Evliliğin Trajik Hikayesi: ”Marriage Story” – Nur Tuğçe Biga

Meşru bir ilişkinin göstergesi olarak evlilik ne kadar iki eşit birey arasında gerçekleşmektedir? Evlilik imzası atıldığında ilk olarak soyadının değiştiği kadın ne kadar bağımsız kimliğini koruyabilmektedir?

Evliliğin Trajik Hikayesi: ”Marriage Story” – Nur Tuğçe Biga

“Tarih kadınlar için, aşağı olduklarından başka ne gösteriyor? Gerçekten de ne kadar az sayıda kadın kendini hükümran erkeğin acıtan boyunduruğundan kurtarmayı başarabilmiştir.” (Wollstonecraft, 2012: 52).[1]

İnsanlık tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihi olduğu kadar aslında kadın cinsiyetinin ezilmişliğinin de tarihidir. Dolayısıyla kadınların tarihi de ezilen bir cinsin tarihidir. Bu tarihte kadınlar tahakküm altına alınmış ve edilgenleştirilmiştir. Aile içerisinde başlayan bu tahakküm, çeşitli toplumsal yapılarda ise sürekli yeniden üretilmektedir. 2019 yılında gösterime giren ve pek çok festivalde gösterilen Noah Baumbach’ın yönettiği “Marriage Story” filmi işte tam da kadının erkek tarafından tahakküm altına alınışını, evlilik ve aile kurumları üzerinden sorgulatan bir yapım olarak karşımıza çıkıyor.

Film, Charlie ve Nicole çiftinin boşanma sürecini mercek altına almaktadır. Bu boşanma süreci, Nicole’nin Charlie tarafından nasıl tahakküm altına alınmış olduğunu da inceden inceye göstermektedir. Aslında filmdeki çifte baktığımızda çift oldukça iyi bir hayata sahip gibi görünmektedir. Küçük bir burjuva ailesinin sahip olduğu bütün olanaklara sahiptirler. Nicole ve Charlie çifti hem üst düzey kariyer sahibidir hem de yeterli maddi olanaklara sahiptir. Bir çocukları da olan çiftin arkadaşları ve yakın çevreleri oldukça mutlu bir ilişki yaşadıklarını düşünmektedir. Fakat yaşanan gerçeklik görünen tablodan oldukça farklıdır. Nicole, Charlie’nin kendisi üzerinde kurduğu tahakküme artık tahammül edememekte ve evliliği bitirmek istemektedir. Charlie ise bu tahakkümün o kadar kadının kendi isteğiyle gerçekleştiğini düşünmektedir ki filmin açılış sahnesinde birbirlerine dair olumlu özelliklerin anlatıldığı konuşmada şöyle diyebilmektedir: “Çılgınca fikirlerimi hayata geçirmek (Nicole’nin) en sevdiği şeydir”. Charlie ya gerçeklikten bu kadar kopuktur veya bu durum işine gelmektedir ya da belki de her ikisi de doğrudur. Charlie; zekidir, başarılıdır, hayattaki ideallerini bir bir gerçekleştirmektedir. Tiyatro yönetmeni olarak Broadway’de oyunları gösterilmekte, dünyaca önemli burslardan olan MacArthur bursuyla tiyatrosunu ekonomik olarak kalkındırmaktadır. Charlie’ye göre Nicole’nin payına düşen bunlardan mutlu olmasıdır. Charlie’nin istekleri, Nicole’nin de istekleri olmalıdır. Burada artık Nicole bağımsız kimliğini kaybetmiştir. Kendini Charlie’nin isteklerine adayan Nicole’ün varlığı aslında yoktur. Charlie tarafından görünmez kılınmış ve bastırılmıştır.

Nicole, Charlie tarafından bastırılmaya ve kimliğinin yok sayılmasına artık tahammül edemediği noktada boşanma isteğinde bulunur. Bu süreçte bir avukata başvurarak ondan yardım isteyen Nicole, hemcinsi olan avukatla dayanışarak güçlenir. Avukata ilk başvurduğunda Charlie ile ilişkilerine dair konuştuğunda gözyaşlarını tutamayarak ağlayan Nicole, Charlie’yle birlikte olduğunda yaşam enerjisiyle dolduğunu söyler. Fakat ardından şunu da ekleyerek: “Yaşam enerjisinden bahsederken aslında yaşama dönen ben değilmişim onun yaşam enerjisini beslemişim. Ben onun için görünmezmişim.” Charlie’nin yaşam enerjisini besleyen Nicole, aslında onu beslerken kendini yok etmektedir. Bunun çok uzun zamandır hatta başından beri farkında olsa da hep bir şekilde bu duruma tahammül göstermiştir. Charlie ise boşanmak istememekte, dolayısıyla Nicole’yi aslında ciddiye almamaktadır. Charlie’nin boşanmak istemesi için de bir sebep zaten yoktur. Zira her şey onun isteğine göre ilerlemektedir.

Charlie ve Nicole çifti görünürde eşit bireylerdir. Ev işlerini ortaklaşa yapmakta, çocuklarının bakımını ortaklaşa gerçekleştirmektedir. Nicole aynı zamanda iyi bir eğitim almış, tiyatro oyunculuğu yapan, görünürde gayet kendi ayakları üzerinde durabilen bir kadındır. Fakat görünürdeki bu eşitlik erkeğin arzuları ve talepleriyle baltalanmıştır. Mahkeme süreçlerinde Nicole’nin aslında Charlie’nin talebiyle annelik görevini üstlendiğini ve Charlie’nin tiyatrosunda oyunculuk yapmak için televizyonda oyunculuk isteğinden vazgeçtiğini görürüz.  Filmde anneliğin toplumsal olarak kurgulandığına dair gösterge olması bakımından “annelik” vurgusu özellikle önemlidir. Nicole’nin nasıl bir anne olduğuna dair sorgulamanın yapılacağı mahkemede, avukatı Nicole’ye gerçekte yapmış olduğu davranışları ve alışkanlıklarını mahkemede söylememesi gerektiği yönünde tavsiye verir. Zira bir anne olarak kabul görmeyecek olan bu davranışlar yasalar önünde de kabul görmez. Mahkemelerin ve dolaysıyla devletin “makbul bir kadın” anlayışı vardır. Erkek bu hataları yapsa da kabul görür; ama bir kadın bu tarz davranışlarıyla asla kabul edilemez.

Nicole ve Charlie’nin arasındaki bu tahakküm ilişkisi aslında içinde bulunduğumuz ataerkil sistemin sonucudur. Fakat bunun aracısı da evlilik kurumu olmaktadır. Emma Goldman “Dans Edemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir” [2]adlı kitabında evliliği “bir ekonomik düzenleme, bir sigorta anlaşması olarak” tanımlamaktadır ve şöyle devam etmektedir: “Sıradan bir hayat sigortasından tek farkı, herhangi bir poliçeden daha bağlayıcı oluşu ve daha fazla titizlik gerektirmesidir. Başka türlü yatırımlara kıyasla geri dönüşü, getirisi, ciddi derecede cüzi kalır. Sigorta poliçesi ödemeleri -istendiğinde artık ödememe koşulu geçerli olmakla birlikte- lira ve kuruş olarak yapılır. Oysa evlilikte, ikramiyesi sadece koca olduğu halde kadın bunun karşılığını kendi adı, özel hayatı, özsaygısı ve ‘ölüm onları ayırıncaya kadar’ fiilen bütün ömrüyle öder. Kaldı ki evlilik sigortası, kadını hem bireysel hem de toplumsal düzeyde hayat boyu bağımlılığa, asalaklığa ve tam anlamıyla işlevsizliğe mahkûm etmektedir.”

Goldman’ın evliliğe yüklediği anlam toplumsal olarak kabul gören evlilik tanımından oldukça uzaktır. Peki evlilik mutlu bir hayata açılan bir kapı mıdır? Yoksa Goldman’ın bahsettiği gibi kadının kimliğinin yok sayıldığı, bağımlılaştırıldığı bir yapı mıdır? Bunun cevabı filmde Goldman’dan yana gibi gözükmektedir. Kadının aile yapısı içerisinde söz hakkı gasp edilmekte, varlığı yok sayılmaktadır. Evlilik öncesinde baba otoritesinin altında olan kadın evlendikten sonra ise kocanın boyunduruğu altına girmektedir. Kadının bağımsız kimliğini kazanması, ataerkil düzendeki tahakküm ilişkilerine yönelik mücadelesiyle gerçekleşebilecektir. “Marriage Story” filminde söz hakkı gasp edilmiş Nicole’nin bu bağımsızlaşma mücadelesi gösterilmektedir. Dolayısıyla bu boşanma sürecinde,süreci anlamlandıramayan Charlie, ne yapacağını çok da bilemeyerek duygularını ifade etmekte zorlanan bir konumda iken; Nicole ise kararlı, ne istediğini bilen ve daha çok bağımsızlaşma girişimine yönelik olarak mücadele eden bir konumdadır. Filmin yönetmeni de bu bağlamda seyirciyi mücadeleci Nicole ile özdeşleştirmeye davet eder. Zira Nicole’nin duygusal anları daha çok gösterilir; o ağlarken müzik devreye girer, konuşurken kamera ona yakınlaşır.

Meşru bir ilişkinin göstergesi olarak evlilik ne kadar iki eşit birey arasında gerçekleşmektedir? Evlilik imzası atıldığında ilk olarak soyadının değiştiği kadın ne kadar bağımsız kimliğini koruyabilmektedir? Peki evlilik içerisinde kadının bu bağımsız kimliğinin yok sayıldığını varsayıyorsak onun ne yapması gerekir?  Filme baktığımızda Nicole’nin bağımsız kimliği için mücadele ettiğini ve kendi hayatını kurduğunu görürüz. Fakat Nicloe’nin kurduğu bu hayatta ne kadar özgürleşebildiği sorunsalı hala önümüzde durmaktadır. Zira erkek egemenliği ortadan kaldırılmadığı sürece hiçbirimiz için gerçek bir özgürleşme mümkün gözükmemektedir.

[1] Wollstonecraft, M. (2012). “Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi” İş Bankası Yayınları

[2] Goldman, E. (2006) “Dans Edemeyeceksem Bu Benim Devrimimim Değildir” Agora Kitaplığı

Yorumlar