal çelişkinin odaklanacağı yerin burası olacağı; siyasal çatışmanın bu gerilimin herhangi bir noktasından tetiklenebileceği görünüyor. Yani ya biz hepimiz yani işi, ücreti veya geliri olsun olmasın, çalışarak veya işsiz kalarak insanlıklarını gerçekleştirecekleri tüm imkânları ve alanları ellerinden alınanlar ya da onlar!
Pandemide Kadın Kadına Tartışma sunuşlarımızı yayınlamaya devam ediyoruz. Tartışmamızın ilk başlığı pandemi öncesi yaşadığımız koşulları tartıştığımız Normaliniz Batsın! başlığıydı.
Tartışmamızın ikinci başlığını oluşturan “Patriyarka Virüsten Daha Tehlikeli!” (28 Mayıs) sunuşları ise Pandemide iktidarlar kadınlar için ne yaptı? , Pandemide özel alan, bakım emeği ve annelik ve Toplumsal yeniden üretim krizi olarak pandemi başlıklarını taşıyor.
Kapitalizm Öldürür tartışmamızın üçüncü başlığı. 1 Haziran tarihinde gerçekleştirdiğimiz bu tartışmanın ilk sunuşunda pandemi öncesi krizin son üç ay içinde nasıl derinleştiğini tartışmaya çalıştık.
Pandemi ortamında derinleşen kriz – Sezen Özkan, Çiğdem Çidamlı
Kapitalizm Öldürür başlığının ilk sunuşunda kapitalist krizin pandemi koşullarında nasıl derinleştiğini anlamaya çalışacağız.
Pandeminin hemen öncesinde Şili’de patlak veren halk isyanında, bir duvar yazısında, “Depresyon çağı değil, kapitalizm çağı” diyordu. Bu sade cümlenin anlamını kavramak için, öncelikle bir başka sade gerçeği hatırlayalım: Kapitalizm sürekli iç içe geçen çoğul krizler üreten bir sistemdir. Savaş, pandemi, çöküntü, faşizm, ırkçılık, kadın düşmanlığı gibi krizin açıkça yıkıcı hale gelmesine yol açan dinamikler, sistemin dışından gelmez. Bunlar kapitalizmin yıkıcılıklarıdır. Kapitalizme karşı mücadele, bu yıkıcı dinamiklerin tamamını kapsayan bir mücadeledir.
Kriz bu açık yıkıcı dinamiklerle daha da derinleşir ve sistemin ezilenleriyle egemenleri arasında büyük çatışmalara yol açar. Kapitalizm sadece bir ekonomik sistem, bir üretim sistemi değildir. Aynı zamanda bir dünya sistemi, toplumsal-politik-askeri-kültürel-ideolojik-cinsel-ırksal özelliklere de sahip bir sistemdir. Yarattığı sınıfsal-siyasal çatışmalar, tıpkı biz “isyan pandemiye sığmaz” dedikten iki gün sonra patlak veren ABD/ Minneapolis isyanı gibi, farklı siyasallaşma kanallarından patlak verebilir. Kapitalist köleciliğe dayalı ırk ayrımcılığı ve ırkçı polis şiddeti, ABD kapitalizminin iki başat toplumsal-tarihsel özelliğidir. George Floyd’un katledilmesi, Trump’ın yönettiği ABD’de pandemide derinleşen en temel sınıfsal/toplumsal parçalanmaya denk geldi (pandemide ölen siyahlar 4 kat daha yüksek). Bu yüzden birikmiş tarihsel öfkeyi de arkasına alarak patlak veren siyasal bir isyan olarak yayıldı: “İsyan sesleri duyulmayanların konuştuğu lisandır!” Malcolm X’in oğlu böyle söylemiş son isyanda.
Ne çok insanda birikmiş ne çok öfke var! Çünkü kapitalizmin son krizi 40 yıldır kesintisiz sürüyor. Pandemi, hatta 2008 krizi öncesinde de, kapitalizmin krizi, nihai/terminal/ölümcül bir kriz olarak niteleniyordu. Krizin pandemi koşullarında ne biçimde derinleştiğini ve yeni normalde üretimin biçimlendirilmesi derken ne kast edilebileceğini anlamak için önce 1970’den bu yana süren krize topluca bakalım. Manzara şu: 1969’dan itibaren, istihdamın nüfusa oranı (ki bu sadece erkek nüfus) ve kişi başına gerçek gelir, zaman zaman aşırı düşüşler ve asla eski düzeyine gelmeyen çok kısmi artışlarla birlikte, kafa üstü gitmiş. Bu süreçte önemli kırılma anları var: 1982-85 (neo-liberalizmin ilk zafer dönemi) büyümesi ve sonrasındaki kriz; 1990-2001 arasındaki büyüme ve sonrasındaki kriz (SSCB’nin yıkılmasından Asya krizine kadar); sonra 2008 krizine kadar yine büyüme ve sonra yine kriz. Her seferinde biraz yükselse de merdiven basamağı gibi seke seke aşağıya iniyor. Grafik 2015’te bittiği için daha fazlasını göremiyoruz ama 2019 sonu, 2020 başını gösterseydi, yine sıfıra yapıştığını görecektik.
Bu 1970’den beri süren ve adına sürekli durgunluk denilen bir eğilim. Temel nedeni kapitalist tekelleşmenin yol açtığı aşırı sermaye birikimi. Üretim alanı aşırı birikmiş sermaye için yeterli kar oranları sağlamıyor. Bu yüzden üretim durgunlaşıyor ve artık ekonomik büyümenin temelini üretim oluşturmuyor. Pekiyi ne oluşturuyor? Giderek daha yıkıcı hale gelen sınırlı üretim alanlarının üstünden şişirilen finansal spekülasyon balonları oluşturuyor. Üretim alanı bu çok tehlikeli finansal büyüme biçimine göre yeniden yeniden düzenleniyor. Bu çok tehlikeli oyunun sürebilmesinde, hem siyasal iktidarlar, hem de bu iktidarlar arası egemenlik ilişkileri çok kritik bir rol oynuyor.
Yeni normalde üretim veya genel anlamda ekonomi alanı yeniden biçimlendirilirken de, aynı durumun yaşandığını görüyoruz. Bu yeniden biçimlendirmeyi şimdiye kadar üç kez görece daha elverişli koşullarda yaptılar. Şimdi hızla parçalanmaya doğru giden bir emperyalist sistemin içinde; yere çakılmış bir ekonomide; birikmiş sınıfsal/toplumsal/tarihsel öfkenin tam ortasında yeniden yapmayı deneyecekler.
Daha önce ne yapmışlardı? O küçük büyümemsi dönemlerin ilkinde yani 2001 krizine kadar, eski sanayi yapısını-sanayi işçi sınıfını tasfiye ettiler. Yeni bilgi teknolojisi şirketlerine (IMB, Apple vs), elektronik, elektrik, tekstile asıldılar. Bunları meta zincirleriyle dünyanın dört bir yanına dağıttılar; yeni çalışma biçimlerini yaydılar. Görece genç-vasıflı bir işçi sınıfının göreli desteğini aldılar. Kadınları emek piyasasına sürdüler. Ve bu dönemde esas karları, bu sektörlerdeki şirketlerin yüksek kar beklentisi üzerine kurulan finansal spekülasyondan elde ettiler.
Bu köpük patlayınca, 2008 krizine kadar, hizmet, perakende, inşaat, konut, madencilik, enerji, kazımacılık işlerine, agroticaret işlerine abandılar. Yeryüzünün, emeğin, kadınların gerçek anlamda canına okudular. Üstelik bu kez bu alanlardaki karlı yatırımlar üzerinden oynanan finansal oyunları da devasa boyutlara ulaştırdılar. Türkiye, AKP iktidarıyla bu ikinci köpükleme dönemiyle bütünleşti. Köpük patladığında ilk dönemde yarattıklarından daha büyük bir yıkım yaratmakla kalmadılar. Bu, batan şirketleri kurtarma, sermaye borçlarını üstlenme ve çarkın devam etmesini sağlayacak daha da tahripkâr yatırım alanlarına teşvik-garanti sağlayarak daha da derinleştirdiler. Siyasal rejimlerin bu işleyiş içindeki rolünü daha da pekiştirdiler. Kadınların ve genç-vasıflı işgücünün göreli desteğini de yitirdiler.
2008’den sonraki süreçte giderek yayılan korumacılık ve ticaret savaşları eşliğinde, en yıkıcı ve riskli enerji alanlarına ve piyasalara devlet garantili yatırımlar yaparak, pandeminin hemen öncesindeki çöküşe kadar geldiler.
Nedir mesela yıkıcı ve riskli alanlara/piyasalara yapılan yatırımlar: Kimsenin geçmediği köprüler yapıp şirkete ödeme garantisi vermek; özellikle enerji alanında (doğal gaz, termik vs.) büyük ekonomik risklerin yarattığı delikleri kamu kaynaklarıyla kapatmak ve bunu halka ödetmek (doğalgaz faturaları). Bütün bunların yarattığı manzara şu: Şu anda evlerimizde veya işyerlerimizde değil, aslında her an patlayabilecek bir küresel borç bombasının üstünde oturuyoruz!
2019 yılında küresel borç stoku (haneler, şirketler ve kamunun toplam borcu ve dış borçtan farklı bir şey) 255 trilyon dolardı. 2020 Mayıs ayında bu rakam 14 trilyon dolar daha artmış! Bu neden önemli: çünkü dünya ekonomisi, pandemi öncesinde başlayan yeni bir resesyon (uzun daralma) dönemine giriyor. Pandemi resesyonu daha da hızlandırıp derinleştiriyor.
Büyüme oranlarının düşme eğilimini hatırlayalım: 2008-2009’da yüzde 0,09’luk çöküş, 2010-2016’da yüzde 3 canlanma ve 2017-2019’da yüzde 2,8’lik durgunluk. Dünya ticareti ne durumda? 2010-2016 yüzde 3,3; 2019’da sadece yüzde 1,4 artmış. IMF bile çok iyimser bulunan son raporunda, 2020-2021’de üretim kayıplarının birikimli olarak 9 trilyon dolara ulaşacağını söylüyor. Bu Almanya ve Japonya ekonomilerinin toplamından daha büyük bir rakam.
Bu yeni daralma dönemine girilirken, toplam borçlar 2018 krizinin başındakinden 87 trilyon dolar daha yüksek! Bu küresel kapitalizmin tarihinde şu ana kadar benzeri görülmemiş bir borçluluk düzeyi.
Bunu kim söylüyor? IFF (Uluslararası Finans Kurumu) direktörü: Son on yılda biriken borç dağları, bir zincirleme iflaslar çığı yaratabilir diye uyarmıştık diyor. Pandemiyle birlikte, yılsonuna kadar 20 trilyon dolar tahvil ve hisse senedi batabilir diyor. Türkiye gibi yükselen piyasalar denilen ülkeler bundan en berbat etkilenecek yerler. Çünkü bütün ekonomi sıcak para girişine ve ara malı ithalatına bağlı.
Uluslararası Çalışma Örgütü, 436 milyon küçük işyerinin (dünyadaki toplam işyerlerinin yüzde 68’i) kapanma riskle karşı karşıya olduğunu; bunların yarısından fazlasının (232 milyon işyeri) toptan ve perakende ticaretle uğraşan işkollarından oluştuğunu söylüyor. Bu tür işyerlerinde çalışanlar toplam küresel emek gücünün yüzde 81’si; yani 2,7 milyar insan. Bu 2008 krizinin çok üstünde bir rakam. Anlamı ise işsizliğin muazzam boyutlarda büyümesi, devasa insan kitleleri için gelir kaynaklarının çitlenmesi; asgari bir gelirin imkânsız hale gelmesi; metalaşmış bir dünyada yaşamın imkânsızlaşması.
Bu ortamda devletler ne yapıyor? Aslında AKP iktidarı “ekonomik istikrar kalkanı” diyerek ne yaptıysa, daha da tehlikeli biçimde onu yapıyorlar. AKP, iş ve gelir kaybı yaşayan 4,5 milyon insana, 6 milyar TL verdi; ücretsiz izne çıkartılan 878 bin işçiye, ayda 500 TL, üstelik bunlar sendikalı işçiler. Birçok sektördeki şirkete 100 milyar dolarlık KDV ve 6 aylık SGK ödeme ertelemesi; havayollarına çok yüksek vergi indirimi, şirketlerin kredi ve faiz ödemelerine 3 ay öteleme, ihracatçıya stok finansmanı desteği, konut kredilerinde genişleme, esnek çalışmanın daha etkin hale getirilmesi…
Peki ABD devleti ne yapıyor? Bu özellikle önemli; çünkü şu anda dünyanın üstünde oturduğu patlamaya hazır borç stoku bombası, pandemide ölen insan sayısının 100 bine ulaştığı, isyanlarla sarsılan ABD’nin Merkez Bankası’nın sınırına dayanmış mali araçlarıyla döndürülmeye çalışılıyor. Pandeminin başında yaşanan iki büyük sarsıntı, yani petrol fiyatlarındaki düşüş ve zincirleme borsa çöküşleri, kapitalizmin tarihinde benzeri olmayan bir durum yarattı.
Bu sarsıntı ABD merkez bankasından (FED) başlayarak, bir “savaş ekonomisi” yönetimini yaygınlaştırıyor. FED faizleri 0.25’e indirip parasal bolluk yaratarak çöküşün daha da derinleşmesini engellemeye çalışıyor. Ama bu araç bundan sonra yaşanacak daralmalar için bir anlam ifade etmiyor. Çünkü faizi eksiye indirme imkânları yok. Bundan sonra başvurabilecekleri ikinci adım, 700 milyar dolarlık batık tahvili satın almak, yani borçlanmayı daha da artırmak. Ama bu son derece riskli bir önlem. Çünkü ABD aslında dünyanın en borçlu devleti ve bu borçların en önemli nedenlerinden biri de zaten 2008 krizindeki batık kurtarma operasyonları. Çöküş bununla da durdurulamazsa, 2018 krizindeki gibi batan şirketleri çok seçmece biçimlerde doğrudan kurtaracaklar. Bu da yine borç stokunu daha da artıracak. Çöküş tehlikesi artan yükselen piyasalara da, 2008 sonrası Yunanistan’a dayatılandan bin beter dayatmalar gündeme gelecek. UNCTAD, küresel meta fiyatlarındaki gerilemeyle birlikte, 2020’de Türkiye gibi ülkelerin ihracat gelirlerinde 800 milyar dolarlık kayıp öngörüyor. Sıcak para kaçışları da sadece Şubat ve Mart’ta 59 milyar dolara ulaştı. Bu rakam 2009 sonrasının iki katı.
Çoğu Çin’den gelen ara malı üretimi ve ticaretindeki duraklamanın şu ana kadar 50 milyar dolar ihracat kaybı yarattığı; varlık fiyatlarının çöktüğü; hem üretim zincirlerinin hem tüketimin hem de yatırımın azaldığı, gıda fiyatlarının uçtuğu bir ortamda, bu borç büyüterek çöküş yavaşlatma siyaseti, iki açıdan büyük bir kaos yaratmaya gebe. Birincisi bu oyun sadece çökmekte olan ABD’nin, doları uluslararası para olarak tutabilmesine bağlı. Bu da Trump’ın Dünya Sağlık Örgütü ile ipleri kopardığı, Çin’le gerginliği tırmandırdığı, uzayı özelleştirmeye çalıştığı biçimlerde gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Tedarik/meta zincirlerini bölgesel temelde yeniden organize etme planları yapılırken, emperyalist devletlerarasındaki çekişmeler tırmanıyor. Dünyanın bütün neo-liberal faşist devletleri, bu egemenlik mücadelesinden geri kalmamak için çarkları hızla döndürmeye çalışıyor; Trump bu ortamda isyana karşı 16 eyalette sokağa çıkma yasağı ilan ediyor.
Yine isyandan gidelim: Kısa vadede sistem çapında petrol fiyatları veya borsa çöküşü gibi krizi daha da büyütecek yeni bir büyük çöküş tetikleyici olay olmasa bile, üretim, ticaret, vergi gelirlerinin bu kadar azaldığı bir ortamda, eldeki mali kaynaklar ne için kullanılacak? İflas eden büyük sermaye kütlesi içinden tekelci bir bölümünün kurtarılması için; mali spekülasyon batıklarının satın alınması için; şirket borçlarının ödenmesi için, mega proje garantilerini ödenmesi ve sermayenin sadece bir bölümüne bu belirsizlik ortamında teşviklerin yağdırılması için.
Sermayenin teknoloji şirketleri, dijitalleştirme gibi alanlardaki kollarının pandemi ortamında kar beklentisiyle yeniden yapılanma girişimleri ne anlama geliyor? Bunlar, tekelleşmeyi artırma ve kısa vadeli kısmi karlarla sonuçlanabilir ama ne kitlesel işsizliği ne de uzun vadeli daralma eğilimini alt edebilmesi mümkün görünmüyor. Türkiye’de ise şirketlerin teknolojik yatırım planlarına bakıldığında, şirketlerin sadece yüzde 20’si yüzde 20’yi aşan bir yatırım planına sahip ki bu da zaten çok düşük bir oran.
Neo-faşist iktidarlar bu şimdilik sonsuz gibi görünen upuzun daralma-azalan artık- artan borç stoku ortamını toplumsal-sınıfsal parçalanmayı derinleştirecek üç temel biçimde yönetmeye çalışacaklar:
1) Pandemik bir ortamda ister gözetimli toplama-çalışma kampı benzeri yeni üretim bölgelerinde; ister gözetimli uzaktan kumandalı çalışma kampı evlerde; ister e-ticaretle, ister yeniden şekillendirilmiş AVM’lerde istihdam edebildiklerinin tepesine sürü bağışıklığı siyasetini de arkalarına alarak azami ölçülerde binerek;
2) pandemik daralma ve belirsizlik ortamında altın, enerji gibi sağlam finansal spekülasyona konu olmaya devam eden yatırım alanlarına yönelik saldırıları yoğunlaştırarak ve
3) büyük insan kitleleri çitlenmiş gelir kaynaklarının çevresinde, en temel ihtiyaçlarına ulaşacak asgari gelirden bile yoksun biçimde yığılırken, elde edilen artığın azami bölümünü sermayeye en tercihli ve en doğrudan biçimlerde aktararak.
Bu üç temel biçimin de, sadece üretimin yeniden örgütlenmesiyle sınırlı olamayacak düzenlemeler, kentsel-kamusal, bedensel, ailesel, ideolojik her alanda hepimize insan olmanın anlamını yeniden yeniden sorgulatacak yeni dayatmalar ve zorbalıklar gerektireceği çok açık. Ortaya çıkacak bedelin asli bölümlerinden birini ücretli ve ücretsiz emeğiyle kadınlara ödetilmeye çalışılacağı da çok açık. Bu ortamda sıradan AKP’liler toplumsal şiddet tehdidini yaygınlaştırıyor; Diyanet isyan etmeyin fetvası yayımlıyor; emniyet genel müdürlüğü kitle eylemlerini bastırma silahı ihaleleri açmaya hazırlanıyor. Türkiye’nin kaderi çok açık biçimde ABD Merkez Bankası’nın ve Trump’ın tehlikeli oyunlarına bağlı. Yeni normal, emek süreçlerinde despotizm ve patriyarka; toplumsal ilişkilerde saldırgan dincilik, ırkçılık ve erkekçilik; siyasal alanda daha da kristalleşen neo-liberal faşizmin egemenliğiyle biçimlendiriliyor.
Dolayısıyla genel kriz düzleminden baktığımızda toplumsal/sınıfsal çelişkinin odaklanacağı yerin burası olacağı; siyasal çatışmanın bu gerilimin herhangi bir noktasından tetiklenebileceği görünüyor: yani ya biz hepimiz yani işi, ücreti veya geliri olsun olmasın, çalışarak veya işsiz kalarak insanlıklarını gerçekleştirecekleri tüm imkânları ve alanları ellerinden alınanlar; ya da onlar! Kısacası kapitalizmin yeni normalinin başlangıcını tek bir sözcükle özetleyecek olsaydık, bu herhalde George Floyd’un sözleri olurdu: “Nefes alamıyorum!”
Fakat özet bununla sınırlı kalmayacak gibi. Neo-liberalizmin meşruiyet krizi, derinleşerek kapitalizmin meşruiyet krizine dönüşürken, muhtemelen çok kısa süre içinde her yerde şu sözlerle tamamlanacak:
“Bize yağmadan ve şiddetten bahsetmeyin! Biz yağmayı ve şiddeti sizden öğrendik!”
Tüm sunuşlar: Pandemide Kadın Kadına Tartışma
Yorumlar