Depremin üzerinden 50 günü aşkın süre geçti fakat hala çadırı olmayanlar var. İnsanlara çadır bile dağıtmayan devlet, tüm insanların sağlıklı barınma hakkını sağlamaktan sorumlu. İnsanları depremde ölüme terk ettikten sonra fırtınada da yalnızlığa terk ettiler. Bu yalnızlık halinin insanlarda yarattığı umutsuzluğu birlikte kaldıracağız bu şehrin üzerinden. Dayanışmamızla hep birlikte yeniden kuracağız bu şehri.
Depremin ilk gününden itibaren diğer birçok kadın örgütü ve feminist ağ gibi biz de örgütlü olduğumuz illerde ve Mor Mekanlarda yoğun bir dayanışma çalışmasına giriştik; birçok arkadaşımız bölgedeki arama-kurtarma çalışmalarına katıldı. Antakya-Defne bölgesindeki Sevgi Parkı’nda kurduğumuz Kadın Dayanışma Çadırı parkın tamamen boşaltıldığı 2 Mart gece yarısına kadar parkta kalmaya devam etti. Gönüllü kayıt formumuzu hala doldurmadıysanız doldurmayı unutmayın.
Antakya Kadın Dayanışma Çadırından yazıyoruz
ÖNCEKİ GÜNLERİ OKUMAK İÇİN: Yazdıklarımız
Gün 45 (29 Mart):
Fırtınada nasıl hayatta kalınır? İnsanların depremden sonra hayatta kalma mücadelesine tanıklık ederken her geçen gün başka bir yetersizlik ve organizasyonlukla karşılaşıyoruz. Sabaha karşı başlayan fırtına ve saat 4 sularında gerçekleşen depremle birlikte her ne kadar yorgun olsak da ara ara uyandık. Kimimiz çadır uçarsa arkadaşlarıma bir şey olur mu diye düşündü kimimiz depodaki malzemeler ıslanmış mıdır acaba diye düşündü. Sabah uyandığımızda ise bütün bu kaygılarımız cevaplarını buldu. Çocuk malzemelerinin üstünü örttüğümüz branda uçmuştu ve malzemeler ıslanmıştı. Bunu düzeltmenin çaresini ararken bir yandan da kahvaltı arayışlarımız sürüyordu. Fakat kahvaltı çıkaran yerlerde bazı aksaklıklar olduğundan güne kahvaltısız başlamak durumunda kaldık, dünden artan malzemelerle kendimizi tutacak kadar doyduktan sonra yağmur bastırdı.
Şakır şakır yağan yağmur sesinden birbirimizi duyamaz hale gelmiştik. Bir yandan fırtına bir yandan yağmur, dışarda durması çok zor bir hale gelince çadırımızın içine geçtik ve gün planlamamızı revize etmeye koyulduk. İşlerimize başlamadan önce Ebru’yla vedalaştık ve kiraladığımız arabayı tamirciden almak üzere iki arkadaşımızı gönderdik.
Sonrasında bu iki arkadaşımız Hatay halkının Perşembe günü kutlayacağı Yumurta Bayramı için organizasyondaki eksikleri tamamlamak üzere yol boyunca yardım kuruluşları, dayanışma çadırları, örgütler, resmi kurumlar gibi noktalara ziyarette bulundu. Çocuklar için abur cubur bulmak üzere yaptıkları bu ziyaretlerde, kamu kurumlarının kendilerine yardım için danışanları çok emin bir şekilde başka bir yere yönlendirdiğini ama aslında yönlendirilen yerlerde de bu malzemelerin bulunmadığını gözlemlediler. Bu çaresizlik içindeki döngüyü biz şu an bir etkinlik organizasyonu için yaşasak da insanlar temel ihtiyaçları için yaşamak durumunda bırakılıyor. Bir kamu kurumundan diğerine sürüklenen arkadaşlarımız yolda bir şarkıya denk geldiler ve yıllardır bildikleri bu şarkıyı ilk kez böyle duymuş oldular:
“Terkedilmiş bir şehrin ortasındayım
Altım çamur üstüm yağmur ama bak buradayım
Bazı şeyler kaybetmeden sevilmiyor
Bedenim burada fakat ruhum kabul etmiyor.”
Ayrıca tüm bu yol boyunca gördükleri her çadır kentte fırtınadan dolayı çadırların uçtuğunu, Asi Nehri’nde yüzen çadırlar gördüklerini, uçan ya da sel basan çadırların başında onlarca polis durduğunu fakat hiçbir şey yapmadıklarını ilettiler.
Gün planımızda bulunan ve rutin işlerimizden olan paket dağıtımı için kadınları aramaktan vazgeçtik çünkü bu fırtına ve aşırı yağmurun çadırlara zarar vereceğini tahmin etmiştik. Kadınların bu havada çıkıp gelmesi olanaksız olduğundan çadırların aldığı zararları, yaşanan sorunları, su basmalarını görmek ve dayanışmak için çadır ziyaretleri yapmaya karar verdik. Bu ziyaretlerde çoğu kişinin çadırına su girdiğini ve bunlarla uğraştığını gözlemledik.
Çadırlar sadece insanların üstünü kapatan bir muşamba gibi… toprak zemine dikilen demirlerden dolayı birçok insanın tepesinden uçan çadırların su geçirgenliği de aynı sebepten ötürü korkunç durumda. İnsanların çadırlarını su basıyor, yatakları ıslanıyor, yemekleri ıslanıyor hatta çadırları uçuyor ve insanlar tekrar ve tekrar “evsiz” kalıyor. Hangi çadıra girsek herkes “nasıl olacak bu iş, nasıl yaşayacağız?” diyordu. Bir ablamızın “depremde ölmedim ama fırtınada öleceğimi hissettim” demesi hepimizin hafızasına kazındı. Fırtınadan dolayı dışarda oluşan gök gürlemesi, evlerden parçaların kopup gürültüyle yerlere düşmesi, devrilen bir şeylerin sesi tüm insanları tetikte olmaya yönlendiriyordu. Çünkü deprem esnasında duydukları seslere benziyordu bu sesler.
Depremin üzerinden 50 günü aşkın süre geçti fakat hala çadırı olmayanlar var. İnsanlara çadır bile dağıtmayan devlet, tüm insanların sağlıklı barınma hakkını sağlamaktan sorumlu. İnsanları depremde ölüme terk ettikten sonra fırtınada da yalnızlığa terk ettiler. Bu yalnızlık halinin insanlarda yarattığı umutsuzluğu birlikte kaldıracağız bu şehrin üzerinden. Dayanışmamızla hep birlikte yeniden kuracağız bu şehri.
Bunları her konuşmamızda söylüyoruz ve duyanların gözlerindeki parıldama, onlar burada oldukça bizim de burada olacağımızı duyduklarındaki güven duygusunu görmek paha biçilmez. Fırtına anında polisleriyle, askerleriyle çadırların önüne yığılan devlet, halkın sağlıklı barınma ihtiyacını acilen sağlamalı, bölgeye konteynır sevk etmeli.
Çadır ziyaretlerimizde elleriyle toprakları kazıyarak suları çıkarmaya çalışanların çaresizlik hissinin yanında her şeye rağmen mücadele eden kadınlar olduğunu, hayatlarından vazgeçmediklerini görmek bize de güç verdi. Kendi çadır alanımıza döndüğümüzde Samandağ’dan gelen üç kadınla karşılaştık. Çocuk yaşta zorla evlendirilen ve istismara maruz bırakılan bu kadınlardan ikisi hamileydi, birinin de 9 aylık bebeği vardı. Hamile olanlardan biri bir çocuğunu da depremde kaybetmişti. Samandağ’a hiç yardım gelmediğini belirten kadınlar, birkaç gönüllü dışında AFAD’ın sadece arabayla tur attığını söylediler. Kadınların bunları anlatırken yüzlerinde oluşan acı tebessüm, gözlerinin dolması, seslerindeki mahcubiyet hepimizi derinden etkiledi. Onların ihtiyaçlarını ayarladıktan sonra yanımızdan ayrılırken aralarından birinin “iyi ki varsınız, yardımlardan da öte güler yüzünüz yeter. Bize gittiğimiz yerlerde çok kötü davranıyorlar, bağırdıkları için bir şey isterken çekiniyoruz” demesi hepimizi buradaki acı tabloyla bir kez daha karşı karşıya bıraktı.
Bizim kadın dayanışmamız dışında hiçbir imkanımız olmadan, kısıtlı sayımızla yapabildiğimiz çalışmayı görünce devletin sonsuz imkanı ve bağlantısıyla burada neler yapabileceğini bir kez daha fark ettik. Biz burada kısıtlı imkanlarla ne kadar çok kadına ulaşabildiğimizi bu kadınlarla kurduğumuz bağlar üzerinden fark ediyoruz. Hatay halkının burada bir kadın dayanışması varmış, bizi şuradan gönderdiler diyerek alanımızı ziyaret ettiği her an dayanışma ve özveriyle neler başarılabileceğini görüyoruz. Devlet ise bizim imkanlarımızın yüzlerce katına sahip olması, televizyonlarda şov yaparak para toplaması, uluslararası iletişimlerinin olması sebebiyle burayı en başından kuracak güce sahip aslında. Depremin üzerinden 52 gün geçmesine ve hala çok acil ihtiyaçlar olmasına rağmen yapmamayı tercih ediyorlar. AKP iktidarı yıllardır insan onuruna yaraşır bir sosyal destek mekanizması kurmak yerine asli yükümlülüğü olan şeyleri sadaka gibi kamyonlardan fırlatarak vermeyi ya da iktidarlarının sorumluluğunu almak zorunda bırakılan sivil topluma devletin kaynaklarını satmayı alışkanlık edindiği için halkın bu iktidara minnet duymasını bekliyor. Ama biz burada hem halkın öfkesini hem de kendi öfkemizi görüyoruz ve minnet duymak bir yana alacaklı olduğumuzu biliyoruz. Bunun hesabını sormaktan da geri durmayacağız.
Akşam inerken çadır ziyaretlerimize devam ettik. Geçtiğimiz sokaklarda gördüğümüz enkazlar, enkazın duvarlarına yapılan yazılamalar yolda yürürken her an durmamıza sebep oldu. O enkazda bulunan hayatları, nasıl kurtulduklarını düşünürken bulduk kendimizi. Ziyaretlerimizin sonuncusu geniş bir aileye oldu. Evlerinin bahçelerindeki çadırlarda yaşayan bu aile, evinin avlusunu da ortak toplanma alanı olarak kullanıyor. Her Antakyalı gibi bize Antakya kısırı, zahter salatası, kahve ve çaylarla rengarenk sofralar kurdular. Orada bir teyzenin bu kalabalığa gülen gözlerle bakması dikkatimizi çekti. Çünkü çadırda tek başına yaşıyormuş ve yalnızlık onu ürpertiyormuş. Yalnız olduğunda kalbinin sıkıştığını söyleyen kadın, bize “insanın olmadığı cennet bile cennet değildir” anlamında Arapça bir atasözü söyledi. Kalabalığı, insanlarla sohbet etmeyi ve dayanışmayı seven teyzemiz, geceyi ve karanlığı sevmediğini de belirtti. Yalnızlık duygusu geceyle birleştiğinde daha da kalp sıkıştırıcı bir hal alıyormuş, aydınlık ve dayanışma dolu günler için birbirimize söz verdik. Bize Yumurta Bayramları hakkında bilgi veren aileden bazı Arapça kelimeler öğrenerek Antakyalıları daha da yakından tanıma fırsatı elde ettik.
Sonrasında ailenin genç kadınları bizlerle birlikte kamp alanımıza dönerek bize yardım etti. Ortaokul, lise ve üniversite çağında olan bu genç kadınların enerjisi hepimize yeniden doğmuş gibi hissettirdi. Onlarla birkaç paket hazırladıktan sonra ortak alanımızda oturup birbirimizi daha da iyi tanıyacağımız bir oyun oynadık. Kahkahalarımız gecenin karanlığını bölerek esen rüzgarla birlikte yayıldı. Genç kadınları yolcu ettikten sonra biz de yağmur ve fırtına dolayısıyla çamur olmuş çadırımıza girdik. Çadır rüzgar sebebiyle sallansa da biz sabittik, buradaydık ve burada olacağız. Ne diyordu şarkıda: “altım çamur, üstüm yağmur ama bak buradayım!”