Çoklu Krizde Kadın Olmak- Kadın Kadını Faşizme Karşı Savunur Ama Nasıl?

Evet, tüm dünya kadınlarıyla birlikte tekrarlıyoruz: “feminista antifascista”. Çünkü baskıcı devletin açıkça maço bir tecavüzcü gibi örgütlendiği; patriarkanın özellikle cinsellik, aile veya ulus konusundaki bakış açısıyla faşist siyasetin merkezini oluşturduğu “bugünün dünyasında feminist analiz olmadan faşizme karşı mücadele mümkün değildir. Ve feminist hareket faşizme karşı direnişin en güçlü çekirdeklerinden birini oluşturma potansiyeline sahiptir”.

Çoklu Krizde Kadın Olmak- Kadın Kadını Faşizme Karşı Savunur Ama Nasıl?

Kadın Savunma Ağı 2021 Çalıştay’ı tartışma sunuşu metni (Faşizm ve kadın düşmanlığı çalışma grubu) Çalıştay diğer sunuş metinlerine buradan ulaşabilirsiniz: Kadın Savunma Ağı Çalıştayı

 “Ataerki (patriyarka) bir yargıç / doğduğumuz için yargılıyor bizi/ ve cezamız / senin görmediğin şiddet / Kadın cinayeti / katillere cezasızlık / Kaybetmeler/ Tecavüz / Suç bende değil/ Ne nerede olduğumda / Ne de nasıl giyindiğimde / Tecavüzcü sendin / Tecavüzcü sensin / Polis / Hâkimler / Devlet / Başkan / Baskıcı devlet maço bir tecavüzcüdür / Tecavüzcü sendin/ Tecavüzcü sensin

Las Tesis, Şili’de isyanın ve faşist Pinochet rejiminin devamcısı Şili devletinin, isyancılara saldırısının tam ortasında yapılan 25 Kasım protestolarında yükselen danslı bir eylem şarkısıydı. Şarkı ve eylem kısa sürede tüm dünyada yayıldı. Hep birlikte bir ucundan da biz yükselttik bu danslı şarkılı eylemi. Neden bu kadar hızlıca yayıldı ve sahiplenildi bu danslı eylem biçimi?

Protesto gösterileri sırasında polis şiddeti sebebiyle gözlerini kaybeden eylemcileri temsilen gözlerine siyah bant takan; gözaltındaki işkence ve cinsel taciz temsili bedensel duruşları dansa çeviren ve hedefi çok net şekilde gösteren işaret parmaklarıyla, Las Tesis (Tezler), erkek şiddetinin başlıca kaynağı olarak faşizmi ve onun yapısal şiddet mekanizmalarını ifşa etti. Faşizmin/erkek şiddetinin bedenlerimiz üzerinde zor ve baskıyla korkuyu yerleştirmek için dayattığı hareketleri tam tersine büktü. İşaret parmaklarının hedefinde polisi, başkanlık sarayı, dönemin en büyük işkence ve toplama kampı olan stadyumu ve adliyeleriyle devlet/faşizm vardı. Las Tesis, tüm dünyada benzer siyasal baskı ortamlarında benzer saldırıları deneyimleyen tüm kadınların evrensel isyan dansına dönüştü.

Siyasal baskı ortamı, yapısal şiddet, faşizm…

“Popülizm, sağ popülizm, faşizm, neofaşizm, neoliberal faşizm, post faşizm…”  Bu kavramlar uzunca süredir sadece kulağımıza çalınan sözler olmanın ötesine geçmiş durumda. Sıklıkla faşizme dair, çoğunluğunu erkeklerin yaptığı tartışmaları görüyor, duyuyor, okuyoruz. Bir kısmı bu sunuş metnini hazırlama sürecinde bize de kaynak oluşturmuş olsa da, tartışmanın feminist politikayla ilişkisine dair eksikleri kolektif tartışmalarla gidermeyi hedefliyoruz.

Faşizm kavramını çoğu zaman yüksek siyaset tartışmalarının parçası olarak görüp, bizden uzakta bir kavrammış gibi göz ardı edebiliyoruz. Gerçekten faşizm kadınlardan uzakta mı ve eğer “olaylara” karışmazsak faşizmin bize zararı dokunmaz mı? Ne yazık ki hayır! Faşizm hanemizde, işyerimizde, sokakta, meydanda, mahallede, kentte, kırda… Faşizm her yerde: Devletin ve yönetim ilişkilerinin çekirdeğinde; yurttaşlar olarak hakkımızı aradığımızda önümüze dikilen yasal, yasal-olmayan engellerde. Yargıda, kollukta, orduda ve eğitimde; belediyelere, üniversitelere atanan kayyumlarda; gözaltında çıplak arama ve işkencede; kaçırma, kaybetme ve faili belli katliamlarda; Altındağ’da, Konya’da yakılıp taşlanan evlerde; konuşulamayan ana dillerde; gündelikleşen ırkçılıkta; kapatılan kadın-çocuk derneklerinde. Kapatılma tehdidi altındaki siyasal partilerde; sansürde, grev yasaklarında, tutuklu gazetecilerde; hapishanelerde; Kürt diyenin, barış diyenin işten atılmasında; yasaklanan gökkuşağı bayraklarında…

Faşizm tartışması bu çok yönlü boyutlarıyla belki burada tamamını çözümleyemeyeceğimiz çok kapsamlı bir tartışma olsa da, biz faşizm çalışma grubu olarak, “faşizm kadınların hayatını nasıl etkiliyor ve kadın düşmanlığından nasıl besleniyor?” soruları etrafında bir giriş yapmak istiyoruz. Faşizme karşı nasıl mücadele edebileceğimize; kadınların gündelik hayatına, yaşama, çalışma, doğurma, cinsellik alanlarına nasıl etki ettiğine dair kendi perspektifimizden çözümler bulmak istiyoruz. Kadın Savunma Ağı’nın feminist özsavunma çizgisiyle ilişkisi kurulması gereken faşizme karşı feminist mücadele çizgisinin belirginleştirilmesi açısından, bir başlangıç noktası oluşturmayı umuyoruz.

O zaman başlayalım, “kadın kadını savunur” sloganımızı, “Kadın kadını faşizme karşı nasıl savunur?” sorusuna bükelim ve birlikte hareket edebileceğimiz ortak bir politik çizgiyi nasıl oluşturacağımızı bulmaya çalışalım.

Trump’tan, Putin’e; Bolsanaro’dan Erdoğan’a… Dönemin faşizmi nasıl ruh buluyor?

Kapitalizmin büyük bunalım anlarında görünürleşen en önemli siyasal sonuçlar, büyük isyankâr halk direnişleri ve faşizmin o dönemin ruhuna özgü biçimlerde ortaya çıkması. Bugün yaşadığımız yüzyıl açısından da faşizm yine kendine özgü bir dalgayla çeşitli halk isyanları karşısında ortaya çıkıyor. Yeni faşist dalga, tıpkı kendinden öncekiler gibi, kapitalizmin çoklu krizi içinde ortaya çıkan ve derinleşen çelişkileri yönetememe durumu karşısında verilen siyasi bir yanıt.

Kapitalizmin aşırı birikimi, büyük bir işsizlik (sömürülebilir artık nüfus) yaratıyor. Kriz eğilimleri insan hayatının sürdürülmesiyle çelişen sonuçlar yaratarak neoliberalizmin genel meşruiyet-hegemonya krizine yol açıyor. Günümüzün faşist rejimleri veya hareketleri, neoliberal güçlerin iktidarlarını çok yönlü krize rağmen baskı, zor, şiddet, denetim ve faşist ideolojilerle sürdürme çabasını özetliyor.

Biraz somutlayarak gidersek: 1930’larda 1. Dünya savaşı sonrasında Avrupa’da yaşanan kriz içerisinde yükselen işçi hareketleri ve sosyalizme karşı başta Almanya, İtalya, İspanya ve Portekiz’de olmak üzere yaygınlaşan klasik faşist iktidarları görüyoruz. Faşist iktidarların ikinci kuşağının en net zirve görüntüsü ise, 1970 krizi döneminde başta Las Tesis’in ülkesi Şili’de olmak üzere, yükselen yeni sömürge devrimlerine karşı gündeme gelen faşist askeri diktatörlükler. Pandemi öncesi -2008 krizi sonrası- faşizm tartışmaları, biraz da “sağ popülizm/otoriterleşme” kavramları çerçevesi içinde olsa da, tarihte üçüncü keredir yoğun şekilde gündeme geliyor.

2008 yıkıcı kapitalist finans krizi, dünyada birbirinden farklı özellikler gösteren bir dizi toplumsal hareket ve isyan dalgasına zemin hazırladı. Neoliberalizmin yönetilemez haline gelen çelişkileri ve krizleri, gerek daha demokratik sayılan merkez ülkelerde, gerek zaten darbelerle inşa edilen faşist devlet/iktidar yapılarını koruyan yeni sömürge ülkelerde, gerekse eski sosyalist yeni sömürgelerde yaygın biçimde “sağ popülizm” diye adlandırılan bir “siyaset yapma/rejim biçimini” yaygınlaştırdı.

Bu siyasetin, rejimlerin oldukça ortak özellikleri var: Devletin sermaye lehine neoliberal yeniden yapılanması sürecinde, yürütmenin olağanüstü güçlendirilmesi sayesinde gücü tek elde toplayan yeni tip liderler, sömürü ve egemenlik ilişkilerini baskı siyasetini süreklileştirerek ve toplumu gerici ideolojilerle kutuplaştırarak yönetiyorlar. En alttakileri birbirine karşı düşmanlaştırıyor; neoliberalizmin yarattığı yıkıntıları kadınların, LGBTİ+ların, göçmenlerin, “düşman” ilan edilenlerin sırtına yıkarak, bunu dozu her gün artan muhafazakârlık/dinci gerici yöntemlerle gerçekleştiriyorlar.

Bu çerçevede, “sağ popülizm” kavramını bir yana bırakarak Trump’tan, Putin’e, Bolsanaro’dan, Makron’a ve Tayyip Erdoğan’a, son dönemin öne çıkan bu siyasal figürlerinin iktidarı ele geçirme (veya Türkiye’de olduğu gibi zaten sahip oldukları iktidarı sağlamlaştırma/koruma/sürdürme) biçimlerinin, 21. yüzyıla özgü faşist bir siyaset/yönetme biçimini oluşturduğunu söyleyebiliriz. Bu süreç şu biçimde ilerliyor: Düşman ilan edilenler dışında bir “gerçek halk” tanımlamak;  “gerçek halkın” taleplerine duyarsızlıkla suçladıkları eski yerleşik siyasal düzene ve onun eski seçkinlerine karşı toplumun bekası için tehdit ilan ettikleri gündemlerle “gerçek halkın” (veya söz konusu “tehdit” üzerinden yeniden tarif edilen “milletin”) sözcülüğüne/kurtarıcılığına soyunmak. “Gerçek halk” olarak arkalarına almaya çalıştıkları toplumsal güçleri, neoliberalizmin krizi içinde, ancak, düşman ilan edilenlere uygulanacak baskı, dışlama ve zorbalık siyasetleriyle hayatta kalacaklarına inandırmaya çalışmak. Bu biçimde meşrulaştırılan ve yaygınlaştırılan baskı siyasetiyle, neoliberal düzene karşı tüm muhalefet biçimlerini ve odaklarını ezmeye çalışmak.

Bu tipik faşizm siyasetini/yönetme tarzını mümkün kılan koşullardan birinin, neoliberalizmin karakteristik özelliklerinden olan “yürütmenin aşırı güçlendirilmesi” olduğunu vurgulayabiliriz. Örneğin bu iktidarlar, başkanlık rejimlerinde olduğu gibi, eski yönetme mekanizmalarını “işlevsiz” olduğu gerekçesiyle topa tutarken, bunların yerine yurttaşların eşit ve özgür siyasal katılımını genişletmeyi amaçlayan siyasal programlar önermiyorlar. Zaten faşist-otoriter bir yapılanmaya ve mekanizmalara sahip olan; mutlak anlamda sermaye yanlısı biçimde yapılandırılmış; yürütme güçleri aşırı kuvvetlendirilmiş ve denetimden kurtulmuş bir iktidar/devlet yapısını, en gerici baskı araçları ve ideolojileriyle bir kez daha yeniden yapılandırmaya çalışıyorlar.

Kadın düşmanlığı niçin merkezi bir özellik?

Elbette kapitalizmin faşizmin yaygınlaştığı/görünürleştiği büyük bunalım anları, yalnızca “iktisadi ve maddi”  bir gerilemeye tekabül etmiyor. Özellikle son neoliberal kriz, siyasal ve ideolojik düzeylerde yönetememe ve erkeklik krizini de derinleştiriyor. Bu ortamda neoliberal faşist iktidarlar, işçi sınıfının neoliberal koşullarda yaşadığı iktisadi, siyasal ve ideolojik güç kaybını ve “kendi değer dünyalarındaki aşağılanmışlık hissini” (Nachtwey, 2017:  165) ajitatif bir retorikle işleyerek, sıradan burjuva siyasal partilerin asla başaramayacağı bir ivme yakalıyorlar. Aynı zamanda onu kendisini yeniden özneleştiğini düşüneceği bir hedefe, belki de en kolay hedefe çağırıyor, yöneltiyorlar. Ülkenin “işçi sınıfının payından çalan” göçmen ve mültecilerden, ahlaki değerleri bozan LGBTİ+lardan, aileye zarar veren makbul olmayan kadınlardan –feministlerden, İstanbul Sözleşmesi-nafaka hakkı savunucularından, toplumsal cinsiyet kavramından vs. arındırılarak (yeniden) “büyük bir güç” haline getirilmesi.

Dolayısıyla bu rejimler konusunda herkesin gözlediği ve farklı ülkelerde ortak özellik olarak sivrilen bir şey daha var: Hem liderlerinin şahsında hem de destekçi kitleleri düzleminde tezahür eden ağır düzeyde cinsiyetçilik, homofobi, kadın düşmanlığı, aile savunusu ve muhafazakârlık. Elbette bu yeni siyasetin unsurları, daha genel bir milliyetçi-popülist çerçevenin içinde yer alıyor ve ırkçı, göçmen karşıtı, militarist, otoriter, şiddet yanlısı, “AB ya da Batı karşıtı” milliyetçi unsurlarla iç içe geçerek kristalize oluyor.

Öte yandan bu hareketlerin/rejimlerin ağır derecede cinsiyetçi ve homofobik olması da ne yeni ne de şaşırtıcı. Yine de dünyanın pek çok farklı coğrafyasında rejimler bu şekilde daha da baskıcı hale gelirken, değişen koşullar bağlamında yeniden sormak gerekiyor: Bu yeni faşizm modeli ile cinsiyet rejimi arasındaki ilişki nedir ve nasıl dönüşüyor?

Bu soruya yanıt olarak “siyasi iktidarın cinsiyeti daima eril olmuştur, ataerki daima işbaşındadır” demek kolaycılık olur ve güncel olguya yanıt vermek için pek de işimize yaramaz. O nedenle güncel olguyu somut tarihselliği içinde kavramak için daha çok ve ayrıntılı sorular sormalıyız.

Faşizm şimdi neden bu kadar aile düşkünü?

Feminizm, belli bir aile tanımı yapmaktan çok, aslında tek ve durağan bir aile modeli olmadığı tezine dayanır. “Aile” tarihseldir, onu yaratan ilişkiler sürekli değişmiştir ve değiştirilebilirdir. Çünkü aile, bugün evrensel saydığımız çekirdek aile (yani burjuva aile) biçimine ulaşana kadar, tarihsel süreç içinde birçok evrim geçirmiştir.

Kapitalizmle birlikte kamusal alan ve özel alanın (devlet/ üretim (piyasa)/ aile (yeniden üretim)/ ayrışmasıyla, TDK sözlüğünde tanımlanan biçimdeki (burjuva) aile ortaya çıkmaya başladı: Yani koca ile karı ve onlardan olma çocuklardan oluşan özel alana (mülkiyet ilişkilerine) dayalı (burjuva) aile. Kapitalizm böylece cinsiyete dayalı toplumsal işbölümünü son sınırlarına kadar genişletti. Burjuvazi “aileyi”, ekonomik ve politik etkinliğin “kamusal” alanının aksine, özel bir bölge ilan etti. Kamusal alandan ilk önce “kendi” kadınlarını çekti ve onları erkeklerin savaş çığırtkanlıklarına, para işlerine ve siyasetine burunlarını sokamayacakları “yuvalarına” kapattı.

Ataerkil egemenliği ilahi ve doğal hale getirmenin en etkili yolu olan din, yüzyıllardır kadınları tabi kılmanın yolu oldu. Elbette ki dinin tek başına iktidar aygıtına ideolojik koruma sunmaya yetmediği anlar var. O zaman faşizm dinin yardımına koşar. Milliyetçilik ve dinsel ideolojiler, devletin ve ataerkinin elinde kadınları kendi köleliklerine gönüllü itaate zorlamanın etkin birer aracı olarak kullanılır.

Bu gönüllü itaat, aileyi egemenler için olmazsa olmaz bir yapı taşı haline getiren üç temel alanda kadınların tabiyetini öngörür. Aile, egemenler açısından (üreme/emek gücü/nüfus) kadınların cinselliğinin ve doğurganlığının denetlenmesi; düzenin günlük ideolojik yeniden üretiminin sağlanması ve kadınların görünmeyen/karşılıksız emeğiyle işçinin yeniden üretilmesi açısından yaşamsaldır.

Patriyarkal kapitalist sistem ne zaman krize girse, krizden çıkmanın yolunu kadınların ev içi emeğini daha fazla sömürmek için baskı politikalarını artırmakta arar. Kadınların emeği aile dışında sömürülürken bile, aile içi emeğin sürekliliğinin sağlanması iktidarlar açısından yaşamsal bir yerde durur. Çünkü özellikle böyle anlarda kamusal hizmet olarak karşılanması gereken pek çok toplumsal ihtiyaç özelleştirilerek ve özel alana itilerek, aile içerisinde kadınlar tarafından karşılanır. Evlerin kadınların görünmeyen emeği üzerinden toplumsal yeniden üretim alanı haline getirilmesi süreci pekiştirilir.

Örneğin günümüzde, İngiltere merkezli uluslararası yardım kuruluşu OXFAM’ın Ocak ayında yayınladığı küresel eşitsizliğe ilişkin rapora göre, yoksul kadınlar ve kız çocukları her gün 12,5 milyar saat bedava bakım emeği sarf ediyor. Bu emeğin maddi karşılığı ise 10,8 trilyon dolar. Bu karşılığı ödenmeyen emeğin denetimi açısından aile, kapitalist sistemin can damarını oluşturuyor.

Doğurganlığın, cinselliğin, emeğin kısacası bedenin denetimi ailenin reisi erkekle devlet arasındaki bir işbirliğini öngörür. Bütün bunlar ışığında bir aile tanımı yapmamız gerekirse aileyi “devleti yöneten erkekle, evi yöneten erkeğin kurumsal ittifakı” olarak tanımlayabiliriz. Bu kurumsal ittifakın biçimi ise aile hukukunun aldığı biçimde kendisini gösterir: Dinle şekillenen nikâhla, medeni hukukla şekillenen resmi nikâh arasındaki fark, devletle erkek arasındaki ittifakın niteliğindeki farklılığı yansıtır. İlkinde kadın, yurttaş olarak dikkate alınmazken, diğerinde en azından resmi olarak yurttaş sayılır.

Devletle erkek arasındaki ittifak, her zaman kadın mücadelesinin konusudur. Özellikle ikinci dalga feminist hareketin “özel olan politiktir” sloganıyla kurduğu feminist çizgi, kutsal sayılan aileyi tartışmaya açtı. Bu tartışma, dünyada kadınlar lehine belirgin bir değişim yaratırken aynı zamanda sistemin sürmesini sağlayan erkek-egemenliğinin tartışılıp temellerinden sarsılmasına yol açtı. Ortaya çıkan büyük-küçük kadın isyanları karşısında aile sürekli olarak krize girdi. Elbette ki sistem de, kendisini sarsan kadın isyanı dalgasının karşısında politikalar üretmeye çalıştı. 2000’li yılların ortalarından itibaren neo-liberalizmin faşist biçimlerinin temel özelliği haline gelen açık kadın düşmanlığı, toplumsal yeniden üretim krizi paralelinde yükselen kadın isyanının yol açtığı “aile krizine” karşı geliştirilen bir politikadır. Bu politikalar feminist hareketin 1. dalga hak kazanımlarını dahi tırpanlamayı amaçlayan ve klasik faşizmden güçlü biçimde esinlenen öğelere yaslanmaktadır.

İspanya’da, Arjantin’de, Polonya’da, Amerika’da toplumsal yeniden üretim krizi derinleşirken yükselen kadın isyanlarını izlerken, iktidarların açık kadın düşmanı söylemlerine ve politikalarına şahit oluyoruz. Çok sayıda ülkede faşist iktidarlar bir yandan feminizmin, öte yandan neoliberalizmin tam da “neo-liberal erkeklik imgesinde” açtığı “yaraları” iyileştirmek ve toplumsal yeniden üretim krizini eşitlikçi ve toplumcu yöntemlerle çözmekten kaçınabilmek için, yaygın kadın düşmanlığının önünü açan politikaları programlarının temel öğelerinden birisi haline getiriyor. Trump’ın açık kadın düşmanı dili, ABD’deki milyonlarca erkeğin sesi haline geliyor. Rusya’da Putin aile içi şiddeti cezasız bırakan yasal düzenlemeler yapıyor. Polonya’da kadınların kürtaj hakkının budanması gündeme geliyor. Aynı rejimler İstanbul Sözleşmesi karşıtı uluslararası kampanyalarda başı çekiyor. Kürtajı yasaklamaya yönelik politikalar her yerde dinci gericilikten güç alan faşist hareketlere/rejimlere yaslanıyor.

Dinin ataerkinin en güçlü kalkanlarından biri olmasının nedeni, annelik ideolojisini fıtratla (yaratılış) doğallaştırması ve bu ideolojinin ihlalini günahlaştırmasıdır. Faşizm de, kadınlarla kurduğu ilişkisinde her zaman doğrudan zor aygıtlarını kullanmaz. Tıpkı din gibi ataerkil ideolojiyi içselleştirmelerini sağlayacak araçlar sunarak kendisine yedeklemeye çalışır. Örneğin annelik, özellikle de ulusal çıkarlar uğruna çocuk doğurmak, alabildiğine yüceltilir. Kadın politikasını çocuk, mutfak ve kilise formülüne dayandıran Hitler, kadınlara saf Alman ırkının yaratıcısı olma “onurunu” bahşetmiştir. [1]

Bugün karşımızdaki saldırı biçimleri nelerdir?

  1. İstanbul Sözleşmesinin kaldırılması

İstanbul Sözleşmesi’nin uzunca bir süre hedef gösterilmesinin ardından, Türkiye 1 Temmuz 2021’de resmi olarak sözleşmeden çekildi. Elbette ki, muazzam bir kadın direnişini de hafızalarda bırakarak. Hepimizin bildiği üzere İstanbul Sözleşmesi’nin en temel özelliği şiddeti önlemeyi, cinsiyetçi işbölümü ekseninde derinleşen toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin temellerini zayıflatma eksenine oturtulmasıydı. Sözleşme karşıtı uluslararası kampanyaya baktığımızda, toplumsal cinsiyet eşitliğine hatta toplumsal cinsiyet kavramına savaş açanların söylemlerinde, din referansından çok milliyetçi reflekslerin (örneğin “batı karşıtlığının”) ön plana çıktığını söyleyebiliriz. İstanbul Sözleşmesi hedef gösterilirken, toplumsal cinsiyet kavramının Avrupa’daki tartışmalardan alınmış bir kavram olarak bilimsel olmadığı, tersine biyolojik farkların önemini kanıtlandığı tezi öne çıkıyor. “Toplumsal cinsiyet kavramı ,“asıl olarak kadın-erkek farkının ortadan kaldırıldığı cinsiyetsiz bir duruma ve eşcinsel sapkınlığın yayılmasına”(“gerçek halkın sapkınlaştırılmasına”) hizmet etmekle suçlanıyor. İstanbul Sözleşmesi gibi metinler, kadına yönelik şiddeti önleme adı altında “gerçek halkın” zararına ulusal hukuka sokulan ”Truva Atları” olarak tanımlanıyor. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin başta “gerçek halkın” erkeklerini mağdur eden, aileyi (milleti) çökerten bir projenin uzantısı olduğu iddiaları, milliyetçiliği anti-feminizmle buluşturuyor: “Eşitlik ne aile için, ne millet için, ne ‘gerçek halkın çıkarları için’ iyi bir şey değildir”.

Aslında toplumsal cinsiyet temelli şiddet, patriarka sürdüğü sürece ne kadar sınırlandırılırsa sınırlandırılsın, bir yandan da yasa tarafından “aşırılıkları” düzenlenen, böylece denetim altında sürdürülmesi sağlanan bir şiddet türü. İstanbul Sözleşmesi gibi metinlerde, bu şiddeti icra eden erkeklerin sinirini bozan asıl noktanın, bu uluslararası hukuk belgelerinin, erkek denetimine bırakılmış özel alanın hak ve adalet değerleriyle düzenlenen kamusal alandan farkını ortadan kaldırması olduğu söylenebilir. Çünkü rasyonel aklın, adalet ve eşitlik gibi ilkelerin alanı olarak görülen kamusal alanla bakım, özen ve duyguların alanı ilan edilen özel alan ikiliğinin altında yatan da, “erkek özne” için kadınların öznelliğinin inkârı yoluyla görece istikrarlı bir ortamın yaratılması. (Yıldız Tahincioğlu: 41). Şimdi toplumsal yeniden üretim krizinin ortasında, bu istikrarın yeniden tesis edilmesi “erkek öznelerin” iktidarı için de, neoliberal patriyarkal sistemin iktidarı için de yaşamsal bir önem kazanıyor.

Mackinnon özel alanda erkeklerin kendilerine karışılmaması hakları olduğunu söylüyor. Kamusal ile özel olan arasında eril iktidarı gizleyen ideolojik bir bölünme sürekli yeniden üretilir. Bu bölünme özel alanı eril ellere bırakarak, kimsenin müdahale etmesine fırsat vermeden, kadınlar üzerindeki tahakkümü ve cinsiyetçi işbölümünü “politik bir mesele” olmaktan çıkarır (Mackinnon, 2003: 224). Feminist hareket ise bu tahakkümü ve tahakkümün dayanağı olan cinsiyetçi işbölümünü, özel alan-kamusal alan ayrımını aşan biçimlerde politikleştirir. Dolayısıyla CEDAW, 6284, İstanbul Sözleşmesi gibi hukuk metinleri, özel alan kamusal alan ayrımını feminist perspektifle belirsizleştirerek, ev içindeki şiddeti hukukun müdahalesine açtığı ve erkeklerin işine “karıştığı” ölçüde özel olarak savaş açılacak metinler haline geliyor. Toplumsal cinsiyet meselesi bu kez gerici, patriarkal, ırkçı biçimlerde bir kez daha politikleştiriliyor. Çünkü bir yandan neoliberalizmin yıkıcı saldırılarının, bir yandan kadınların özgürlük mücadelesinin basıncı altında “iktidarsızlaşan” erkeklik, işine karışılmamasını, işine karışılmayan alanların genişletilmesini ve evi yöneten erkek olarak “devleti yöneten erkekle” özdeşlik talep ediyor. Bu hakkın ve özdeşliğin rejim/hukuk düzleminde tanınmasını istiyor. Bu talep faşist rejimlerin/hareketlerin milliyetçi-ırkçı programlarıyla bütünleştiği ölçüde, bunu üstelik sadece kendisi için değil, “gerçek halkın-milletin” çıkarları için de talep ettiğini düşünüyor.

Neoliberal faşist iktidarlar/hareketler,  kadınların özgürleşme mücadelesini, gerçekte neoliberalizmin yarattığı yıkıntının nedeni olarak öne çıkarttıkları “milli, yerel kültüre yabancı, dışarıdan dayatılan yıkıcı projelerin” içine yerleştirerek bu talepleri siyasetlerinin merkezi haline getiriyor.  Bu siyasetin temel kavramını oluşturan “aile politikaları” ise dayatmalar karşısında “küresel güçlere karşı sıradan insanın sağduyusunu öne çıkaran, temel aile değerlerini, geleneklerini, kültürünü korumaya çalışan bir siyaset“ olarak savunulmaya çalışılıyor. Aileci gruplar ve erkeklik /erkek hakları hareketleri bu genel söylem içinde bir araya getirilerek, neoliberalizmin faşist rejimlerinin kitle desteği pekiştirilmeye çalışılıyor.

  1. Yasal haklara dönük saldırılar ve/veya uygulamamak/hedef göstermek

Dolayısıyla son dönemde yaşadığımız Müftülük Yasası, 6284 ve Nafaka hakkına yönelik saldırılar, cezasızlık, “boşanma komisyonları” gibi gelişmeler iktidarın bir yapay gündem oluşturma çabası değil; AKP’nin aile krizine karşı erkeklikten yana verdiği yanıtın parçaları. İktidar, ailenin “reisi” erkeğin “iktidarsızlaşarak” aileyi, yani aslında cinsiyetçi işbölümünü ve bu işbölümüne eşlik eden değerler dünyasını yönetmeyi beceremediği anlarda kendisi doğrudan elini ailenin içerisine sokarak müdahale ediyor. Bunu doğrudan yasalarla yaptığı gibi hukuk, kolluk kuvvetleri, din, medya gibi başka birçok aracı daha devreye sokarak yapıyor. Kısacası erkek iktidarını, devlet iktidarına paralel biçimde yeniden örgütlüyor.

Örneğin kocasından şiddet gören kadının çoğu zaman ilk başvurduğu ve aynı anda faşizmin de en önemli aygıtlarından biri olan kolluk kuvvetleri bunun en önemli araçlardan biri. Çoğu zaman kadın kocasından şiddet gördüğü için polise başvurduğunda polis, fail koca hakkında tutanak tutmak yerine onunla işbirliği yapıyor ve kadını şiddet gördüğü eve geri gönderiyor; ne yazık ki çoğu kadın “koruma kararına rağmen öldürüldü!” haberleriyle karşımıza çıkıyor. Öte yandan birçok ülkede son derece geniş yetkilere sahip olan kolluk, örneğin İngiltere’deki Sarah Everart cinayetinde olduğu gibi, zaten sadece siyasal amaçlarla değil kişisel amaçlarla da işlenen birçok kadına yönelik şiddet-cinayet olayının doğrudan faili.

iii.          Kadın cinayetleri

Faşizm bir baskı, şiddet ve denetim rejimi. Bunu hayata geçirmek için bazen ülkeyi yöneten iktidar kendi zor aygıtlarını kullanırken bazen de bunu evi yöneten erkek aracılığıyla kadınların bedeni üzerinde baskı, şiddet ve denetimiyle uyguluyor. Kadınları kimler öldürüyor diye baktığımızda, en yukarıda kadın-erkek eşitliği fıtrata aykırıdır diyen, bir gece yarısı İstanbul Sözleşmesi’nden çekilen Erdoğan’ı görüyoruz. Hemen altına indiğimizde, AKP milletvekillerini görüyoruz. Nadira’nın katili Şirin Ünal, Yeldana Kharman’ın katili kontrgerilla şefi Mehmet Ağar’ın oğlu Tolga Ağar. Aşağıya biraz daha indiğimizde ise, devletin polisi Fatih Burak Aykul’un öldürdüğü Feray Şahin’i, uzman çavuş Musa Orhan’ın tecavüz ederek intihara sürüklediği İpek Er’i görüyoruz. Daha aşağılara indiğimizde boşanmak, ayrılmak isteyen kocası/eski kocası/sevgilisi tarafından öldürülen kadınları görüyoruz. Ceren Özdemir cinayetinde, katil kadınlar arasından rastgele bir seçim yaptığını söylüyor. Edirne’de bir erkeğin rastgele seçtiği kadınların yüzüne sıvı sinek ilacı attığı haberini okuyoruz. Bir dönem sokaklarda tanımadığı kadınların yüzüne kezzap atan erkekler vardı. Bu ortamda mahkemeler, erkek yargı cezasızlık ve mağdur suçlama siyasetiyle “işine karışılan erkekleri” rahatlatmak üzere devreye giriyor.

Yukarıdan aşağıya örgütlenen kadın düşmanlığı, patriyarkayı tüm kurumlarıyla bir yargıç gibi her itirazımızda; boşanmak istediğimizde, o kırmızı ruju sürdüğümüzde, gece sokakta tek başımıza yürüdüğümüzde karşımıza dikiyor. Erkek şiddetiyle karşılaşmamızın bizim suçumuz olduğunu söylüyor ve her özgürleşme çabamızda cezalandırılmamız gerektiği hükmüne varıyor. Tüm bu farklı katmanlardaki erkek saldırıları iktidarın cezasızlık politikalarından faydalanıyor.

  1. Cezasızlık politikaları

Erkeklerin devlete bağlılığı, aile içinde kadınlar üzerindeki egemenlik üzerinden kurulan erkeklik dayanışmasına bağlı. Aileyi, “devleti yöneten erkekle, evi yöneten erkeğin kurumsal ittifakı” olarak tariflediğimizde bu dayanışma anlamlı bir açıklama buluyor.

Erkeğe, kadını ehlileştirmek için sınırsız şiddet hakkı tanıyan iktidar; erkeğin bunu yapabilmesi için hukuk aracılığıyla bir alan yaratıyor. İyi hal indirimleriyle, tahrik indirimleriyle, nafaka hakkının gaspıyla, boşanmayı zorlaştırmasıyla erkeğe devlet tarafından aklanma garantisi sunuluyor. Bir yandan “severek evlenen” ve “haksız yere tutuklandığı için mağdur olan ailelerin mağduriyetini gidermek için”, çocuk cinsel istismarı faillerine af müjdesi veren iktidar, bir yandan da çocuk istismarına karşı idam ve hadım tartışmaları yapıyor. Diyanet aracılığıyla 9 yaşındaki kız çocuklarının evlenebileceği fetvaları veriyor. Bu durum bir çelişki yumağı gibi görünse de, kendi içerisinde bir temele oturuyor. Çelişkili görüntüyü yaratan iktidarın ideolojik karmaşası değil kadın isyanlarının, iktidarın aile politikalarını istikrarsızlaştırması, krize sokması.

  1. Kürtaj hakkının gaspı

AKP iktidarının beden ve aile siyasetine doğrudan müdahalesindeki dönüm noktası “Her kürtaj bir Uludere’dir” ve “3 çocuk doğurun” dayatması oldu. AKP faşizminin kurumsallaşması sürecinde açık kadın düşmanı siyasetler, diktatörlük rejimine ideolojik-siyasal destek devşirmenin temel araçlarından birine dönüştü. Diktatörlük sürecini alabildiğine derin bir yağma ekonomisine dayandıran AKP, emeğini yağmaladığı genç erkek nüfusla kadın bedenini alabildiğine yağmalama/denetleme hakkı tanıma; zayıflayan denetimini yeniden tesis etme vaadiyle kurduğu ittifakını hiçbir zaman gevşetmedi.

. İktidarın kadın ve aile politikasında fiili hükümet programı gibi işlev gören 2016 tarihli Boşanma Komisyonu Raporu. Boşanmalar yoluyla ailenin çözülmesi paniğini yansıtan rapor, asıl olarak kadınların evden, eşlerinden kaçma arzularını engellemek, onlara set çekmek için hazırlanmış gibi görünüyor. Rapor, çeşitli önlemlerle aileyi korumak adına kadınların boşanmasını zorlaştırıyor, aileyi ve kadınları din, arabuluculuk ve aile danışmanlığı alanına çekiyor. Ayrıca getirilen önerilerden bazıları, doğrudan çocuk istismarının ve kadına şiddetin önünü açma riski taşıyor.

Faşist saldırganlık, sıradanlaşan gericilik ve ırkçılık karşısında kadın hareketi nasıl bir mücadele hattı oluşturmalı?

Neoliberal faşizmin bu küresel yayılma momentinde cinsiyetçi işbölümü ve toplumsal cinsiyet eşitliğiyle ilgili sorunlar daha önce hiç olmadığı kadar ciddi, kutuplaşmış politik sorunlar haline geliyor. Diyebiliriz ki toplumsal cinsiyet sorunu erkekliği yeniden tesis etmeyi amaçlayan siyasetler/rejimler tarafından gerici- patriarkal-faşizan biçimlerde siyasallaşıyor ki bu da bizi yeni tartışmalar yapmaya zorluyor. Elimizdeki verili araçlarla, şimdiye kadar yapa geldiğimiz, bildiğimiz tarzlarda toplumsal cinsiyet eşitliği savusunu yapmak, ne yazık ki etkisiz kalacak gibi görünüyor.  Çünkü karşımızda tipik aileci, muhafazakâr patriarkal politikaların çok ötesinde, daha ağır bir durum ve ona eşlik eden eril bir tepkiyi örgütleyen bir rejim var.

Ne tek başına kadın emeğinin neoliberal kullanımları, ne tipik aileci politikalar, mevcut çoklu krizin derinliğinden türeyen siyasal/hegemonya kriziyle bütünleşerek gelişen erkekliğin yeniden inşası siyasetinin şiddetini açıklayabiliyor. Deniz Kandiyoti, “eril restorasyon” ve ona eşlik eden şiddetin, ataerkilliğin rutin işleyişi ya da gelenekselciliğin geri dönüşü ile değil yıkılışı ve kadınların baskı altına alınmasının artık hegemonik olarak güvence altına alınamayışı ile açıklanabileceğini söylüyor. “Cinsiyete dayalı toplumsal şiddetin şahlanması, kendini güvenceye almış bir ataerkilliğin değil, toplumsal cinsiyet düzeninin ve genel olarak siyasi düzenin krizinin göstergesidir”. Bu ortamda “erkek mağduriyeti” anlatısı üzerinden harekete geçen yeni bir erkek hakları hareketi büyüyor.

Neoliberal patriarkal kapitalizmin çoklu krizinin içinden gelişen neoliberal siyasal hegemonya krizi ve patriarkal hegemonya krizinin birleştiği tarihsel bir anda, erkekler arası dayanışma, arkaik ataerkil sözleşmenin olabilecek en sert biçimlerde ve yöntemlerle geri çağrıldığı faşist biçimlerde karşımıza çıkıyor.

Yeni Türkiye rejimi her alanda güçlendirilmiş, şiddetlendirilmiş bir erkeklik performansı, güç gösterisi ya da gövde gösterisi olarak kendini dışa vuruyor. Elbette cinsiyetçi işbölümü, toplumsal cinsiyet ve cinsellik alanında olup bitenler bu gövde gösterisinin en önemli ayağını oluşturuyor ve bu gövde gösterisi sadece yasal alanla da sınırlı değil. Bu alandaki iktidar stratejileri, sınır çekme, sınırları belirginleştirme, kategoriler ve katı rollere sınırlandırma, arzu akışlarını durdurma ya da etkileşimleri, kesişimleri azaltma, yaşamsal enerjiyi sınırlama, görünürlüğü ve hareketliliği azaltma gibi stratejilerede yaslanıyor. “Haddini bil” demek ve ”haddini bildirmek” bugün en temel iktidar söylemi haline gelmiş durumda.

Sonuçta varılan noktada kadın bedeni üzerinde bir yandan yeni yasal düzenlemeler, mevcut yasal haklara yönelik saldırılar, bir yandan keyfi idari tutumlar, engellemeler, polis baskısı, faşist saldırılar, sansür gibi çoklu şekillerde ortaya çıkan faşist bir baskı ortamı tesis ediliyor. Düzen ve aile orta yerinden patlarken, aile şiddetle çöküyor. Düzenin krizi, iktidar tarafından aile krizi olarak tercüme ediliyor; aileyi koruma siyaseti boşanmak, kaçmak isteyen kadını durduran, bunun karşısında erkek şiddetini besleyen bir rejim olarak kalıcılaşıyor. Bu iklimde, bazı yandaş kesimler daha açık biçimde medeni kanunun İslami açıdan gözden geçirilmesini savunmaya başlıyor. Annelik sadece İslami değerlere atfen en yüce meslek olarak yücetilmekle kalınmıyor, aynı zamanda, Türkiye’nin büyük bir güç olmasını engellemek amacıyla nüfus planlamasını dayatan dış güçlere karşı, milli bir görev olarak da öne sürülüyor. Toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesi yerini aileci politikalara bırakırken, kadın hareketleri, LGBTI+ bireyler ve örgütleri çeşitli şekillerde baskı altına alınıyor. Son yirmi yıldır ağır bir kronik sorun halini alan kadına yönelik şiddet sorunu, özellikle kadın cinayetleri ve çocuk istismarı, yeni rejim döneminde daha da ağırlaşıyor.

AKP faşizminin kurucu ayaklarından biri dinci gericilikle beslenen kadın düşmanlığı, aileyi kutsayan, heteronormativite sınırları dışında kalan herkese saldıran sınırsız erkek egemenliği. Rejimin kadın düşmanı karakteri Kürt düşmanlığı, Alevi düşmanlığının yanı sıra temel bir ayak halinde kurumsallaşıyor. Kadın düşmanlığının üretim ve yeniden üretim ilişkileri içerisindeki maddi temelleri, neoliberalizmin genel yönetme /siyasal krizinin ihtiyaçlarıyla bütünleşerek aile politikalarında cisimleşiyor. Şiddet ve dini meşrulaştırma bu politikanın en temel iki aracını oluşturuyor. Bu ortamda yaşanan devlet krizi içerisinde kontrgerilla-mafya kapışmasının ortasındada kadın düşmanlığı yer alıyor. Kontrgerilla-mafya kavgasında erkekler adeta kadınların bedenleri ve hayatları üstünde tepiniyor. Güç sahibi birbirinden suçlu erkeklerin kurduğu işbirliği kadınlara yönelik her türlü suçun üstünü örtüyor. Kadın bedenleri kullanılıp atılan nesnelere dönüştürülüyor. Bir yandan da tüm muhalefet üzerinde her gün artan devlet/polis şiddeti kadın ve LGBTİ+lar üzerinde daha özel bir baskı aracına dönüşüyor. Boğaziçi eylemlerinde özel olarak LGBTİ+’lar hedef gösterilirken bir taraftan da tecavüz tehditleri, çıplak arama dayatmaları ile kadın ve LGBTİ+lar devlet tarafından cinsel şiddetle karşı karşıya bırakılıyor.

Bu ortamda Türkiye’den Arjantin’den Kolombiya’ya ve İngiltere’ye aynı sorular ve yanıtlar Las Tesis’in şarkılı eylemini tüm dünyaya yayan kadınların eylemlerinde yankılanıyor: “Devlet sorumludur, bizi polisten kim koruyacak? Kadın arkadaşlarım, kadın yoldaşlarım, feminist ağlar ve feminist özsavunma pratiklerimiz”.

İktidar sahibi erkekler şiddet faili olarak karşımıza çıkıyorsa, iktidar sadece katillere cezasızlık garanti ederek değil, onları silahlandırarak ve öncelikli iktidar-egemenlik pozisyonlarına yerleştirerek şiddetin sorumlusu ana odak olarak şekilleniyorsa, bu suç ittifakına karşı yaşamlarımızı savunmak haktır. Feminist hareket olarak, erkek şiddetini cezasız bırakan, teşvik eden tüm kurumlara karşı tepkilerimizi feminist bir özsavunma hareketi olarak siyasallaştırmak haktır. Çünkü kadınlar olarak ancak bu biçimde şiddetin mağdurları olmaktan çıkarak, hayatımızın her alanını kuşatan şiddetle mücadelenin aktif öznelerine, hayatı dönüştüren faillere dönüşebiliriz.

Öte yandan, bu sınırlandırılmış tartışmada faşizmin erkek egemenliğini kurucu bir unsur haline getirmesine odaklanmış olsak da, neoliberal faşizmin patriarkal kapitalizmin çoklu krizinin içinden geliştiğini; özellikle pandemi sonrasının aşırı güvencesizlik-geleceksizlik-denetim/baskı koşullarında faşizme karşı mücadelenin, sadece kadınların değil tüm toplumun hayatını kuşatan baskıcı yasalarla, farklı şiddet biçimleriyle; ırkçılıkla ve şiddetin daha da pekiştirilmesine neden olan tüm eşitsizliklerle mücadele demek olduğunu hatırlamalıyız.

Faşizme karşı mücadele patriyarkal kapitalizmin baskıcı suç ittifakına karşı mücadele ise feminist özsavunma faşizme karşı mücadelenin temel yöntemlerinden; feminist hareket, faşizme karşı mücadele cephesinin en güçlü ve dinamik öğelerinden ve kadınların özgürlük talepleri faşizmle en uzlaşmaz talepler yelpazesinin en temel eksenlerinden biridir.

Evet, tüm dünya kadınlarıyla birlikte tekrarlıyoruz: “feminista antifascista”. Çünkü baskıcı devletin açıkça maço bir tecavüzcü gibi örgütlendiği; patriarkanın özellikle cinsellik, aile veya ulus konusundaki bakış açısıyla faşist siyasetin merkezini oluşturduğu “bugünün dünyasında feminist analiz olmadan faşizme karşı mücadele mümkün değildir. Ve feminist hareket faşizme karşı direnişin en güçlü çekirdeklerinden birini oluşturma potansiyeline sahiptir”.

[1] Neoliberal faşizmin kurucu öğesi olarak aile krizi tartışmasını bu yönde derinleştirme ihtiyacı baki olmak üzere: Bugünün neoliberal faşist rejimlerinin aile krizini eskiye göre daha fazla merkezine alan siyasetlere yönelmesinin arka planında ise, “ailenin” neoliberal kapitalizmde “neo-liberal özne” inşasında stratejik bir rol oynaması bulunuyor. Tüm toplumsal koruma mekanizmalarından yoksun bırakılan;  toplumsal yeniden üretim ihtiyaçları açısından tümüyle “sosyal sermayesine”, yani temelde aileye yaslanmak zorunda bırakılan neo-liberal “erkek özne”, bu “sermayenin” isyanıyla, vahşi piyasa koşullarında tüm iktidar kurgularından yoksun çıplak bir başarısızlığa dönüşüyor. “Aile krizi” bugünün kapitalizm koşullarında, dünün aksine, neoliberal patriarkal kapitalizmin tüm hegemonya araçlarını kökten sarsan yıkıcı bir isyanı tetikliyor.

Kadın Savunma Ağı 2021 Çalıştayı tartışma sunuşu metni (Faşizm ve aile çalışma grubu) Çalıştay’ın diğer sunuş metinlerine buradan ulaşabilirsiniz: Kadın Savunma Ağı 2021 Çalıştayı

Yararlanılan Kaynaklar

  1. Sağ Popülizm ve Faşizm Üzerine Yöntemsel Bir Tartışma: Küresel Örüntüler ve Ulusal Özgüllükleri Birlikte Anlamak – Cenk Saraçoğlu (Praksis 44-45)
  2. Bir Musibet: Yeni Türkiye’de Erillik,Şiddet ve Feminist Siyaset – Alev Özkazanç (Dipnot Yayınları)
  3. Avrupa’da Ve Türkiye’de Yükselen Toplumsal Cinsiyet Karşıtı Hareketler Üzerine – Alev Özkanç İle Söyleşi – Ayça Günaydın, Esra Aşan (Kültür Ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar)
  4. Küresel Kapitalist Kriz ve 21. Yüzyıl Faşizmi: Trump’ın Ötesinde – William I. Robinson (Praksis 50)
  5. Şehrazat, Homo Sacer ve İstanbul Sözleşmesi – Eylem Ümit Atılgan (ViraVerita.org)
  6. Evrensel faşizm? – EnzoTraverso (textumdergi.net)
  7. 22 Maddede Faşizm ve Antifaşizm: Zehir ve panzehir – UgoPalheta (birartibir.org)
  8. Feminist Grevin Siyasal Yeniliği- LuciCavallero ve VerónicaGago, https://kadinsavunmasi.org/feminist-grevin-siyasal-yeniligi-luci-cavallero-ve-veronica-gago/
  9. “Hoy en día no puede existir antifascismo sin un análisis feminista”, https://www.eldiario.es/comunitat-valenciana/hoy-existir-antifascismo-analisis-feminista_1_1561599.html

Yorumlar