Bugün bu yasa tartışmasının geldiği yer, adaletten değil, hakikatten kopmuş bir duygu siyasetinden besleniyor. Bu siyaset biçimi, toplumsal infial anlarında sağ söylemin hâkimiyetini arttırıyor; öfke, linç ve cezalandırma arzusu “çözüm” gibi sunuluyor. “Suça sürüklenen çocuk” kavramı bir günde ortaya çıkmış bir etiket değil; yıllar süren insan hakları mücadelesinin, kolektif emeğin bir sonucudur. Bu kavramı değersizleştirerek yapılan her “yasa değişsin” çağrısı, bir mücadele tarihinin de yok sayılması anlamına gelir.
Rakel Dink, 2007 yılında eşi Hrant Dink öldürüldüğünde hiçbirimizin aklından çıkmayacak bir cümle kurmuştu. Bu cümle, Ahmet Minguzzi’nin öldürülmesinin ardından tekrar zihnimizde çınlıyor. Çünkü bir çocuğun, başka bir çocuğu bıçaklayarak öldürmesi karşısında yasalar değil sadece duygular konuşuluyor; öfke, intikam ve cezalandırma talebiyle…
Ahmet’in ölümü hepimizi derinden sarstı. Bir çocuğun ölümüne üzülmemek mümkün değil. Ancak bu cinayetin ardından yükselen sosyal medya tepkileri, fail çocuğun “mutlaka müebbet alması gerektiği” yönünde organize olmuş durumda. Bu taleplerin bir kısmı ne yazık ki failin etnik kimliğine (Kürt oluşuna) yönelmiş ırkçı bir lince dönüştü, nefret söylemini körükledi. Oysa burada konuşulması gereken asıl konu, çocukların neden suça sürüklendiği.
“Suça sürüklenen çocuk” yalnızca hukuki değil, aynı zamanda toplumsal bir gerçeği ifade eder. Ceza sorumluluğu taşısa bile bir çocuğun işlediği eylem; gelişimsel özelliklerinden, maruz kaldığı şiddetten, yoksulluktan, eğitimsizlikten, dışlanmışlıktan ve yalnızca olanaksızlıklardan değil, aynı zamanda şiddetin toplumsal olarak normalleştirildiği, özendirildiği kültürel atmosferden de bağımsız düşünülemez. Tıpkı Rakel Dink’in dediği gibi: “Bir bebekten katil yaratan karanlık sorgulanmadıkça” adaletten söz etmek mümkün değil.
Bu sözü hatırlatırken amacımız Hrant Dink cinayeti ile Ahmet Minguzzi cinayetini aynı kefeye koymak değil. Bugün çocuklara müebbet istemek, çocukları yetişkin gibi yargılamak ve cezalandırmak talebi sadece bu dava özelinde değil, tüm çocuklar için ciddi bir tehdit oluşturuyor. Bu adım, yalnızca cezai adalet sisteminin değil, toplumsal eşitsizliklerin ve ayrımcılıkların da meşrulaştırılması anlamına gelir.
Bir çocuğu suça sürükleyen sistem nedir?
Hiçbir çocuk suça “doğuştan” meyilli değildir. Şiddet, yalnızlık, dışlanmışlık ve çaresizlik; çocukları yavaş yavaş suça iten birikimli süreçlerin sonucudur. Bu süreç, sadece bireysel değil; sistemsel bir mesele olarak ele alınmalıdır. Bugün Türkiye’de yüz binlerce çocuk, eğitime erişemiyor, yoksulluk içinde yaşıyor, şiddet ortamlarında büyüyor, sokakta, okulda, evde istismar görüyor. Ancak sadece bu da değil; sistem, kimlikleri nedeniyle çocukları dışlıyor.
Kürt, Alevi, Ermeni, Arap veya Roman çocuklar dil, kültür ya da aidiyetleri nedeniyle okulda ve mahallede ayrımcılığa uğruyor. Mülteci çocuklar, yurttaş olmadıkları için eğitim ve sağlık hizmetlerine erişemezken istismara açık hale geliyor. LGBTİ+ çocuklar cisheteronormatif düzende dışlanıyor, normlara uymaları için baskılanıyor. Engelli çocuklar ise sistem tarafından görünmez hale getiriliyor. Bu çocukların çoğu, daha küçük yaştayken “potansiyel tehlike” olarak kodlanarak medyada, okul disiplin süreçlerinde, polis baskınlarında ya da yargı salonlarında fail olarak işaretleniyor.
Ancak bu tabloyu sadece dışlayıcı yapılarla sınırlamak eksik olur. Bugün çocuklar aynı zamanda şiddetin toplum içinde sürekli üretildiği, dolaşıma sokulduğu ve meşrulaştırıldığı bir kültürel iklimde büyüyorlar. Mafya liderlerinin dizilerde kahramanlaştırıldığı, başrol karakterlerinin vurduğu, dövdüğü, sövdüğü kadar güçlü gösterildiği bir toplumda yaşıyoruz. Özellikle bugünün dijital çağında, internette örgütlenen eril şiddet ağları çocukları farklı türden bir şiddetin öznesi haline getiriyor. Bu yapılar, güçsüzlük hissi içindeki genç erkeklere sahte bir aidiyet sunarken onları kadınlara, LGBTİ+ bireylere ve genelde tüm “ötekilere” karşı kin ve şiddetle donatıyor. Böylece yalnızca ekonomik değil; ideolojik olarak da suça yönlendirilen, radikalleştirilen, silahlandırılan çocuklar ortaya çıkıyor.
Böylesi koşullarda büyüyen çocuklar için hayat sadece zor değildir; aynı zamanda seçeneklerin daraldığı, yönünü bulmanın neredeyse imkânsızlaştığı bir hale gelir. Eğitime erişemeyen, yoksulluk içinde yaşayan, evde ve sokakta istismara uğrayan bu çocuklar; hem olanaksızlıklar içinde hem de şiddetin özendirildiği, öfkenin ödüllendirildiği, gücün hayranlık uyandırdığı bir toplumsal zeminde hayatta kalmaya çalışır. Üstelik bu şiddet artık yalnızca sokaklarda değil, dijital mecralarda da örgütlenir: İncel toplulukları gibi kadın düşmanı çevrimiçi yapılar, genç erkekleri öfke ve nefretle besleyerek radikalleştirir. Devlet de bu örgütlenmelerin dışında değildir, yaptığı politikalarla çocukların içinde büyüdüğü bu toplumsal kodları besler.
İşte tam da bu noktada, çeteler ve organize suç yapıları devreye girer. Aidiyet, güç, para ve görünürlük vaadiyle kendilerine başka hiçbir alan tanınmamış çocukları kolayca kontrol altına alırlar. Yoksulluğun, dışlanmanın, eğitimden koparılmışlığın içinden gelen bir çocuğun bu yapılara yönelmesini engelleyen hiçbir toplumsal mekanizma yoktur. Koruma sistemi yoktur. Alternatif umut yoktur. Günümüz iktidarında kendini suç ile kuran, birbiriyle bütünleşen mafya-devlet; çocukların şiddete yönelmesini yalnızca izlemekle kalmaz, bilinçli bir şekilde suça yönlendirdiği çocukları kullanır.
Ve sonra bir gün, karşımıza bir çocuğun elinde uzun namlulu silahla çekilmiş gülümseyen bir fotoğrafı çıkar. Ahmet’i öldüren çocukların tutuklanmasından kısa bir süre önce çekilen görüntülerde olduğu gibi… Bu çocuklar o silahları bakkaldan almadı. Oyuncak da değillerdi. Ve bu çocuklar o fotoğraflarda; ev ortamında, hiçbir çekince duymadan, sanki olması gereken şeymiş gibi poz verdiler.
Burada sorulması gereken sorular açıktır:
- Bu çocuklar bu silahlara nasıl ulaştı?
- Devlet, bu silahların izini neden süremiyor?
Bu silahlar hâlâ bulunamadı. Ama burada kaybolan/gizlenen yalnızca silahlar değil. Esasında gizlenen şey, bu çocukların eline silah veren ellerin bizzat devletin gölgesinde saklanıyor oluşudur. Çünkü bu çocukları yalnızca korumayan değil, aynı zamanda çeşitli yollarla suça iten, organize suç yapılarıyla kimi zaman açık kimi zaman örtük biçimde iş birliği yapan bir sistemden söz ediyoruz. Devlet, bu çocukları fail yapan yapıları “bulamaz”, çünkü çoğu zaman o yapıları kendisi büyütmüş, desteklemiş, görmezden gelmiş ya da doğrudan örgütlemiştir.
Eğer ortada gerçekten bir suç aranıyorsa, bunun sorumluluğu sadece çocuklarda değil; o çocukları “suçlular” haline getiren sistemdedir.
Özellikle Türkiye’de son dönemlerde artan ırkçı ve etnik temelli nefret politikaları, suça karışan fail eğer Kürt, Ermeni, Alevi veya mülteci ise sosyal medyada kitlesel linç ve nefret dalgalarına dönüşüyor. Ahmet Minguzzi cinayeti bu durumu bünyesinde en çarpıcı şekilde barındırıyor: failin etnik kimliğinin deşifre edilmesiyle birlikte sosyal medyada “müebbet” çağrısı yapan ırkçı kampanyalar örgütleniyor. Bir yandan bu ırkçı hezeyanın önü açılarak eşitsiz ve çocuğun üstün yararını korumayan bir yasal düzenleme yapılmasının önü açılırken öte yandan da çocuklara yönelik işlenen suçlardaki failler korunuyor. Örneğin Rabia Naz Vatan vakası: 11 yaşındaki Rabia’nın 2018’de Giresun’da şüpheli ölümünün ardından babası Şaban Vatan yıllarca adalet aradı. Ancak olay geniş kesimlerde gündem olmadı. Babası önce akıl hastanesine yatırıldı, ardından AKP vekili Nurettin Canikli’nin açtığı davayla cezaevine gönderildi. Bu olay sosyal medyada ve siyasette gerekli ilgiyi görmedi ve adalet yerini bulmadı.
Ahmet’in ölümüyle birlikte, fail çocuklara yönelik cezaların artırılması yönündeki yasa değişikliği talebi de yalnızca sosyal medyada yükselen bir öfkenin sonucu değil. Devlet, bu tepkiyi organize ederek ve araçsallaştırarak çocuk adalet sistemini çıkarlarına uygun hale getirecek zemini oluşturuyor. Çocukların şiddetle karşılaştığı ya da şiddetin faili hâline geldiği çok sayıda ağır vakada benzer toplumsal ve siyasal tepkiler oluşmamıştı. Yasa değişikliği talebinin, milliyetçi duyguları kullanarak toplumun tepkisini yönlendirebilecekleri bu olayda ortaya çıkması ve iktidarın bu talebi hızlı bir şekilde kabul etmesi tesadüf değil. Hukukun değil toplumsal öfke ve siyasi çıkarların şekillendirdiği bu süreç, çocuk haklarına dair temel ilkeleri tehlikeye atıyor, Türkiye’de çocuk adalet sisteminin tümüyle yeniden şekillendirilmesi tehdidini barındırıyor.
Bu duruma karşı çıkanlar, “suça sürüklenen çocuk” kavramından ve yasa değişikliğinin barındırdığı potansiyel tehlikelerden bahsedenler ise sosyal medyada ciddi linç saldırılarına maruz kalıyor; “Senin çocuğunu da öldürürler umarım” gibi ölüm tehditleri ve küfürlerin hedefi oluyor. Bu da gösteriyor ki: sistemin dışına itilen çocuklardan söz etmek bile, toplumsal sorumluluğu reddedip suçu bireye yükleyerek vicdanını rahatlatmak isteyen bir kamuoyunca tehdit olarak algılanıyor.
Duygu siyaseti sağdan konuşuyor: Peki kimin çocuğu?
Bugün bu yasa tartışmasının geldiği yer, adaletten değil, hakikatten kopmuş bir duygu siyasetinden besleniyor. Bu siyaset biçimi, toplumsal infial anlarında sağ söylemin hâkimiyetini arttırıyor; öfke, linç ve cezalandırma arzusu “çözüm” gibi sunuluyor.
“Suça sürüklenen çocuk” kavramı bir günde ortaya çıkmış bir etiket değil; yıllar süren insan hakları mücadelesinin, kolektif emeğin bir sonucudur. Bu kavramı değersizleştirerek yapılan her “yasa değişsin” çağrısı, bir mücadele tarihinin de yok sayılması anlamına gelir.
Ama bu tartışmalarda merkezde gerçekten çocuklar yok. Aslında merkezde olan şey, “kimin çocuğu” olduğuna göre işleyen seçici bir empati. Bugün kendi çocuğuna iyi eğitim sunabilen, güvenli bir ortamda büyümesi için imkan sağlayabilenler; sistemin dışına itilmiş bir başka çocuk için müebbet hapis talep edebiliyor. “Kılına dokunulmasın” dediğimiz çocukların kim olduğu, onların hangi sınıftan, kimlikten ya da coğrafyadan geldiğiyle belirleniyor. Empati bile artık sınıfsal ve etnik kimlik kodlara göre bölünüyor.
Yasa değişikliği neden tehlikelidir?
Bu yasa değişirse, çocukların yargılanmasında yaş, gelişim düzeyi, psikolojik ve sosyal koşullar gibi unsurlar devre dışı bırakılabilecek. Bu yalnızca istisnai ve ağır suç vakalarında değil; aynı zamanda politik nedenlerle gözaltına alınan, ifade özgürlüğünü kullanan ya da sistemin dışına itilmiş çocuklar için kalıcı bir tehdit anlamına gelecek.
Türkiye’de “siyasi suç” kavramı zaten son derece esnek ve keyfi bir biçimde uygulanıyor. Bugün bir çocuğun protestoya katılması, slogan atması, duvara yazı yazması ya da sosyal medyada paylaşım yapması; rahatlıkla “örgüt propagandası” veya “örgüt üyeliği” suçlamasına dönüştürülebiliyor. Eğer bu yasa değişirse, bu çocuklar artık çocuk adalet sistemi kapsamında değil; doğrudan yetişkin ceza yargılaması rejimi içinde değerlendirilecek. Bu da, 15–17 yaşlarındaki bir çocuğun yalnızca bir eylemde bulunduğu için müebbet hapis istemiyle yargılanmasının yasal zemine kavuşması demek.
Bu düzenlemeden en çok etkilenecek olanlar yine toplumun ve sistemin dışına itilmek istenen çocuklar olacak. Kürt çocuklar, mülteci çocuklar, yoksul çocuklar… Zaten sistemin dışına itilmiş, eğitimden, güvenceden, sosyal destekten yoksun bırakılmış çocuklar; artık yalnızca suça sürüklenmekle değil, devlet eliyle doğrudan cezalandırılmakla da karşı karşıya kalacak. Protestoya katılmaları, düşüncelerini ifade etmeleri, sosyal taleplerini dile getirmeleri nedeniyle “devlete karşı suç işleyen tehdit unsurları” olarak damgalanabilecek.
Böyle bir yasa, çocuk haklarına ve çocuğun üstün yararına dair uluslararası sözleşmelere açıkça aykırıdır. Aynı zamanda, toplumun vicdanına seslenen bir adalet anlayışının da tamamen çökmesi anlamına gelir. Bu düzenlemeyle hedef alınan şey yalnızca bugünün çocukları değil; gelecekte hak talep edebilecek, itiraz edebilecek, örgütlenebilecek tüm çocuklardır.
Devlet, bir çocuğun işlediği eylemi yalnızca bireysel bir kötülüğün, “doğuştan gelen” bir suçluluğun sonucu gibi sunarak hukuk dışı bir cezalandırma çağrısını meşrulaştırıyor. Böylece hukuki eşiği, topluma yeniden kazandırma ilkesini tamamen ortadan kaldırarak kalıcı bir ceza düzeni inşa ediyor. Oysa “suça sürüklenen çocuk” kavramı tam da bu yüzden vardır: Çocuğun yaşını, gelişim sürecini, maruz kaldığı toplumsal koşulları dikkate almak; cezalandırmak değil, korumak ve topluma yeniden kazandırmak için.
Bu nedenle, söz konusu yasa değişikliği yalnızca adil yargılanma hakkını değil; çocuğun yaşam hakkını, kişiliğini, geleceğini ve özgürlüğünü tehdit eden bir adımdır. Buna karşı çıkmak; iktidar kimin elindeyse onun işine yarayacak bir keyfilik ve duygu siyasetine değil, bilimsel veriler ve insan haklarına dayalı yasalar istemek, çocuk/yetişkin herkesin korunması için gereklidir.
Fotoğraf: Şehlem Kaçar / csgorselarsiv.org