Son dönemin mefhumu edebiyat alanındaki ifşalar bize bir kez daha gösterdi ki, kadınlar susturulmaya çalışıldıkları kadar yazmaya da çaba gösteriyor. Biz de bu çabayı inatla sürdüren Aslı Tohumcu ile söyleştik
Edebiyat alanında sessiz büyüyen yazarlardan birisi Aslı Tohumcu. 2003’te “Abis”, 2006’da “Yok Bana Sensiz Hayat”, 2010’da “Şeytan Geçti” ve “Taş Uykusu”, 2014’te “Ölü Reşat”, 2017’de “Sevil de Sevme” (Seyhan Argun’un çizgileriyle) ve 2018’de “Durmadan Leyla” adlı kitapları yayımlandı. Kutlukhan Kutlu ile iki ayrı çalışmaya imza attı ve 2015’te “Güçoburlar” adlı derlemeyi, 2018’de “İstanbul: 2099” adlı antolojiyi hazırladı. Kitapları çeşitli dillere çevrilen Tohumcu, “Kadın Öykülerinde İstanbul”, “İstanbul Sokakları-101 Yazardan 100 Sokak” ve “Merhaba Asker” adlı derlemelere öyküleriyle katkıda bulundu. Son kitabı “Kötü Kalp” Ocak 2020’de yayınlandı.
Yetişkin kitaplarının yanı sıra çocuklar için de “Bolbadim Günlükleri”, “Eksimus Serüvenleri”, “Karadan Kaçanlar”, “Dünyayı Döndüren Kız”, “Üç, İkiii, Birr, Ateş!”, “Hışır Hışır Kırt Kırt” ve “Herkesin Evine Döndüğü Gün” adlı kitapları yazdı.
Son dönemin mefhumu edebiyat alanındaki ifşalar bize bir kez daha gösterdi ki, kadınlar susturulmaya çalışıldıkları kadar yazmaya da çaba gösteriyor. Biz de bu çabayı görünür kılmak için sitemizde yazarlara yer vermeye çalışacağız.
İlk olarak kadınların kadınlardan başka kimsesi olmadığı hissiyle, kadınların kadınlardan başka kimsesi olmadığı bilgisiyle, yazma inadını sürdüren Aslı Tohumcu ve son kitabı “Kötü Kalp” üzerine söyleştik.
Yazma serüveninizden ve bunu meslek edinişinizden bahsedebilir misiniz? Sizi bu konuda motive eden şeyler neler oldu?
Hikaye anlatmayı seven, okumayı da uydurmayı da teşvik eden geniş bir ailede büyümem bir etken sanırım. Evin çatısına çıkıp Bursa Ovası’na bakarak hayaller kurduğumu hatırlıyorum. Annem duymasın!
Onun dışında Jules Verne’le tanıştığım, Karpatlar Şatosu’nu okuduğum gün, aşırı etkilenmiştim. Akşam anneme koşup, “Büyüyünce ben de yazar olacağım, Verne gibi etkileyici öyküler anlatacağım,” dedim. Annem ertesi gün bana Bursa Kapalı Çarşı’dan bir daktilo ile bir top samanlı kağıt aldı ve bu yolda başıma ne gelirse gelsin desteğini asla esirgemedi.
İstanbul Üniversitesi’ne kaydımı yaptırdığım gün Varlık Dergisi’nin kapısını çaldım. İstanbul Üniversitesi’ni de zaten Cağaloğlu’na yakın diye seçmiştim, hatta tek tercih yapmıştım üniversite sınavında. Varlık Dergisi’nde Enver Ercan’ın çıraklığını yaptım. Dergide Adnan Özyalçıner ve Sennur Sezer’le tanışınca hayatım değişti. İkisinin hakkını asla ödeyemem. Yazdığım her satırı okumaya, eleştirmeye, bana ustalık etmeye ciddi mesai harcadılar.
Sonra bir söyleşi için kapısını çaldığım Cem Akaş’ın teşvikiyle ilk kitabım Abis’i yazdım. Hayat bilgim, tecrübem beni Verne’den uzaklaştırdı yazar olarak ama iyi ki de öyle oldu. Verne’e hayranlık duyan çocuk da hâlâ benimle ve çocuklar için üreterek kendini yaşatmaya devam ediyor.
Okuduğunuz yayınlar arasında öne çıkan bir tür var mı? Üretirken bunlardan beslendiğiniz noktalar oluyor mu?
Normalde polisiyeden bilimkurguya her türe dalıp çıkıyorum ama pandemi döneminde, kadınlarla çalışmalarım da arttığı için, uzun zamandır istediğim okumalara başlayabildim nihayet. Fatma Fahrünnisa’lardan günümüze, özellikle unutulmuş, unutturulmuş kadın yazarlarımızla ilgili eksiklerimi tamamlıyorum. Kadın mücadelesinin tarihine de odaklandım. Bunları bilmek insana birçok anlamda güç veriyor. Benden önceki kadınların verdikleri mücadele, çektikleri sıkıntılar ve başarıları müthiş bir ilham kaynağı benim için.
Edebiyatla kurduğunuz ilişkiye daha belirleyici bir yerden yaklaşırsak metinlerinizdeki dikkat çeken bir duyarlılıktan bahsedebiliriz. Ataerkil bir toplumda kadınların kendilerini var etme çabalarına dair meseleleri, kadınların yaşadıkları zorlukları bize edebiyat vasıtayla ulaştırmayı tercih ediyorsunuz diyebilir miyiz?
Evet, erkek şiddetinin, hatta ufak ufak devlet şiddetinin türlü tezahürlerini yazdığımı söyleyebiliriz. Toplumun bir kesiminin kanıksadığı, bir kesiminin umursamadığı, bir kesiminin de isyan etmekten perişan düştüğü halleri kurmacaya dönüştürmek en büyük derdim. Bir kadın soykırımı söz konusu. Hatta sadece kadın soykırımı değil, insanlar açlıkla, işsizlikle, hapislikle terbiye edilmeye çalışıyor, hayvanlar ve doğa da payına düşen zulmü yaşıyor. Bu devran düzelene kadar ben de edebiyatımla meselenin bir ucundan tutmayı sürdüreceğim.
Yazılarınızda şiddet konusuna özellikle yer verdiğinizi görüyoruz. Kadınlar olarak hiçbirimiz şiddetten azade değiliz. Buradan yaklaşırsak, doygunluğa ulaşan derli toplu derin bir şiddet anlatımı yapmak zorlayıcı olabiliyor mu? Şiddeti tariflemek yazarken sizi tetikliyor mu? Derinleşememenin, yüzeysel kalmanın aksine, ikincil travma yaşar mıyım diye düşünüyor musunuz?
Şiddeti aktarmak, bu yolla insanlarda bir vicdan, bir isyan yaratmaya ya da insanlarla aramda bir kardeşlik kurmaya çalışmak elbette zorlayıcı. Hele benim gibi erkek şiddetinden payına düşeni yaşamış biri için tetikleyici olabiliyor zaman zaman. Ama kadınların kadınlardan başka kimsesi olmadığı hissiyle, kadınların kadınlardan başka kimsesi olmadığı bilgisiyle, bu konuda yazma inadımı sürdürüyorum. Ölene kadar da sürdüreceğim. İkincil travmalarımı da sanırım çocuklar için üreterek iyileştiriyorum.
Son kitabınız “Kötü Kalp” bir döneme ışık tutuyor. İhraç edilen akademisyenler, taciz edilen tecavüze uğrayan kadınlar, istismar edilen çocuklar, zulüm edilen hayvanlar, hakkı yenen işçiler… Toplumsal hafızanın zayıf olduğu ve özellikle de zayıflatıldığı, yaşanılanların unutturulmaya çalışıldığı bir dönemden geçiyoruz. Sizin kitabınız travmaları, haksızlıkları, çürümüşlükleri tüm gerçekliğiyle sakınmadan gözler önüne seriyor. Bu bakımdan çok önemli bir yerde durduğu söylenebilir. Bu konu hakkındaki fikirleriniz neler?
Evet, toplumsal hafızamızın zayıflatıldığı, ayrıca her gün üst üste gelen onlarca felaketle neye üzüleceğimizi, neye şaşıracağımızı şaşırdığımız bir süreçteyiz uzundur. Bu nedenle yakın dönemden, hafızamda yer eden, asla unutamayacağıma inandığım bazı toplumsal olayları da romana aldım. Zaten Kötü Kalp’in baş kahramanı, KHK ile işinden edilmiş, itibarsızlaştırılmaya çalışılmış bir öğretim görevlisi. Yaşadığımız adaletsizlikten, hukuksuzluktan payına düşeni yaşamış, görünmezleştirilmiş bir kadın. Bütün bu bahsettiğiniz çürümüşlüğe bir adalet getirmeye, masumların hakkını almaya çalışıyor roman boyunca. Okuyanın yüreğini soğutmaya çalışıyor.
Kitapta gaipten gelen seslerin, ‘kötü kalbin’ sesinin kime ait olduğunu sorsak ne dersiniz?
Kötü kalp sanırım bu ülkede vicdan sahibi herkesin kendini zaman zaman duyuran iç sesi. Ama elbette ki vicdan sahibi insanlar, akıllarından ya da yüreklerinden bir fenalık geçirdiklerinde bunun utancıyla hemen tekrar iyilik düşünmeye başlarlar. Kötü kalp bir felaket, bir katliam bombardımanına tutulduğumuz bu dönemde, adaleti arayan, eşitlik ve barış içinde, özgürce yaşamak isteyen herkesin iç çelişkisini, çaresizliğini taşıyan bir ses belki de.
‘Kötü Kalp’ için kalbin içinde bir kalp, adaletin içinde bir adalet arayışı diyebilir miyiz?
Kötü kalp, kalbin içinde bir kalp evet. Ama adaletin tecelli etmediğini düşünürsek adaletin içinde değil adaletsiz bir düzende çaresizce adalet arayışı demek daha doğru olur sanki.
‘Kötü Kalp’ te sizi fantastik bir kurgu yapmaya sevk eden şeylerden biri, işlediğiniz konulara dair derdinizin, fikrinizin, karşı gelişinizin çok büyük olması; düz bir kurguyla ifade edilirse eksik kalacağını, yetmeyeceğini düşünmeniz olabilir mi?
Romanın baş kahramanının bu adalet arayışına çıkabilmesi, tecavüzcüleri aklayanları, hayvanlara zulmedenleri, nefret suçu işleyenleri, hak yiyenleri cezalandırabilmesi için ihtiyacım vardı fantastik bir kurguya. Cezalandırdıkları suçlu olsa bile, kendi de suç işlediği için polisiye de devreye girdi. Hikayemin ihtiyacı olan araçları doya doya kullandım ben de.
Yazar bir kadın olarak, yazan kadınlara söylemek istediğiniz bir şeyler var mı?
Yazmaktan asla vazgeçmemelerini, yazarken sadece kendi iç seslerini dinlemelerini, kalplerinden gelen hikayelere güvenmelerini söyleyebilirim.
Yorumlar