Ben hiç unutmayacağım şahit olduklarımı, kimse de unutmasın bu halka yapılanları. Hayat olağan akışında ilerlemesin, normal olanın karşılığı tüm bunların hesabını sormak olsun mesela. Nefes almanın bile politik bir karşılığı varken aldığımız nefesin garantörü yine birbirimiz olalım. Acıda da birleşelim, hüzünde de ama en çok öfkede birleşelim
Hatay’a dair söylenecek çok şey var. Anlatmadan olmaz. Orada yaşananları kendimize saklamaya kalksak hem taşıması çok ağır hem de duysun cümle alem her şeyi, susacak zaman mı?
Süslü cümleler kurmaya çalışmayacağım; dramatik sözler, şiirsel ifadeler falan… Gerçekler zaten yeterince çarpıcı.
Depremin ilk haftası Antep Islahiye’de gönüllü olarak arama kurtarma çalışmalarına katıldıktan bir zaman sonra Kadın Savunma Ağı gönüllüsü olarak Hatay’a, Sevgi Parkı’na gittim. Asi Nehri’nin kıyısında olan parkta beklediğimden farklı bir hava vardı. Elbette insanların acısını paylaşıp yasına ortak olmaya çalışıyorduk ama bir yandan da birbirimizin yüzünü gülümsetecek şeyler de buluyorduk. Mesela kadınlardan Arapça bir şeyler kapıp birbirimizi sabah’ul heyr, sabah’ul nur diye uyandırıyorduk, hoşlarına gidiyordu tabii.
Gündüz, gönüllülerden gelen ihtiyaç malzemelerini kadınlara ve çocuklara ulaştırıyorduk. Birçoğu “Aslında durumumuz kötü de değildi, böyle dilenci gibi bir şeyler istemek zorumuza gidiyor” diyorlardı, mahcup bir şekilde.
Kimisi birkaç kere geliyordu eşya almaya, doğal olarak “istifliyor bu” diye yorumlar da geliyordu etraftan. Ama hiç malzeme gelmeyen bir yerde, “yarın bu gönüllüler de gelmeyi keserse ne yapalım” düşüncesi insana istifletir de çaldırır da. Ayıp mı? Suç mu? Zerre kadar değil.
Akşamları soba başında Antakya kahvesi eşliğinde -ki olmazsa olmazdır- sohbet ediyorduk.
Bu sırada artçı depremler durmadan devam ediyor, yerli halk doğalında bir deprem uzmanı gibi her sallantıda “Bu en fazla 3.8’dir” diyerek tahminlerde bulunuyordu. Çok üzücü ama biliyorlardı da.
Bölgeye gidenler bilir. Sevgi Parkı’nın Antakya’ya doğru az ilerisinde Atatürk parkı var. Antakya’yı görme niyetiyle çıktığımız yolun dönüşünde Atatürk parkından geçtik. Parkın girişinde birkaç gerici vakfın stantları vardı. Hemen devamında da maksimum 20-30 çadırın olduğu aileler… Çadırların çoğu Kızılay çadırıydı. İlk orda gördüm mesela Kızılay çadırlarını, başka da görmedim. Neyse parkta sessizlik hâkim. Kimse birbiriyle konuşmuyor. Üzüntü ve çaresizlik duygusu çok baskın. Muhtemelen iyi kötü ihtiyaçları da karşılanıyor ama bariz bir fark var. İlerleyip Sevgi Parkı’na geldikçe hareketlilik ve insan sesleri artıyor, gerçek anlamda cıvıltılar yükseliyor parktan. Yaşam belirtilerini hissedince iki park arasındaki farkı yorumlamak zor olmadı; bir yandan taraflardan birini edilgen hale getirirken diğer tarafı yücelten ve teolojik bir referansı olan yardım kültürü var. Diğer tarafta ise paylaşım, eşitler arası bir ilişkiye dönüşüyor, var olmanın bir parçası haline getiriyor insanı.
Sevgi Parkı’nın apar topar dağıtılmasının sebebi de bu dayanışma ortamıydı kuşkusuz. Öyle büyük politik analizlere gerek yok. İhtiyaç malzemesi almaya gelen bir kadının söyledikleri özetliyordu durumu; burası Gezi’ye benziyor… Üzerine başkaca söylenecek bir şey yok. Kimse inanmıyordu çünkü valinin halk sağlığını düşündüğüne.
Park dağıtılırken bir kısım kadın başka bir ile taşındığı için ağlayarak uğurladık onları, birkaçı bizimle birlikte geldi. “Siz nereye biz oraya” dediler, çok sevindik. Çünkü kurduğumuz ilişkiler öyle yavan değildi, birbirimize iyi gelmiştik.
Bir ablamız var kulakları çınlasın çünkü onun seni de bizim hep kulaklarımızda, “hanfendiler” diyerek gelirdi. Öyle bir melodiyle söylerdi ki her söylediğinde biz kıkırdamaya başlardık.
“Bu erkekler canavar yahu” deyip dururdu. Tabii biz yine kıkırdardık 🙂
İstanbul’dan arabalarına ihtiyaç malzemesi yükleyip gelen iki arkadaşımla Samandağ’a gitme fırsatım oldu. O yıkıntıları tarif etmek çok zor. Biraz sohbet imkânı bulduğumuz herkes “devlet buraya hiç uğramadı” lafını etmeden bitirmiyordu cümlesini. Yol tarifi için durduğumuz az hasarlı, tek katlı bir kafeden çıkan kadın, gelin bir kahvemizi için deyince dönüşte aklımız orda kaldı, uğrayalım dedik. Eşi ve kendisi dışında iki yaşlı amca vardı. Hiç unutmayacağım Samandağlı o amcayı. Sözleri tokat gibi çarpıyordu yüzümüze; buranın etnik kimliğinden dolayı uğramadılar hiç, hep gönüllü olanlar geldi buraya. Ben torunlarımı bile kendi ellerimle kazarak çıkardım enkazdan. Devlet bize üvey evlat muamelesi yaptı. Alevilerin toplumsal hafızalarında devlet için neyi ifade ettikleri en iyimser haliyle bu: üvey evlat! Daha üstüne çok şey söylenir de, neyse…
Yine kafenin sahibi kadının eşi 6 Şubat gecesini, “O gece çok dolu yağıyordu, evlerinden çıkan buraya sığındı. Kafede de bütün bardaklar kırılmış. Bardak bulmaya çıktım su vereyim insanlara diye. Sonra bir marketten karton bardak bulup aldım derken polis kesti önümü, yağmacıymışım ben. Yahu yağmacı olsam karton bardak mı çalarım” diye anlatıyordu. Dövmüşler adamı, devletimiz gücünü halktan başka nerde sınayacak yoksa. Soruşturma da başlatmışlar, alacaklar bunu içeri diyordu eşi. Düşünün ki koca bir yıkıntının içinden sağ salim çıkmak bile kursağınızda kalıyor. Devletin -seni içeri alırım- tehdidi bir sopa olarak başınızda duruyor. Ama zerre de korkmuyordu ha. Daha ne gelecek başınıza diyerek kaburgalarındaki ağrılar için hastanenin yolunu tuttu.
Tüm bunları düşünerek Hatay’dan ayrılmak çok zor geldi bana. Ben hiç unutmayacağım şahit olduklarımı, kimse de unutmasın bu halka yapılanları. Hayat olağan akışında ilerlemesin, normal olanın karşılığı tüm bunların hesabını sormak olsun mesela. Nefes almanın bile politik bir karşılığı varken aldığımız nefesin garantörü yine birbirimiz olalım. Acıda da birleşelim, hüzünde de ama en çok öfkede birleşelim.
Yüksek perdeden dönen siyaset, ortamı iyice kızıştırırken depremi, yıkılan kentleri, kaybettiğimiz binlerce insanı gündemine almadan bu süreci geçireceğini sananların karşılarına dikilip hatırlatmaktan da geri durmayalım.