Kadının “görünmeyen” ev içi emeği, patriyarkanın; kadını erkeğe bağımlı hale getiren düzenin, maddi temellere dayanarak açıklanması için öncelikle göz
Kadının “görünmeyen” ev içi emeği, patriyarkanın; kadını erkeğe bağımlı hale getiren düzenin, maddi temellere dayanarak açıklanması için öncelikle göz önünde bulundurulması gereken bir konudur. Kadının denetim altına alınan söz konusu emeği üzerine farklı yaklaşımlar ortaya konmuştur. Örneğin, Christine Delphy, kadının erkeğe tâbiyetini açıklarken aile üretim tarzını temel almıştır. Kadının ev içindeki emeğine erkek tarafından el konduğu sömürü biçimi, üretim tarzının aile üretim tarzı olduğu her yerde söz konusudur. Aile, tarihsel köken itibariyle erkeğin kadın üzerinde egemen olduğu bir yapı biçimidir: “Tarihsel ve etimolojik olarak aile bir üretim birimidir. Latince’de familia, aile babasının iktidarına (o zamanlar mülkiyetle eş anlamlıydı) tabi kılınmış toprak, köle, kadın ve çocuklar toplamı anlamına gelir. Bu üretim biriminde aile babası egemendir: Otoritesi altında bulunan bireylerin emeği ona aittir…” (Savran ve Tura, 76)
Bu durumda, ailenin bir üretim birimi olarak geçmişi çok eskilere dayanmaktadır. Ayrıca, modern devletle ve kapitalist üretim ilişkileriyle beraber değişikliklere uğramış olsa da temelde kadın-erkek arasındaki sömürü ilişkisini korumuştur.
Delphy, ev içi üretim tarzını temel alarak kadını, ekonomik ve toplumsal temellere sahip ayrı bir sınıf olarak tanımlamaktadır. Kadınların ev içi üretimlerinin değişim değeri olduğunu ve mübadele piyasasından dışlananın kadınların üretimleri değil; kadınlar olduğunu dile getirmektedir. Kadınların üretimlerinin değişim değeri olduğuna şöyle bir örnek verilebilir: Geçmişte ev içi faaliyetlerinin bir kısmını oluşturan ekmek, salça yapımı gibi işlemler sanayileştirildi. Yani, fırıncılar, konserve fabrikaları eskiden kadınların karşılıksız olarak sundukları emeği satıyorlar. “Bunlar artık üretim olarak nitelendiriliyor ve ulusal gelir içinde resmi olarak hesaplanıyor” (Savran ve Tura, 80).
Delphy, günümüz toplumunda iki temel üretim tarzı olduğunu dile getirmiştir: 1. Metaların büyük bir kısmının üretildiği sınaî tarzda üretim, 2. Eviçi hizmetleri, çocuk bakımı ve bazı metaların üretildiği aile üretim tarzı. “Birinci üretim tarzı kapitalist sömürüye yol açıyor, ikinci tarz ise aile sömürüsüne, daha doğrusu patriyarkal sömürüye yol açıyor” (Savran ve Tura, s.84).
Cinsiyete dayalı iş bölümünün kaynağını aileye dayandırsak da bu hiyerarşik işbölümünün aile dışında da ortaya çıktığı görülmektedir. Christine Delphy, bu konuya şöyle açıklık getirmektedir: Evliliğe dayalı patriyarkal sömürü kadının temel ezilmişliğini oluşturur. Ev dışında sömürülmeleri buna bağlı olarak ortaya çıkar: “…kadınlar ‘dışarıda’ çalıştıklarında bile, bundan doğan sınıf aidiyetleri kadın olarak sömürülmeleri tarafından koşullanır.
Maxine Molyneux ise, Delphy’nin ortaya koyduğu bu teorik yapıyı yetersiz bulmaktadır.
Delpy’ye göre kadın emeğinin erkek tarafından el konulduğu sömürü ilişkisi evlilik ilişkisinde gerçekleşmektedir. Molyneux ise evlilik ilişkisi içinde olmayan kadınların durumlarını gündeme getirmektedir ve de bütün evlilik sözleşmelerinin ve evlilik içindeki bütün pratiklerin özdeş olmadığını dile getirmektedir. Yine de, şu düşünce ileri sürülebilir: Kapitalizm öncesi toplumlarda ve kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu toplumlarda aile ilişkileri ufak değişiklikler gösterse de, esas olarak, erkeğin egemen olduğu bir yapıya sahip olduğu gözlenmiştir. Çünkü asıl mülkiyet sahibi erkektir. Cinsiyete dayalı iş bölümü bunun sonucu doğmuştur. Bu iş bölümünün sürekli olarak pekiştirildiği bir yapı olmuştur aile. Toplumsal değişimlerden aile kurumu da etkilenmiştir tabii ki. Örneğin, savaş zamanlarında ve sonraki dönemde tek ebeveynli ailelere rastlanmaktadır; üstelik kadınlar savaş sırasında aile içindeki ekonomik faaliyetlerin de tek başlarına denetleyicisi olmuşlardır. Ancak, son tahlilde, toplumların “temel taşı” sayılagelen ailenin söz konusu hiyerarşik yapısının radikal değişiklikler geçirdiğini söylemek zordur.
Molyneux, cinsiyete dayalı iş bölümünün kapitalizm öncesinde de var olduğunu ve neredeyse evrensel olduğunu dile getirmiştir. Öyleyse, cinsiyete dayalı iş bölümünün ortaya çıktığı ev içi üretim tarzı, toplumların ekonomik gelişmelerinden etkilenmiş olsa bile temelde sabit bir ekonomik ilişkiyi korumuştur denilebilir ve bu yüzden de bir dönemleştirme işlevini göremez. Ev içi üretim tarzı, toplumların kuruluşunda başat sayılabilecek bir üretim tarzı olmadığı için de “toplumsal formasyonun kurucu ekonomik ve toplumsal ilişkilerinin teorisi” olamaz. Başlıca üretim tarzlarından farklı bir ekonomik ilişki ortaya çıkarsa da, ev içi üretiminin kadını erkeğe bağımlı kılan bir yapı ortaya çıkardığı aşikârdır. Molyneux, argümanını şöyle tamamlamaktadır: “…tümüyle ya da kısmen ev işi üretim tarzının hâkimiyeti altında olan bir toplumsal formasyon hiçbir zaman olmamıştır ve olamaz da. Bir üretim temelinin olmayışı ve ve ev içi üretim tarzı içinde hiçbir toplumsal üretimin yapılmayışı, bu bağlamda bizzat ‘üretim’ kavramının kullanılışını sorunlu hale getirmektedir” (Savran ve Tura, 111). Yine de bu, Molyneux’a göre, ev emeğinin toplumsal bir önemi olduğunu yadsımak anlamına gelmez. Yani, ev emeğinin toplumsal önemini kabul etmek için, onun Marx’ın kastettiği anlamda bir üretim tarzı olduğunu kabul etmek şart değildir. Molyneux, toplumsal formasyonların yeniden-üretiminde ev içi alanının örgütlenme biçiminin ve oradaki toplumsal ilişkilerin önemini kabul eder.
Bütün bu üretim tarzı ve değer tartışmalarının temelinde, kadınların ezilmesini, kadın emeğinin maddeci çözümlemeyle açıklanma çabası yatmaktadır.
“Marksizmle Feminizmin Mutsuz Evliliği” makalesinin yazarı Heidi Hartmann’da patriyarkal toplumsal ilişkilerin üretilme şekline dair şu saptamada bulunmuştur: “Bizim toplumumuzda çocuklar, genellikle toplumsal olarak erkeklere göre aşağı konumda tanımlanıp böyle kabul edilen kadınlar tarafından evde yetiştirilirler; oysa erkekler ancak nadiren ev içi tablosunda belirirler. Bu biçimde büyütülen çocuklar genellikle toplumsal cinsiyete dayalı hiyerarşideki yerlerini iyi öğrenirler. Ancak bu sürecin merkezi alanları, patriyarkal davranışların öğretildiği ve kadınların aşağı konumda tutulduğu ve bu konumlarının pekiştirildiği ev dışı yerlerdir: Kiliseler, okullar, spor kulüpleri, sendikalar, ordular, fabrikalar, bürolar, sağlık merkezleri, medya, vb.”(Savran ve Tura, 143). Yani, Hartmann’a göre patriyarkanın maddi temeli, yalnızca aileye değil, “erkeklerin kadın emeğini denetlemesine izin veren bütün toplumsal yapılara yaslanır”(Savran ve Tura, 143).
Simone de Beauvoir’ın “kadın doğulmaz olunur” sözüne benzer bir yaklaşımı Hartmann şu sözlerle ortaya koymuştur: “Bizler dişil ve eril olarak, yani biyolojik cinsiyetlerle doğarız ama toplumsal olarak kabul edilmiş cinsiyetlerle, kadın ve erkek olarak yaratılırız. Nasıl böyle yaratıldığımız konusu, Engels’in sözünü ettiği üretim tarzının ikinci yönüdür: ‘İnsanların kendilerinin üretimi, türün sürdürülmesi’ (Savran ve Tura, 143).
Hartmann, kadınla erkeğin evlilik çatısı altında ekonomik nedenlerle biraraya gelmesini cinsiyete dayalı katı iş bölümüne dayandırmaktadır. “Bilinen bütün toplumların paylaştığı bir toplumsal buluş olan cinsiyete dayalı katı iş bölümü, çok ayrı iki toplumsal cinsiyet ve kadınlarla erkeklerin ekonomik nedenlerle bir araya gelmeleri gerekliliğini yaratır. Böylelikle onların, cinsel gereksinimlerini heteroseksüel olarak karşılamaya yönelmelerine ve biyolojik yeniden-üretimi güvence altına almaya yardımcı olur” (Savran ve Tura, 143–144) Bu noktada, sorulması gereken soru, cinsiyete dayalı iş bölümü, kadını ne şekilde erkeğe bağımlı hale getirmektedir ve kadınların yaptıkları işlere düşük bir değer biçilmesinin nedeni nedir? Buna cevap olarak da, değer yargılarının ekonomik üretimle belirlendiğini; değişim değeri olan emeğin, kadının görünmeyen ev içi emeğine göre daha üstün tutulduğunu ve kadının ev içinde Engels’in de belirttiği gibi proleter rolünü oynadığını söyleyebiliriz. Engels’e göre, “Modern karı-koca ailesi, açık ya da gizli, kadının evrensel köleliği üzerine kurulmuştur; günümüzde aile içinde, erkek, burjuvadır, kadın, proletarya rolünü oynar.”(Engels, 70). Patriyarkanın, feodalizm, kapitalizm ve sosyalizm gibi başlıca üretim tarzlarından bağımsız olarak yapılandığı kabul edilse bile, yine de bu üretim tarzlarının ortaya çıkardığı değer yargılarından beslendiğini söyleyebiliriz. Örneğin, girişimcilik, rekabetçilik, başarı daha çok kapitalist üretim tarzıyla ilişkilendirilebilecek sıfatlar olmakla beraber, dişilden ziyade eril özellikleri çağrıştırmaktadırlar. Bu sıfatlar, içinde bulunduğumuz kapitalist düzende üstün görülen değerleri çağrıştırırlar. Bunların karşı kutbunda yer alabilecek olan ılımlılık, fedakârlık, merhamet, şefkat (anne şefkati!) gibi sıfatlar da dişil özellikler çağrıştırmaktadır.
Hartmann, patriyarkanın önemli kaynaklarından birisi olarak yeniden-üretime odaklanmıştır: “Ekonomik üretim (Maksistlerin tam da üretim tarzından kastettikleri şey) ve cinsiyet/toplumsal cinsiyet alanında insanların üretimi, her ikisi da Engels’e göre, belirli bir tarihsel dönemde ve belirli bir ülkede yaşayan insanların toplumsal örgütlenmelerini belirler. Öyleyse, toplumun bütünü, bu her iki türden üretim ve yeniden-üretime, insanlara ve şeylere bakılarak anlaşılabilir”(Savran ve Tura, 144).
Geleneksel Marksist kategoriler ve toplumsal cinsiyet kategorilerine dair karşılaştırmasında Hartmann, şu saptamayı yapmıştır: “Kapitalist gelişim bir işçi hiyerarşisi için yerler yaratır, ama geleneksel Marksist kategori bize hangi yerleri kimin dolduracağını söylemez. Toplumsal cinsiyete ve ırka dayalı hiyerarşiler boş yerleri kimin dolduracağını belirler. Patriyarka yalnızca hiyerarşik örgütlenme değildir, belirli insanların belirli yerleri doldurduğu hiyerarşidir”(Savran ve Tura, 145).
Hartmann, patriyarkayı, aile kurumu gibi herhangi tekil bir kuruma dayandırmayıp daha geniş bir tanım ortaya koymuştur: “…patriyarkayı, maddi bir temeli olan ve erkeklerin kadınlara egemen olmalarını sağlayan erkekler arası hiyerarşik ilişkiler ve erkek erkeğe dayanışmayı içeren bir toplumsal ilişkiler dizisi olarak tanımlıyoruz. Patriyarkanın maddi temeli, erkeklerin, kadınların emekgücü üzerindeki denetimidir. Bu denetim, kadınların ekonomik bakımdan gerekli üretken kaynaklara ulaşmalarını engelleyerek ve kadınların cinselliğini kısıtlayarak sağlanır”. Bunun devamında Hartmann, patriyarkanın en önemli öğelerini şöyle sıralamıştır: “Heteroseksüel evlilik (ve bunun sonucunda homofobi), çocuk yetiştirme ve ev işinin kadın işi olması, kadınların erkeklere ekonomik bağımlılığı (işgücü piyasasındaki düzenlemelerle güçlendirilmiştir), devlet, erkekler arasındaki toplumsal ilişkilere dayanan çok sayıda kurum-kulüpler, spor tesisleri, sendikalar, meslekler, üniversiteler, kiliseler, şirketler ve ordular”(Savran ve Tura, s.146). Bu söz konusu patriyarkal öğeler arasındaki ilişkileri ortaya koymak, patriyarkanın temel yapısının açımlanması için önemlidir.
Hartmann, patriyarka ve kapitalizm arasındaki ilişkiye de değinmiştir: “…patriyarka ile sermaye arasındaki ortaklığın kaçınılmaz olmadığı derhal görülür; erkeklerle kapitalistlerin çoğu zaman, özellikle kadınların emek gücünün kullanımı üzerinde, birbiriyle çatışan çıkarları vardır; işte bu çatışmanın kendini ortaya koyabileceği biçimlerden biri: erkeklerin büyük çoğunluğu evde kadınların kendilerine kişisel olarak hizmet etmelerini istiyor. Daha az sayıdaki kapitalist erkek, çok sayıda kadının (kendi kadınlarının değil) ücretli iş gücü piyasasında çalışmasını isteyebilir. Kadınların emekgücü üzerindeki bu çatışmanın gerilimlerini tarihsel olarak incelerken, sermayeyle patriyarka arasındaki ortaklığın temelini olduğu kadar, kapitalist toplumlardaki patriyarkal ilişkilerin maddi temelini de saptayabileceğiz” (Savran ve Tura, 147). Örneğin, 19. yüzyılda gündeme gelen aile ücretleri, patriyarkal ve kapitalist çıkarların, kadınların emek gücü konusundaki çatışmalarının çözümü olarak anlaşılabilir. Hartmann’ın da belirttiği gibi, “Erkeklerle kadınlara eşit ücret verilmesi için mücadele etmek yerine, erkek işçiler, karılarının evdeki hizmetlerini elde tutmayı tercih ederek aile ücreti talep ettiler”(Savran ve Tura, 149). Kapitalizm ve patriyarka arasındaki ilişkiye bir başka örnek de şu şekilde ortaya konmuştur: “Firestone’un, Frankfurt Okulunun ve başka pek çoklarının açıklamış oldukları gibi, aile, egemenliğin öğrenildiği yerdir. İtaatkâr çocuklar itaatkâr işçiler olur; kızlar ve oğlanlar her biri kendilerine uygun rolleri öğrenirler”(Savran ve Tura, 150). Patriyarka ve kapitalizm arasındaki ortaklığa ve birbirlerini karşılıklı beslediklerine dair yaklaşıma karşıt olarak başka düşünceler de ileri sürülmüştür: “Bugün sermayeyle patriyarka arasında ortaklık var olsa da, patriyarka uzun vadede kapitalizm için kabul edilemez olabilir; kapitalizm sonunda hem aile ilişkilerini hem de patriyarkayı yok edebilir. Bu iddia mantıksal olarak şöyle sürdürülür: kapitalist toplumsal ilişkiler (ki aile bunlara örnek değildir) evrenselleşmeye yatkındır; kadınların para kazanma yetenekleri giderek artacaktır ve aile içindeki tâbiyetlerine boyun eğmeyi giderek reddedeceklerdir; aile özellikle kadınlar ve çocuklar için ezici olduğundan, insanlar geçimlerini aile dışında sağlayabildiklerinde, aile çökecektir”(Savran ve Tura, 154). Ayrıca Hartmann, patriyarkanın geleceğinin ailenin ilişkilerinin geleceğine bağlı olmadığını; yani aile çöktüğünde patriyarkanın çökmeyebileceğini dile getirmiştir. Şöyle devam etmiştir: “Çünkü patriyarka, sermaye gibi, şaşırtıcı düzeyde esnek ve uyarlanabilir olabilir”(Savran ve Tura, 155). Aile üretim tarzı, kapitalizm dışındaki diğer üretim tarzlarının egemen olduğu toplumlarda da görüldüğüne göre, kapitalist üretim ilişkilerine bağımlı bir yapı değildir. Kapitalist ilişkiler evrenselleştikçe ve ultra-kapitalist çözüm yöntemleriyle kadının ev içi emeği işgücü piyasasında gittikçe daha çok satılır hale gelince patriyarkanın çöküşü gerçekleşebilir mi? Kadının ekonomik bağımlılığı aileden temelini alsa da, başka alanlara ve kurumlara da kadın-erkek arasındaki bu hiyerarşik ilişkinin sirayet ettiğini söyleyebiliriz. Kadının, erkeğe ekonomik bağımlılığının görünür hale gelmesi ve bu bağımlılık ilişkisini, ortaya çıktığı her alanda, kadınların biraraya gelerek kendileri için reddetmesi gerekmektedir.
Hartmann, patriyarka ve kapitalizm yapılarının bunca içeçe geçtiği bir toplumda yapılması gerekenin patriyarkanın mekanizmalarını yalıtmak olduğunu söylemiştir. Başlangıç olarak yapılması gerekenleri de şöyle sıralamıştır: “kadının emekgücünden kimin yararlandığına bakmak, patriyarkanın maddi temelini açığa çıkarmak, erkekler arasındaki hiyerarşi ve dayanışma mekanizmalarını araştırmak”(Savran ve Tura, 157).
Sonuç Olarak
Christine Delphy kadını, erkek tarafından emeğine el konulan ve ev içi emeğiyle değişim değeri üreten bir sınıf olarak tanımlamışlardır. Molyneux, Marxist üretim ilişkilerinin kadın-erkek ilişkisine uyarlanamayacağını, kadının ev içi emeğinin kapitalist üretim ilişkilerinde olduğu gibi bir değişim değerinin olamayacağını söyleyerek Delphy’nin tezi karşı çıkmıştır. Heidi Hartmann ise patriyarkayı tanımlarken sadece ev içini değil; kamusal alanları da, erkek dayanışmasının pekiştirildiği devleti, orduyu, spor kulüplerini, sendikaları da göz önünde bulundurmuştur. Patriyarkanın ve kapitalizmin çıkarlarının, çoğu zaman kesiştiğini belirtmiş olsa da patriyarkanın feodalizm, kapitalizm ve sosyalizm gibi başat üretim tarzlarından ayrı bir yapı oluşturduğunu ve kökeninin kadın-erkek arasında cinsiyete dayalı katı iş bölümünün oluştuğu dönemlere dayandığını dile getirmiştir. Christine Delphy’nin tezi, kadının emeğini görünür kılma ve maddi temellere oturtma çabası olarak önemlidir. Molyneux’un dediğine katılıp kadının ev içi emeğinin ve yeniden üretiminin artı-değer üretmediğini kabul etsek bile ortada çok aşikâr bir gerçeklik vardır ki, bu da erkeğin, kadının ev içinde karşılıksız olarak-ya da Ayşe Düzkan’ın deyişiyle karın tokluğuna- sunduğu hizmetlerden yararlandığıdır. Bu hizmetlerden çoğunlukla kapitalizm de karlı çıkmaktadır. İşgücü piyasasında düşük ücretlerle sömürülen kadın emeği, ev içinde de karşılıksız olarak sömürülmektedir. Christine Delphy, kadının bu şekilde sömürülmesinde temel kaynağın aile kurumu olduğunu dile getirmiştir. Bu noktada, aile yapısının ilk ortaya çıkış koşulları göz önünde bulundurulmalıdır. Tabii bu yapının tarih boyunca sabit bir yapıyı muhafaza ettiğini iddia etmek zordur. Hartmann’ın da ortaya koyduğu gibi cinsiyete dayalı katı işbölümü şekillenmeye başladıktan sonra kadın ve erkek ekonomik sebeplerle biraraya gelmiş olabilir; bu aynı zamanda heteroseksist bir yapıyı da beraberinde getirmiştir. Bu varsayım, kesin bir şekilde, kadın-erkek arasındaki hiyerarşik yapının doğal olduğu; kadın ve erkeğin biyolojik özelliklerinin bu yapıyı kaçınılmaz olarak beraberinde getirdiği sonucunu doğurmaz. Kadın ve erkek işlerine atfedilen değerlerin, zamanla bu söz konusu hiyerarşinin doğmasına neden olduğu iddia edilebilir. Yani, bugün kadının yaptığı her türlü işe, erkeğin yaptığı işlerden daha çok değer biçilebilirdi. Aile yapısı, bu hiyerarşiyi daha da keskinleştirmiş bir kurumdur; yani Delphy’ye katılmayıp aile kurumunun, kadın-erkek arasındaki eşitsizliğin esas nedeni olduğunu düşünmesek bile, bugün esas aracı olduğu yadsınamaz bir gerçekliktir. Hartmann, patriyarkayı, erkek egemenliğini pekiştiren her türlü alanı, kurumu göz önünde bulundurarak tanımlamıştır. Bu noktada da, ailedeki maddi eşitsizliğin ve bununla beraber ortaya çıkan ideolojik alandaki eşitsizliğin diğer alanlara yayıldığı ve bu alanlarda da farklı yollarla pekiştirildiği iddia edilebilir. Örneğin, aile içinde erkeğin cesaretli, her türlü güçlüğe göğüs gerebilen, “ağlamayan” olduğunu öğrenen bir erkek, okulda, arkadaşları arasında, orduda, iş yerinde bu özelliklerini daha da pekiştirebilecektir. Sonuç olarak, patriyarkanın net bir şekilde ve somut temellere dayanarak tanımını yapmak; fakat sosyal, ekonomik, siyasal alanlar gibi diğer alanlardan yalıtılmış olarak değil, bütün bu alanlarla ilişkisi içinde ele almak gerekmektedir.
Kaynakça:
ENGELS, Friedrich. Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni. Çeviren: Kenan Somer. Onuncu Baskı. Ankara: Sol Yayınları, 1992.
SAVRAN, Gülnur ve Nesrin TURA. Der. Kadının Görünmeyen Emeği: Maddeci Bir Feminizm Üzerine. İstanbul: Kardelen Yayınları, 1992.
Yorumlar