Belki uzun zamandır kent merkezlerine çok sıkışıyoruz diye hayıflandığımız feminizmimiz, bizimle teması çok az olan kadınlarla buluşuyor. Kendini onunla yeniden harmanlayarak bölgedeki kadınları dönüştürürken kendisi de dönüşüyor. Bu yıkımın içinden yeni bir feminizm filizleniyor
Pandemiden sonra bütün ülkede yıkıcı bir etki yaratan bu büyük yıkım -deprem demek hafif kalıyor- sadece deprem bölgesinde değil memleketin dört bir yanına yayılan göç dalgalarıyla göçmen-kadın emeğine dair yeni kapasiteler ve sorunlar oluştururken toplumsal yeniden üretim kapasitemizin tekrar sınandığı bir an yaratıyor. Bundandır herhalde birçoğumuz son bir aydır yaşadıklarımız, hissettiklerimiz ile pandemi sürecindekiler arasında çok büyük benzerlikler kuruyoruz. Pandemi yaşamlarımızın radikal biçimle altüst oluşuna, bir kesimin aylarca eve kapanmasına, bir kesimin ölüm pahasına dışarıda çalıştırılmasına neden olmuştu. Yaşamın olağan akışının pratikleri bozulmuş, toplumu yeniden üreten faaliyetlerin önemini yeniden hatırlatmıştı, mesela kentlerin temizliğini sağlayan belediye çalışanlarının, elektriğini sağlayan enerji işçilerinin, temel gıdayı üreten işçilerin, koruyucu sağlık hizmetlerinin önemini ve vazgeçilmezliğini hatırlatmıştı. Bununla beraber toplumsal yeniden üretim alanlarındaki krizi de yüzümüze çarpmıştı. Bu krizin altında ezilen kadınların aynı zamanda sistemi pandemi sürecinde ayakta tutan baş rollerden birini oynadığını da görmüştük.
Şimdi ise aradan iki yıl geçmeden yine radikal bir altüst oluşun içindeyiz. Tek bir gecede bütün bir yaşamımız altüst oldu. En azından benim açımdan depremden bir gün öncesi, 5 Şubat’ta, haftalarca emek emek ördüğümüz İstanbul büyük kadın buluşmasının aklımda bıraktığı sorular, yarattığı heyecan, feminist hareketin geleceğine dair ne yapsak diye birlikte kafa patlattığımız yüzlerce kadın ile geçen bir gündü. O gün de hiçbir şeyin normal akmayacağını, iktidarın “seçim sürecinde” saldırılarının sertleşeceğini, bunun karşısında feminist hareketin siyasal bir özne olarak nasıl var olabileceğini konuşuyorduk aslında. Hiçbir şeyin normal akmayacağı derken bu kadarı kimsenin aklına gelmezdi tabii. Yaşadığımız yıkıntının sadece AKP iktidarının değil, toptan bir neoliberal sistemin yıkıntısı olduğunu pandemiden sonra bir kez daha gösterdi bize bu deprem. Neoliberalizmin yarattığı ağır tahribatlar sonrası yerkürenin yaşamı var edebilme kapasitesi, toplumun kendini yeniden üretme kapasitesi, kapitalist tahakküm ilişkileri tarafından tahrip edilmiştir. Neoliberal politikalar halkı mülksüzleştirerek, yoksullaştırarak deprem gibi, pandemi gibi afetler karşısında halkı daha da çok savunmasız bırakıp, kentleri ve afet süreçlerini bu biçimiyle yönetmeyi tercih ediyor. Neoliberal-faşist afet yönetimi, pandemiyi de bu biçimiyle yönetiyor, afet anını da bu biçimiyle yönetiyor. Bu yüzden artık en küçük afet büyük bir yıkıma dönüşebilecek potansiyel taşımaktadır. Bu yıkıntının içinde yaşamı, kentleri yeniden inşa etmeyi konuşurken artık toptan bir dönüşümü konuşmanın vaktidir tam da şu an. Deprem sonrası bölgede sosyalist örgütlerin, feminist örgütlerin, meslek örgütlerinin birlikte yarattığı yaşam alanları, halka gösterdikleri gerçeklik bunun küçük nüveleridir sadece.
Tam bir aydır Hatay’dayız. Bir aydır halkla dayanışma ilişkisi içerisinde ihtiyaç malzemelerini ulaştırırken yeniden yaşamın mümkün olabileceğini, yaşamı kendi özgücümüzle inşa edebileceğimizi göstermeye, ellerimizle emek emek inşa etmeye çalışıyoruz. Devletin tüm saldırılarına rağmen yapıyoruz bunu. Kolay değil elbette. Bir kentin neredeyse %60’ının yok edildiği, kentte toplumsal yaşamın sürekliliğini sağlayan eğitim, sağlık, barınma gibi temel kurumların hepsinin yok edildiği, geçim olanaklarının yok edildiği bir durumda yaşamak ve yaşatmak için mücadele ediyoruz. Yok edildiği diyorum çünkü yaşanan yıkım göz göre göre iktidarın rant hırsı, anti bilimsel uygulamaları, yerel yönetimlerle olan uyuşmazlığı yüzünden geldiğini biliyoruz. Depremle beraber yıkılan kentte sonrasında da yaşamı mümkün kılmayan, bunda direnen (26. günde Hatay’da hala su yok) iktidar doğrudan halkın yaşamına kast etmektedir. Bunu sadece depremden sonra değil, depremden önce de kentlerde yaşayan halkı kendi öz örgütlülüğünden mahrum bırakarak, sosyalist hareketin bütün unsurları, emek meslek örgütlerinden köy derneklerine, alevi derneklerinden kültür sanat topluluklarına kadar KHK’ler ile, yönetmelik değişiklikleri ile kentten tasfiye edilmiştir. Yani halkı savunmasız çaresiz bırakıyordu. Bugün halkın deprem sonrası yaşadığı çaresizlik, savunmasızlık sadece geçen otuz güne ait değil, baskılarla, kayyumlarla, bombalarla, olağanüstü hallerle örgütsüzleştirilen yirmi yıla aittir.
Kentin feminist yeniden inşası üzerine
Deprem sonrası kadınların yaşamında pandemiyle bakım emeğinin üzerlerine yıkılması gibi benzerlikler taşıyan ağır dönüşümler yaşanıyor. Deprem öncesi çekirdek aile yaşamından ani biçimde geniş aileye geçildiği, her çadır alanında en az üç dört çadır halinde üç dört ailenin beraber yaşamaya başladığı, tabii bununla beraber de kadınların çekirdek ailede iki üç kişinin sorumluluğunu alırken şimdi on kişiye aynı anda bakmak; yemeğinden, üstüne kıyafet bulmaya onları su-elektrik yokken yıkamaya çalışmasına, yaşlı varsa onun bakımına, internet ve elektriğin olmadığı bir ortamda üniversiteye hazırlanan çocuğuna çalışma ortamı hazırlamaya kadar uzanan ağır bakım yükü bekliyor.
Deprem öncesinde var olan hane içi şiddet deprem sonrası da çeşitli biçimlerde devam etmektedir. Kadınlar çadır bulunamadığı için deprem öncesinde boşanma aşamasında olduğu kocasıyla aynı çadırda kalabiliyor. Hasarlı binalardan eşyaların alınması gerektiğinde erkekler kadınları enkaza girmeye zorlayabiliyor ya da erkekler enkazın altında kaybettiği yakınlarının acısını kadınlara çeşitli şiddet biçimleri şeklinde yansıtabiliyor. Bunun zorla alıkoyma, darp edilme, tecavüze uğrama gibi sonuçları olabiliyor. Bunlar karşısında ise kadınların yine özel alanlara çadırlara hapsoldukları bir durum var. Kentte şiddet önleyici mekanizmaların var olmaması kadınların 6284 sayılı kanun kaynaklı en temel haklarını dahi kullanmasını engelliyor. Yani kadınlar şiddet karşısında, emeklerinin ve bedenlerinin sömürüsü karşısında savunmasız bırakılıyor. Kadın çadırımız bu açıdan da aslında kadınlar için gelip başvurabilecekleri hem hukuki hem psikososyal destek alabilecekleri bir merkez haline gelebiliyor.
Kadınların yaşadıkları sorunlar ile birlikte kentin inşasında başından beri hissettiğim, sıfırdan başladığımız. Eğitiminden sağlığına, güvenliğinden barınmasına, altyapı sorunlarından topluluğun özbakımının sağlanmasına bunların hepsine sıfırdan çözüm bulmaya çalışıp, başarıyoruz da. Toplumsal bir eğitim toplumsal bir sağlığın gerekli ve istenirse mümkün olduğunu görüyoruz bu 30 günde. Ciddi sağlık sorunları yaşayan kadınlar sağlık hizmetine farklı biçimlerde erişebiliyor. Neoliberal politikalar sonucu özelleştirilen ve neredeyse ulaşılamaz duruma gelen sağlık hizmetine vajinal bölgede mantar enfeksiyonun bu kadar yaygınlaştığı bir süreçte muayene ve tedavi süreçlerine TTB ve SES gibi sağlık örgütleri sayesinde doğrudan erişebiliyorlar. Bir benzer örnek doğum kontrol haplarına doğrudan ilk elden alabilecekleri güvenli, feminist noktalar var artık. Barınma sorununu kolektif biçimde çözüyoruz. Altyapı sorunlarında bir mühendis olmasak da artık hepimizin az çok bir fikri var. Ve bunları feminist biçimlerde yapıyoruz. Toplumun yeniden üretimini sağlayan alanların inşasına, bir kentin inşasına feministler kurucu bir özne olarak dahil oluyor. Feminist hareket bugüne kadarki bütün mücadele birikimiyle, aslında ona çok da uzak olmayan cinayetler, katliamlar karşısındaki yasta değil isyanda olma haliyle bugün bölgede çalışmalar yapıyor. Bu açıdan toplam sosyalist hareket açısından da yol gösterici bir örgütlenme deneyim ve pratiği var. Sadece depremin ikinci günü bir araya gelerek ortak bir afet için feminist dayanışma ağının kurulmasına dahi bakarsak dikkate değer bir pratik sergiliyor.
Belki uzun zamandır kent merkezlerine çok sıkışıyoruz diye hayıflandığımız feminizmimiz, bizimle teması çok az olan kadınlarla buluşuyor. Kendini onunla yeniden harmanlayarak bölgedeki kadınları dönüştürürken kendisi de dönüşüyor. Bu yıkımın içinden yeni bir feminizm filizleniyor. Hem de o kadar hızlı yayılıyor ki kadınlarla ihtiyaç malzemesi dağıtımlarının ötesinde kadınların yaşamını örgütleyen bir form alıyor. Depremzede kadınlarla aramızda alma verme ilişkisinin ötesinde gerçek bir kızkardeşliği inşa edebileceğimiz kanallar açılıyor. Sabah akşam birlikte vakit geçirdiğimiz kadınlar arasında “kadın savunmasından kızlarımızın” onlara başka bir kapı açtığını depremin acılarını kısmen unutturduğunu söylüyor. Kadınlarla kurduğumuz istikrarlı, güvenli diyalog aralığı, sorunlarına dışardan müdahale eden değil de birlikte kolektif bir çözüm bulma ilişkisi kurmamız onların kendi yaşamlarının aktif öznesi olmasını sağlıyor. Depremzede kadınlar kendilerini sağaltıp güçlendirirken artık kentte başka bir özne olarak var olmaya başladıkları bir durum oluşuyor. Öyle ki depremzede bir kadın arkadaşımız Nazlı abla, Sevgi Parkı’ndan bizi çıkartmaya çalıştıklarında Vali’nin karşısına çıkıp “Kadın Savunması’ndan kızlarımız olmasa çamaşırımız olmayacaktı, onları da bizi de parktan çıkaramazsınız” diyebiliyor.
Yani bu topraklarda adımız kalıyor. Her yıkım içinde kuruculuğu barındırarak açığa çıkar bu yıkımın içinden bu topraklarda feminist mücadelemiz kalıyor.