‘’İyi olan yaşıyorum, kötü olan yaşıyorum’’… Bu sözler 14 yaşında bir çocuğa ait. Kendisine “nasılsın” dediğimizde iyi olan ve kötü olan şeyleri ayırarak cevap verdi. Bunu yaratansa sadece deprem değildi. Bir çadır kentin, evsizliğin, görünmemenin kendisiydi.
Aklımda o kadar çok şey var ki ne anlatsam yetersiz ama anlatmazsam da bununla baş edemem. Yeniden delirmedik ya da delirdik mi sorusunu örgütlülüğümün çoğu döneminde sormuşumdur. Antakya’da geçirdiğim 15 günde neden delirmediğimin cevabını bulmuş olmak hem beni rahatlattı hem de üstüme koca bir yük bıraktı. Hatay’a giderken yol boyu memleketimi o halde görünce ne hissedeceğimi düşündüm. İlk İskenderun’a girdiğimizde çocukluğumun geçtiği yerleri gördüğümde gözlerim dolmaya başladı. Daha erken bunun için diyerek kendimi sakinleştirdim. Antakya’ya vardığımda ise her zaman ait olduğum tek yerde olmanın güveni ile rahatladım. Benim gibi memur çocuğu iseniz bir yere ait olmak çok zordur çünkü sürekli tayininiz çıkar ve gezersiniz ne şehirlere ne de insanlara ait olursunuz. Ama ben bir yere aidiyet hissediyordum, o da şimdi depremle yerle bir oldu. Sadece benim değil binlerce insanın geçmişi yerle bir oldu. Hepimiz bazen geçmişimizden kurtulmak isteriz ama sanırım hiçbirimiz bu şekilde olmasını istemezdik.
Antakya insanı çok güzel insandır, tanımıyorsanız kesinlikle tanımanızı tavsiye ederim. Her temas ettiğimiz insanda biraz daha hüzün ama biraz daha neşe sahibi olduk. Tabii kadın dayanışmasının en güzel hissiyatı da deprem bölgesinde kadınlar sayesinde hissediliyordu. Belki de delirmemenin bir yolu da kadınlardı.
Hiçbir yere gitmiyoruz!
Bir sürü kadın ihtiyaçları doğrultusunda bulunduğumuz alana gelerek isimlerini yazdırırken aslında sadece bir ihtiyaca değil; sohbete, anlatmaya, dinlenmeye ihtiyaç duydukları da ortadaydı. Her temasta başka bir acı başka bir umut yeniden doğuyordu. O yüzden belki de Filiz abla ‘’Siz gideceksiniz biz kalacağız’’ dediğinde tüm arkadaşlarımın aynı cevabı vereceğinin güveni ile ‘’Hiçbir yere gitmiyoruz, bu şehri yeniden kuracağız’’ diyebildim. Memleketim olduğunu bildiğim bir güvenle değil inandığım her şeyin verdiği bir güvenle bu cümleyi kurabildim.
İlk bir hafta umutla kalmaya devam ettiğim Antakya’da bir haftanın sonunda çöküntü ile geri döneceğimi de bilmiyordum. AFAD kamplarına gönüllü drama eğitmeni olarak gittiğimde oradaki koşulları gördüğümde hep bir öfke doluyordum, ta ki 13 Mart Pazartesi gününe kadar. O gün mülteciler kamplardan toplanarak Reyhanlı’da yeni kurulacak kamplara gönderilmeye başlanmıştı. Savaştan kaçan bir halkı yeniden sınıra; ÖSO’nun, IŞID’ın sınırı rahatlıkla geçtiği, can güvenlikleri olmayan bir yere göndermek hangi deprem politikasıydı? Sanki bir toplama kampının içine girmiştim, insanlar bir bölgede toplanmış, isimlerini yazdıranlar sıra ile otobüslere bindiriliyor, dolan otobüsler ise bilinmeyene doğru yol alıyordu. Kendimi kaptırmış izlerken bir bebek sesi ile sağıma döndüğümde genç bir kızın kucağında bir bebeğin ağladığını gördüm. Nedenini sorduğumda acıktığını söyledi. Neden süt verilmediğini sorduğumda ise vermediklerini söyledi. Çocuklar korku ile bir kenarda dururken yanlarında bekleyen askerlerden saklanıyorlardı, her otobüse binenin arkasından ise ‘’Defolun gidin, sizi istemiyoruz’’ diye bağırılıyordu. Kendimi kamptan dışarı attığımda daha fazla derse devam edemeyeceğimi fark ettim çünkü bu suça ortak olamazdım.
Kamptan dışarı çıktığımda yol boyu düşündüğüm tek şey vardı: neden istenmiyorlar? Ama sadece onlar değil, bizler de istenmiyorduk bu memlekette. Hangimiz Suruç’u, Ankara’yı, Cizre’yi unuttuk ki? Hangimizin omuzlarındaki bu yük kalktı ki… Bizi istemeyenler tarafından kaç kere katledildik. Depremde bile kaç insan göz göre göre öldü? Hala kaç enkazın altında cenaze var? Neden hala çıkarılmadılar? Bu soruların hepsinin yanıtını bildiğimiz halde her seferinde sormaktan da vazgeçemiyoruz. Vazgeçersek sanki her şey normalleşecek, mücadele ettiğimiz iktidarın kendisi belki de daha normale dönecek gibi.
Normale dönebilir miyiz?
Hiç dönemedik sanırım normale. Depremden önce de sonra da dönmedik. Fakat sanki depremden sonra bir şey koptu mu? Bilmiyorum beraber göreceğiz muhtemel ama orada gördüklerim beynimin bir yerinden hiç gitmiyor. Çadırımıza gelip bizden ihtiyaçlarını isteyen ablanın ‘’Bizi dilenci yaptılar’’ diyerek ağlaması nasıl unutulur ki? Bir anda düşünsenize bir gecede her şeyiniz gitti. Eviniz, aileniz, emeğiniz, geçmişiniz, geleceğiniz… Bir gecede artık yardım isteyecek noktaya geldiniz. Peki biz mi geldik? Hayır bunu kabul etmiyorum. Biz gelmedik bizi bu noktaya getiren bu devlet, bizi göz göre göre ölüme bırakan devlet bizleri buna muhtaç etti. İnsanlar hala enkaz altındaki ölülerini bekliyor. Bu memlekette hani ölü kutsaldı, hani ölüye saygı vardı. Yokmuş, bunlar kuru ajitasyondan başka bir şey değilmiş. Enkaz altında hala kaç insan var bilmiyorum ama yüzlerce insanın sadece bir mezar için ölülerini beklediğini biliyorum. Şehirde dolanırken bile bir süre sonra enkazın içinde dolanmaya alışıyorsun. Sanki normal buymuş gibi, sanki hep öyleymiş gibi canım memleketim. Ama öyle değildi bunun da normalleşmemesi gerekti. Belki de İstanbul’a döndüğümde o yüzden hala şehri, insanları algılayamıyorum, belki de o yüzden bir boşlukta süzülüyor gibiyim.
Kurulmalı elbette yeniden her yer yeniden var olmalı ama aynı şekilde değil. Değişmeli de aynı zamanda çünkü bu iktidar gitmediği sürece kalanlar için de kurulan şey değişmeyecek. Düşünsenize bu ülkenin Cumhurbaşkanı bir hastane ‘’temeli’’ atarken ‘’Bakın çimento, çakıl taşı değil’’ diye konuşmaya yapıyor. Düşünemediniz değil mi? Düşünmenize gerek yok videosunu izlersiniz. Belki de hala AKP’nin yaptıklarına ‘’Bu kadar da olmaz’’ diyebiliyoruz. Çünkü biz normalleşmiyoruz, affetmiyoruz, helalleşmiyoruz.
Bu zihniyeti, bu iktidarı göndermeden ne ölülerimiz huzur içinde yatar ne de biz yeniden kurulurken umutla var olabiliriz. Ben memleketimin yeniden kurulacağını biliyorum, kaybettiğim onca kişinin anısının yaşayacağını biliyorum. Gidenlere kalanlara bir borcum olduğunu biliyorum. Normalleşemiyorum!
14 yaşındaki bir çocuğun ‘’İyi olan yaşıyorum, kötü olan yaşıyorum’’ lafını nasıl normalleştirebilirdik? Bir çocuğun hayata dair bu kadar hızlı büyümesi nasıl olağanlaşabilirdi? Belki de kendimiz için değil yapacaklarımız, çocuklar içindir. Yeni kurulacak bir ülkede daha umutlu, daha güvenli yaşasınlar diyedir. Çünkü en çok onların hakkı. Bu memleketin her bir yerine bahar gelmeli ve mutlu yaşamalılar. O yüzden belki de hiç olmadığı kadar önemlidir şimdi mücadele etmek. Çünkü biz iyi veya kötü olarak yaşamak istemiyoruz. Her uyandığımızda umutla, iyi ki yaşıyoruz demek için mücadeleyi sürdürüyoruz. Çünkü biliyoruz ki yeniden açacak nar çiçekleri ve yeniden iyi ki yaşıyoruz diyebileceğiz.