Yaşlandıkça daha çok merak ediyorum, bunca tutkulu, yetenekli insanla dolu bir dünyada nasıl oluyor da en rüşvetçi, yozlaşmış, ölü ruhlu erkek ve kadı
Yaşlandıkça daha çok merak ediyorum, bunca tutkulu, yetenekli insanla dolu bir dünyada nasıl oluyor da en rüşvetçi, yozlaşmış, ölü ruhlu erkek ve kadının eline kalıyoruz? Hepimiz mi zorbaların ve sadistlerin karşısında dik duramayacak kadar fazla iyi niyetli, fazla kibar, fazla nazik tipleriz?
Nasıl oldu da, mesela, Donald Trump’ı durdurmak mümkün olmadı? Politik çıkarlarını savunacağını düşünen Cumhuriyetçiler’in bile, Twitter hesabını veya nükleere atıflarını gördüklerinde ona herhangi bir konuda yetki vermenin nasıl korkunç bir fikir olacağını görebilmeleri gerekirdi. Neden gizlice falan organize olup seçimi kazanmak şöyle dursun, aday olmasına engel olmadılar?
Bu kısa makalede, “toplumsallaşma” konusuna – bu arada, üzerimizdeki baskıyı kabullenmeye ve yaygara koparmamaya kurnaz ve pek de kurnaz olmayan yollardan nasıl yönlendirildiğimize, değinmek istiyorum.
Bu durumu analiz etmeyi bize en iyi feminizm öğretir, nitekim tarihsel olarak baktığımızda bu arabuluculuk rolü, anlaşmazlıkları çözme, pohpohlama ve boyun eğme görevleri öğretile gelmiş olanlar, kadınlardır. Kendilerine biçilen rolü reddeden kadınlar yok değil, ancak onlar da çoğunlukla bunun bedelini ödemek zorunda bırakılıyor. Eğitimin bu en mahrem ve sinsi biçimi için insan en iyi ne düşünebilir ki?
Kadın özgürleşmesi: bitmeyen bir devrim
Juliet Mitchell, 1966’da, Birleşik Krallık’ta doruk noktasına ulaşan ikinci dalga feminizm üzerine, ‘kadınların özgürleşmesinin ancak parçası oldukları dört yapının – Üretim, Yeniden üretim, Cinsellik ve Toplumsallaşma – tamamının dönüşümü tamamlandığında başarılmış olacağını tartıştığı ‘Kadınlar: En Uzun Devrim’i kaleme aldı.
Mitchell bunun ancak kadınların ekonomik, sosyal, cinsel ve politik koşullarının bir arada sömürü ve baskıdan kurtulmasıyla sağlanabileceğini savunur. Peki, üretim, yeniden üretim, cinsellik ve toplumsallaşma süreçleri nasıl örtüşür ve iç içe geçebilir? Bütün bunlar farklı ekonomik ve etnik kökenlerden kadınlarca nasıl benzer ve farklı şekillerde tecrübe edile geldi?
Kadınların, çoğunlukla erkeklerden daha az ücretlerle ve daha kötü çalışma koşullarıyla iş gücüne nasıl katıldıklarını ve kapitalizmin kadının ücretli emeğine (üretim) ve toplumsal alanın yeniden üretimine (yeni insancıkların dünyaya getirilmesinden, bakım emeğine, beslenme, giyinme, eğitim ve iş gücü emeğini pazarlama olanaklarına kadar) nasıl da bağlı olduğunu enine boyuna düşünebiliyor olmamız gerekiyor.
Her ne kadar erkeğin arzuları ve hak sahipliği kadınların hayatlarında son derece yıkıcı izler bırakmaya devam ediyor olsa da, cinsellik meselesi, özellikle de eşcinsel ilişkilerin geniş ölçekte kabul edilmesi, 1960’ların ortalarından beri pek çok açıdan bir başarı öyküsüne dönüşmüş durumda. Mitchell’in öne sürdüğü yapılardan hiçbiri tamamen dönüştürülmüş değildir: Feminist karşı-gücün halen daha gidecek çok yolu var – işin aslı, bu ‘en uzun’ devrimdir.
Özellikle, bakım kategorisinin merkezi politikamız haline gelmesi gerekir. Otomasyonun olanaklarını ve geleceğini tartışırken, 2011 yılında ILO’nun ‘Ev İşçilerinin İnsani Çalışma Koşulları Toplantısı’nda ortaya koyduğu şu noktayı göz ardı edemeyiz:
… ev işçiliği hak ettiği değeri görmemeye ve görünmez olmaya devam etmekle beraber, bu işler büyük bölümü göçmen ya da dezavantajlı topluluklara mensup olan, istihdam ve çalışma koşullarında ayrımcılığa ve türlü insan hakları ihlallerine uğrayan kadın ve genç kızlar tarafından yapılıyor…
Otomasyon tartışmalarının yanı sıra, bakım emeğinin cinsiyetlendirilmiş ve ırksallaştırılmış tarihini görmeli, insan yaşamının devamlılığını temin eden (ücretli ve ücretsiz) tüm iş gücünün (hem sosyal ve hem de ekonomik olarak) yeniden değerlendirilmesine çalışmalıyız.
Yeni feminist militanlık
Sahiplendiğimiz bakış açıları arasında tek olmasa da, önemli ve özgün açılardan feminizmin önümüze dünyanın gerçekliklerini anlamamız için pek çok olanak tanıdığını düşünüyorum. Geçtiğimiz birkaç yıl bize şunu gösterdi; –kadın düşmanlığı kültürel, sosyal ve politik hayatlarının bir yapıtaşı olan– erkekler hayatı öylesine kötüleştirmiş, tekelleştirmiş durumda ki, kadınlar hakları kuşatma altında olduğunda kalkıp mücadele etmeye başlayacaklardır.
2015 yılında, Arjantin, Bolivya, Brezilya, Şili, El Salvador, Meksika, Peru, Uruguay ve diğer Latin Amerika ülkelerinde, kadınlara yönelik cinsel şiddete karşı onlarca yıldır devam eden feminist örgütlenme çalışmalarının sonucunda başlayan kadın cinayetlerine karşı #NiUnoMenos (‘bir kişi daha eksilmeyeceğiz’) hareketi sokaklara tekrar tekrar çıktı.
Ocak 2017’de, tüm dünyada neredeyse 700 farklı noktada gerçekleşen eylemler, kadınlara cinsel istismarda bulunduğunu açıkça itiraf eden birinin Amerikan başkanı olarak seçilmesinin yarattığı dehşet ve kadınların kazanılmış haklarının ellerinden alınması korkudan olduğu kadar, #NiUnoMenos hareketinden de ilham alarak büyüdü. Özellikle 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde ve farklı tarihlerde gerçekleşen kadın grevleri, kadınların ücretli ve ücretsiz emeğinin sömürülmesi kadar, üzerlerindeki toplumsal baskının da ekonomik ve sosyal boyutlarını ortaya koymuş gibi görünüyor.
Tüm dünyada sokaklarda yeni bir feminist militanlığın izleri görülüyor. #metoo (‘ben de’) hareketi zaten bildiğimiz bir gerçeği açıkça dile getirmeye başladı, nitekim şüphesiz ki durumlar değişiyor ve değişmeye devam edecek (unutmadan belirtmek gerekir, ilk taşı Amerikalı aktivist Tarana Burke, cinsel saldırı ve istismarı tartışırken atmıştı).
Tarihsel olarak, feminizmin kendi başlangıç noktalarını ve varsayımlarını gözden geçirmesi gerekir – örneğin sınıf ve cinsellik arasında bağlantıyı nasıl ele alacağız? Feminizmin ‘dalgaları’ haritanın batısında nasıl gelişti ve haritanın ötesinde dünyanın diğer coğrafyalarındaki kadın mücadelelerini nasıl geliştirdi? Kadın özgürlük mücadelesi sosyalist hareketle nasıl ilişki kuruyor? Beyaz olmayan kadınlar toplumsal ırkçılığın yanı sıra, feminist hareket içerisinde nasıl bir baskıyla karşılaşıyor?
Sister Outsider dergisi yazarı Claire Heuchan’ın geçtiğimiz günlerde ırkçılık ve feminizm ilişkisi üzerine belirttiği gibi:
Beyaz olmayan erkeklik ve beyaz kadınlık arasında sıkışmış olmak, tıpkı bir kaya ile duvar arasında sıkışmaya benziyor – beyaz olmayan kadınlar hayattan bize düşen kadın-düşmanlığı veya ırkçılık payını ve ait olduğumuz gruba dair bağımsızlık politikasını kabul etmeye teşvik edilmiş durumda. Beyaz olmayan erkeklerin bize yönelttikleri kadın düşmanlığının beyaz ırkçılığın beyaz olmayan kadınlara verdikleri zararın yanında neredeyse bir hiç sayıldığını temin etmesi zor olmuyor. Beyaz kadınlar, ataerki tehdidi ile kıyaslandığında ırkçılığın daha önemsiz bir mesele olduğu iddiasına kendilerini fena kaptırmış durumdalar.
Özellikle sanal ortamda ‘kesişimsellik’ çok yönlü toplumsal baskının iç içe geçmesini açıklama girişiminin oldukça popüler bir yolu haline gelmiş durumda – Amerikalı hukukçu ve akademisyen Kimberlé Williams Crenshaw’ın çalışmasında belirttiği gibi, şayet ırkçılık ve cinsiyetçiliği anlamak gibi bir çabamız olacaksa, bu ikisi olgunun iç içe geçmiş ve eş zamanlı olduğunu anlamamız gerekir:
Kadınların deneyimlerini politize etme odaklı feminist çabalar ile, beyaz olmayanların deneyimlerini politize etmeye çalışan ırkçılık karşıtı çabalar sıklıkla karşımıza eğildikleri mesele ve deneyimleri karşılıklı olarak dışlayan yaklaşımlarmış gibi çıkar. Cinsiyetçilik ve ırkçılık her ne kadar gerçek insanların hayatlarında hâlihazırda iç içe geçmiş olsa da, feminist ve ırkçılık karşıtı pratiklerin önünü nadiren keserler. Dolayısıyla, bu pratikler kimliği ya kadın ya da beyaz olmayan olarak açıklamaya çalıştığında, beyaz olmayan kadının kimliğini söylemin kapsamından dışlamış olurlar.
İnterneti, ‘kesişimsellik’ gibi kavramların popülerleştirmesini sağlamanın yanı sıra, feminist aktivizmin örgütlenmesini sağlamasıyla da, feminist bilincin gelişmesine yardımcı olan ilginç bir gereç olarak kabul etmemiz gerekir. Pek çoğumuzun deneyimlediği gibi, internet aynı zamanda öfke, anlaşmazlık, düşmanlık ve samimiyetsizliğin de kaynağı olabilmekte. Gerçek veya sanal ortamda, kendi içimizdeki ve başkalarındaki saldırganlığın farkına varmak, sonu olmayan bir uğraş.
Black Lives Matter’ın (Siyah Hayatları Değerlidir) tanımladığı ırkçı şiddetin, tüm karmaşıklığıyla cinsiyetçi şiddet ile ortaklıklarına odaklanma çabası oldukça yaygınlaşmış durumda. Ancak, beyazlar ırkçılığın yaşamın sosyal, ekonomik ve politik tüm alanlarına yerleşmesindeki rollerini kavramadıkları sürece değişen hiçbir şey olmayacak.
Bağlantıları kurmak: feminizm, sosyalizasyon ve kayıp
Burada, feminizmi ırkçılık karşıtı ve tüm baskı karşıtı mücadelelerden ayırmadan düşünmenin önemini unutmadan, Mitchell’in sözünü ettiği dört aşamalı yapının bir kolu (toplumsallaşma) ve adına yaraşır bir kadın özgürlük hareketi planı konusuna odaklanmak istiyorum (hatırlayalım: üretim, yeniden üretim, cinsellik ve toplumsallaşma). Mitchell’in makalesi, her ne kadar yayınlanalı yarım yüzyıldan fazla geçmişse de, 21. yüzyılda feminizmin karşısına çıkan tema ve zorlukları net bir şekilde o ortaya koyan bir çalışma olmaya devam ediyor.
Peki, toplumsallaşma bugün ne ifade ediyor? Feminizmle ve küresel yürüyüşlerde, grevlerde ve protestolarda “feminist karşı güç” olarak tanımlayabileceğimiz şeyle ilişkisi nedir?
Ebeveyn ve öğretmenler için önemli bir endişe kaynağı oluşturan kız ve erkek çocukların toplumsallaşması, reklamların istilacı yapısı, toplumsal cinsiyet stereotipleri, ‘güzel’ insan imgeleri ve cinsiyet temelinde belirli rol ve normların onaylanması için kurulan toplumsal baskılarla birlikte daha da zorlaştırılır.
80’lerde büyümüş ve ergenliği 90’larda geçmiş biri olarak, toplumsal cinsiyet rollerine ve cinsiyet stereotiplerine uygun olmaya yönelik baskının böylesine katlanarak yükselmiş olması beni çok etkiliyor. Çocukluğumdan hatırladığım ‘pembe’ eşya çok azdır, her ne kadar bebekler ve oyuncak mutfak setleri olsa da, bunlar yerine daha ilgi çekici oyuncaklar ve kitaplarla ilgilenmeyi tercih etmek şimdi olduğundan çok daha kabul edilebilir tercihlerdi.
‘Toplumsal cinsiyet’, cinsiyet stereotiplerini utanmazca pazarlayarak kâr eden pazarın bir sonucudur diyebiliriz. Elbette, bir açıdan böyle olmak zorunda. Ancak bence yitirdiğimiz bir şey var ve yitirdiğimiz ya da yitirmekte olduğumuz şey aslında ‘ikinci dalga’nın en büyük başarılarından biri olan feminist zaferin ta kendisi.
İkinci dalga feminizm, toplumsal cinsiyetin eril ve dişi olarak cinsiyetlendirilmiş bedenler üzerine nasıl dayatıldığını tartışarak, biyolojik cinsiyetin toplumsal cinsiyeti belirlediği fikrinin kırılmasını mümkün kıldı. Diğer bir deyişle, biyoloji verili bir gerçeklik olmakla birlikte, bedenlere atfedilmiş ‘eril’ ve ‘dişil’ beklenti ve emrivakiler tamamıyla toplumsaldır ve değiştirilebilir. Kız ve erkek çocuklar her şeyi beğenebilir, ne isterlerse giyebilir ve canları ne oynamak isterse oynayabilirler.
Bu düşünce, kızların dekoratif, itaatkâr vs. olmayı, erkeklerin de saldırgan ve baskıcı olmayı reddedebileceğini önermesi açısından açıkça devrimcidir. Bu da prensipte, kız ve erkek çocuklar büyüdüklerinde diledikleri mesleği seçebilecekleri, sevdikleri hobiler edinebilecekleri, istedikleri gibi olabilecekleri anlamına gelir.
Bu feminist yaklaşımın genel kanı ve pratiğe dönüşecek şekilde indirgenmesi, onu feminist karşı-gücün kilit bir örneği ve toplumsal cinsiyet stereotiplerinden kurtulma yolunda gerçek bir kırılma noktası haline geldiğini gösterir.
Toplumsallaşma, aşılması son derece zor bir eşik olsa da, her feminist zafer için, son birkaç yıldır tanık olduğumuz üzere, muazzam bir direnç vardır; örneğin, toplumsal cinsiyet stereotiplerinin baskısını her fırsatta üzerimizde hissetmemiz gibi.
Bunu fark etmek biraz can sıkıcı olsa da, kadınlar sosyalleşme sürecinde erkeklerin duygularını incitmemeye ve zor durumları kolaylaştırmaya özen gösteriyorlar, bu da #metoo hareketiyle erkeklerin uyguladığı tacizlerin ortaya çıkmasını geciktiriyor. ‘Zor kadın’ olarak gözükmeme çabası genç kızlar ve kadınların tacize karşı harekete geçmelerini zorlaştırıyor.
Benzer şekilde, erkeklerin de istenmedikleri halde kadınların ilgisini çekme çabaları erilliğin az çok yaygın boyutlarından birini oluşturuyor. Bu toplumsal cinsiyet normlarını kırmayı başaran kadın ve erkekler ise sıklıkla dışlanma, tehdit ve şiddetle cezalandırılıyorlar. Yine de cinsiyetsiz ilgi alanları, hobiler ve meslekler açısından baktığımızda ‘eril’ kadınlar ve ‘dişil’ erkekleri savunmaya devam etmek zorundayız.
Peki, kadına yönelik şiddete karşı nasıl kolektif bir örgütlenme biçimi geliştirebiliriz? Erkekler her ne kadar birbirlerine karşı da sıkça şiddete yöneliyor olsa da, feminizm öncelikli olarak kadınların haklarına ve savunulmasına odaklanmalı. Yine, heteroseksüel tacizci erkeklerin her ne kadar kimi hedef aldıklarını bilmediklerine inanmamız bekleniyorsa da, pek çok kez dikkat çekilmiş olduğu gibi, aynı saldırıları erkeklere yöneltmiyorlar. Kadınları cinsiyetlerinden dolayı hedef almanın ne demek olduğunu gayet iyi biliyorlar, kadınlara istediklerini yaptırmaya zorlamak ve maniple etmek için genellikle fiziksel ve sosyal gözdağı (tehdit) yolunu kullanıyorlar.
Feminizmin kadınları kurban olarak görmediğini, aksine, bazı itirazlara karşı #metoo hareketi kadınları pasif, tutkusuz varlıklar olmaktan uzaklaştırdığını anlamak bence çok önemli. Tam tersi, daha özgür yaşayabilmeleri için ve kendi cinselliklerini tanımlayabilmeleri için kadınların cinsiyet temelli kurbanlaştırılmasına son veren, feminist düşüncenin ta kendisidir.
#metoo hareketi, kadına yönelik cinsel şiddet ve tacizin küresel ölçekte yaygın olduğunu ortaya koydu. Kadınların istenmeyen bir olayla karşılaştıklarında utanç duygusunu içselleştirmelerini öğreten kolektif baskıya karşı, kampanya çok büyük bir dayanışma duygusunu örgütledi.
Bazı hemcinslerinin kadınlara yönelik tavır ve davranışlarının erkeklerde yarattığı şokla belki gerçekliğin farkına varmayı başarabilirler. Belki bazıları, hayatlarında karşılaştıkları şiddeti durdurmak üzere müdahale edebilir (gerçi, tacizlerin büyük bölümü kasten kimsenin şahit olamayacağı ortamlarda gerçekleşiyor). Bu müdahale, çalışma ortamlarını değiştirmede en az cinsel taciz karşıtı mevzuatlar kadar etkili olabilir.
Tacizin ulaştığı boyutlar ve kadınları sessiz kalmaya zorlayan tehdit, dava ve manipülasyonlar, kadınların büyük oranda sessiz kalmalarını ve kabullenmelerini açıklamaya yetiyor – açıklarsan ezilirsin.
Ama buraya kadar.
Kadınlara zarar veren, özgürlüklerini kısıtlayan her şey feminist karşı-güç ve bu karşı-gücün alabileceği her türden biçim sayesinde durdurulabilir. Cinsiyete bağlı gebelik sonlandırma, evliliğe zorlama, tecavüz, cinsel istismar ve gündelik cinsiyetçilik, bunların tamamı durdurulabilir. Bir şeyi durdurmayı hayal edebiliyorsak, durdurduğumuzda dünyanın nasıl bir yer olacağını da hayal edebiliriz.
Kadın haklarını korumak: sonsuz bir mücadele
Hakları korumak daimi bir projedir. Sonsuz bir mücadele olmadan, sorumlu konumundakiler, statükoyu sevenler ve statükonun kendisi asla değişmeyecektir.
Kadın sığınma evleri kapatıldığında, Sisters Uncut gibi gruplar kadın hakları adına mücadele etmek için oradaydılar. Fakat kendi yapabileceğimiz şeyleri yapmaları için asla başkalarına güvenemeyiz.
Sanırım feminizm uzun zamandır eskimiş, tamamlanmış bir proje olarak görülüyordu. Bana kalırsa, genç kadınları feminist olmayan veya feminist karşıtı olarak tanımlamak için kurnazca (ve çok da kurnazca olmayan) çeşitli kampanyalar yürütüldü.
Fakat feminizm şimdi yeniden yükselişe geçmiş durumda. Kadınlar ve kız çocukları, ‘feminizm’i kendilerine slogan olarak benimseyenleri destekleyebilir; ancak politikası savaş çığırtkanlığı (denizaşırı ülkelerdeki kadınları kurtarmak istediğini iddia eden sağcı liberal ‘feminizm’), tüketim (bir şeyler satın almayı özgürleşme olarak ve piyasa ‘tercih’ini üstün gören ‘feminizm’) ve kurumsallık (kadınların kapitalizm tarafından ciddiye alınmasını ‘ekonomik ayrıcalıklarına’ bağlayan ‘feminizm’) olanları değil.
‘Negatif’ birlikten güç almak
Feminist karşı-güç, #metoo hareketine ilişkin kamusal tartışmaların niteliğine dayanarak kurulabilir. Kız çocukları ve kadınlar, sınıf ve etnik köken bakımından farklı (her ne kadar yoğun benzerlikler de olsa) yaşam tecrübelerine sahip oldukları halde, neredeyse her kadın cinsiyet ayrımcılığına maruz kalmıştır; erkeklerden daha az önemli görülmüş, bağırıp çağırılmış, cinselleştirilmiş, tacize uğramış ya da daha kötüsünü yaşamıştır.
Kadınları birleştiren bir şey var ve bu; –kadınları birbirine bağlayan şeyin gördükleri kötü muamele ve “ikinci cinsiyet” olarak görülen hiyerarşik konumları olması yönünden– ‘negatif’ bir birlik olsa dahi, yine de bu bir kez kabul edildiğinde büyük bir birlik ve güç kaynağı olabilir. Bunca kötü muamele, suiistimal edilen kadına utanç duygusunun aşılanması temelinde yükselir.
Feminist karşı-güç bu utancı altüst edebilir ve onunla yüzleşmeye zorlayabilir. Zorbalığa ve tacize özel hayatlarımızda karşı koymayı ne kadar başarırsak, ezilmeye politik hayatta da o kadar az izin veririz.
Trump’ın seçilmesi, cinsel taciz itirafından ve onun saldırgan davranışlarına karşı sesini yükselten birçok kadının ortaya çıkmasından sonra imkânsız olmalıydı.
Bundan sonra, bu tarz bir geçmişi olan her kim olursa olsun, lider olmasını imkânsız hale getirmeliyiz. Rakiplerimizin kullandığı teknikler olan şiddet ve baskı yoluyla değil, geride tutulup kötü davranılanların güç ve bilgelik birikiminden faydalanarak. Düşmanlarımızı, onların bizi tanıdığından daha iyi tanıyoruz ve bu bizim bir yığın güçlü yönümüzden sadece bir tanesi.
Nina Power, bir kültür eleştirmeni, sosyal teorisyen, filozof ve çevirmen. Roehampton Üniversitesi’nde Felsefe alanında öğretim görevlisi ve One-Dimentional Woman (Tek Boyutlu Kadın) kitabının yazar. Middlesex University’den Felsefe alanında doktora derecesini aldı ve felsefe, film, sanat, feminizm ve siyaset gibi geniş bir ilgi alanı yelpazesine sahip.
[Longreads’teki İngilizce orijinalinden Sena Çenkoğlu tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Yorumlar