Kadınların kazanımlarından vazgeçmeye niyeti yok. Peki, biz; kadın hareketi ya da feminist hareket, salgınla beraber güçlenen erkek şiddeti, kadın düşmanı politikalar ve erkek egemenliği karşısında kadınların öfkesini ve isteklerini yönlendirebilecek, örgütleyebilecek durumda mıyız?
Bu yıl 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü, COVID-19 vakalarının arttığı, devletin her gün açıkladığı rakamları kendisinin bile yalanladığı bir dönemde gerçekleşti. Dolayısıyla herkes için merak konusuydu kadın hareketinin ne yapacağı. Ve sonuçta geçtiğimiz yıllardan hiç de geri kalmayan bir tablo çıktı ortaya. Eylemlerin katılımları çeşitli yaş kısıtlamaları ve salgına rağmen çoğu yerde azalmadı. Birçok şehirde kadınların sokak ısrarı yasaklara rağmen devam etti. Ancak bu niceliksel verilerden öte bir mesajı vardı 25 Kasım eylemlerinin. Sokağa çıkıp eylemlerde olan kadınlar ya da eylemlere gelemese de evinden, sosyal medyadan, gönlünden kadın mücadelesine katılan kadınlar, pandemi koşullarının yaşamlarında yarattığı kapanı görüyor ve buna karşı sesini duyurabileceği alanlar arıyor. Kadınların kazanımlarından vazgeçmeye niyeti yok. Peki, biz; kadın hareketi ya da feminist hareket, salgınla beraber güçlenen erkek şiddeti, kadın düşmanı politikalar ve erkek egemenliği karşısında kadınların öfkesini ve isteklerini yönlendirebilecek, örgütleyebilecek durumda mıyız? Son yıllarda toplumun en bilinçli ve örgütlü kesimini oluşturan kadınları bütün toplumun daha iyi bir yaşam umudunun temsilcisi yapabilecek miyiz ya da buna aday mıyız?
25 yıl kaybetmek…
Daha önce bir Mor Pusula yazısında salgın döneminde özellikle ev içerisinde erkek şiddetindeki ani artışın “gölge pandemi” olarak adlandırılmaya başlandığını yazmıştık. Geçtiğimiz hafta 25 Kasım vesilesiyle Birleşmiş Milletler Toplumsal Cinsiyet Eşitliği ve Kadının Güçlendirilmesi (UN Women) Birimi’nin COVID-19 çalışmaları yeniden gündem oldu. Bu çalışmalara göre kadınlar uğruna mücadele ederek 25 yılda kazandıklarını bir yıl içinde yitirilebilir. Salgınla ortaya çıkan ek bakım ve ücretsiz ev içi emek ihtiyacını da kadınların üstlenmesi, “1950’lerin toplumsal cinsiyet rollerine geri dönülmesi riski” yaratıyor. Yine aynı birimin verilerine göre dünya üzerindeki ücretsiz işlerin çoğunu zaten kadınlar yapıyorken, salgınla beraber bu iş yükü en az ikiye katlanmış durumda. Birçok kadın bu yük artışında dolayı işlerine geri dönemiyor. Araştırma yapılan birçok ülkede kadınların şiddet başvurularının, özellikle aile içerisindeki erkek şiddetinin arttığı da veriler arasında.
Türkiye’de devlet kadınların maruz bırakıldığı eşitsizliklere ve şiddete dair istatistik oluşturmuyor. Üstünü örtüyor. Biz bu verileri kadın örgütlerinin basından derlediği raporlarla öğreniyoruz. Her 25 Kasım öncesinde olduğu gibi bu yıl da İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, resmi olmayan rakamlarla şiddetin azaldığını anlatıp erkekleri ayıpladı. Erkek şiddetine suç demeyen, 6284 sayılı yasanın uygulanması için üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmeyen, pandemiyle birlikte kadınların şiddete daha açık hale gelmiş olmasına dair önlemler almayan bir Bakandan bahsediyoruz. Aynı Bakan neredeyse bütün 25 Kasım eylemlerinde polisi kadınların karşısına çıkardı. Kısacası devlet cephesinde değişen bir şey yok. Ancak kadınlar cephesinde toplumsal, cinsel, ekonomik eşitsizliklerin ve erkek şiddetinin artışı var. Son yıllarda kadın hareketinin tırmalayarak kazandıklarını kaybetmesi riski var. Buna izin veremeyiz. Vermemeliyiz.
Barikatları aşmak…
Türkiye’de özellikle son 10 yıldır, artan kadın düşmanlığına karşı kadın hareketi hem sokak eylemleriyle, hem ürettiği bilgiyle hem de kadın dayanışması ile güçlü yanıtlar üretti. Ancak özellikle rejim değişikliği sonrası kazanılmış haklara yönelen saldırılar ve bir bütün olarak toplumsal yaşamı ve tabii ki kadınları kuşatan gerici–faşist politikalar karşısında bugüne kadar ürettiklerimizin, mücadele yol, yöntem ve araçlarımızın yetmediğini söyleyebiliriz. Son 9 aydır buna bir de salgın yönetiminin kadınların hayatında yol açtığı tahribat eklendi.
Bu 25 Kasım öncesi çoğu kadın platformu sokak eylemi yapıp yapmama, eylemi en güvenli yerde ya da simgesel alanda yapma, polis şiddeti karşısında alınacak tutum gibi tartışmalarla tıkanma dönemleri yaşadı. Bu tartışmalar tarihsel bir mücadele gününü salgın koşullarında kadınların hayatına yönelen tehditlere karşı bir direniş gününe çevirme iddiasını, en azından hazırlık süreçleri açısından, geri düşüren sonuçlar yarattı. Evet, 25 Kasım’da birçok şehirde karşımıza polis barikatı çıktı, çıkmaya da devam edecek ve hem deneyimlerimize bakarak hem de yeni yol ve yöntemlerle polis barikatını nasıl aşacağımızı bulmalıyız. Ancak aşmamız gereken tek barikat polis barikatı değil. Ya da bir eylemin, bir hareketin başarısının sadece polis barikatı karşısındaki tutumuyla ölçüldüğünü iddia etmiyoruz. Bu açıdan ne yasaklı meydanlarda eylem yapma tutumu, ne yürüme iddiası ne de sokağa çıkma kararlılığı, düz bir sokak militanlığı tartışması değil.
Bütün bunlar salgınla beraber eskisine oranla daha temsili hale gelse de aynı kararlılıkla “Buradayız, erkeklerin ve devletin şiddetine boyun eğmiyoruz, birbirimizden cesaret alıyoruz” diyebilmenin, sesimizi duyurabilmenin etkili birer yolu. Ve elbette ki tek yolu değil. Kadınların birbirinden güç alacağı her sohbet, her etkinlik, her eylem, her türlü dayanışma hayatlarımız üzerindeki baskıyı kıracak hale getirilebilir. Hiçbirini birbirinin yerine koymadan önümüzdeki barikatları nasıl aşacağımızın yollarını aramalıyız.
Faşizmin, dinci gericiliğin, savaş politikalarının belirleyiciliğinde, kapitalist kriz koşullarında ve salgın altında kolektif politika ve eylem nasıl üretilir? Bugüne kadar oluşturduğumuz eylem birliktelikleri, platformlar ve bir arada durmamızı sağlayan hukuk yeterli mi? Kendini değil mücadelenin çıkarlarını korumayı önceleyecek, ilerlemeye niyeti olanı engellemeyecek bir hukuku kurabilecek miyiz? Kadın hareketi toplumsal hareketin ön açıcı bir parçası olarak örgütlenemez mi? Yüz yüze temasın iyice azaldığı, kitlesel buluşmaların kısıtlandığı koşullarda birbirimize dokunmanın, birbirimizden güç almanın yolları nelerdir? Peki, iktidarların ve erkeklerin kadınların özerk varlığının üzerinde tepindiği bu günlerde, bıçak kemiğe dayandığında ya da bunu beklemeden “sesimiz yankılansın” demenin, “yeter artık” demenin, “isyandayız” demenin temsili değil gerçek ve en kitlesel yolunu açabilecek miyiz? “Gece karanlıktan korkarsan bu kenti ateşe veririz” sözünün verdiği güveni hepimiz hissediyoruz, peki yeri gediğinde Meksikalı kadınlar gibi erkek adaletin simgesi mahkemeleri ateşe verebilecek miyiz? “Grev midir?”, “direniş midir?” tartışmalarına boğulmadan gerçekten hayatı durdurabilecek miyiz?… Görünen o ki kadın hareketinin konuşmaya, deneyimlerini değerlendirmeye, birbirinin ve mücadelenin önünü açacak yollar bulmaya ihtiyacı var.
Birbirimiz için…
Bu 25 Kasım’ın en güçlü vurgusu birbirimiz için eylemde olduğumuza ve birbirimizden vazgeçmediğimize dairdi. Birbirimiz için neler yapmamız gerektiğini sadece kadın hareketi değil tek tek kadın örgütleri de gündeme alacaktır elbette.
Türkiye’de ilk COVID-19 vakası açıklandığı günlerde Kadın Savunma Ağı online toplantılar ve etkinlikler yapmaya başladı. Daha ilk günlerde “Pandemi günlerinde kadınlardan acil çağrı” açıklamasıyla hem kadınlara seslendi hem de iktidarın acil olarak yapması gerekenleri sıraladı. Peşi sıra hem eylemlerle hem de kadın hareketinin ortak online çalışmalarıyla bu talepleri örgütlemeye çalıştı. “Yeni normalde kadınlar konuşuyor” diyerek sistemin içinde olduğu çoklu krizlerin kadınları nasıl etkilediğini ve mücadele olanaklarını tartıştı. İstanbul Sözleşmesi’nin feshi tartışmalarına kadın örgütleri ve feministlerle beraber başarılı bir yanıt üretildi. Kadınlarla küçük gruplar halinde bir araya gelmenin yolları arandı. 25 Kasım geleneksel olanı çok aşamayan yöntemlerle de olsa şehir şehir iradi olarak örgütlendi. Birbirimizden de mücadelemizden de vazgeçmedik. Ancak yaptıklarımızla yetinemeyiz.
COVID-19 nedeniyle her gün binlerce insan hastalanıyor, yüzlercesi yaşamını yitiriyor. AKP-MHP iktidarı 9 aydır halkı salgından korumak yerine salgını sermayenin karını arttırmak ve iktidarda kalmak için bir fırsat olarak değerlendiriyor. Ülke ekonomisi çökmüş, bu çöküntünün altında ezilenlerin ilk sıralarında kadınlar geliyor. Salgına önlem diye alınan uyduruk kısıtlamalar kadınları sosyal hayattan geri çektiriyor, güvenli diye sığınılan evler kadınlar için birer cehenneme dönüşüyor. Sistemin bir kuruluşu bile kadınların 25 yıllık kazanımlarını bir yıl içinde kaybedebileceği söylüyor. Bu koşullarda elbette elimizde olanla, 25 Kasım’da yaptığımız sokak eylemleriyle yetinemeyiz. Birbirimiz için daha yapacaklarımız var. Evde ya da sokakta kadınlarla birlikte sesini yükseltebilecek, iktidara ya görevini yap ya da defol git diyebilecek, kadından kadına gerçek ve kalıcı bağlar kurabilecek bir mücadelenin yollarını her şeyden önce kendi gücümüze dayanarak arayıp bulmalıyız. 25 Kasım’dan bir gün sonra yapılan online değerlendirme toplantısına ayağında uyutmaya çalıştığı çocuğuyla katılan bir kadın avukatın olduğu örgüt bunu yapabilecek güce kesinlikle sahiptir.
Yorumlar