Bu yazının amacı sadece son 1 Mayıs’ı değerlendirmek değil, 1 Mayıs üzerinden hâkim solun sınıf mücadelesini salt “ücretlendirilen emeğin” mücadelesine sıkıştırma yaklaşımına yönelik bir eleştiriye de giriş yapmak. Çünkü biliyoruz ki yaşadığımız dünyada “emeğin” mücadelesi meselesi, hâkim sol-sosyalist-muhalif (ve belki de ana akım feminist) örgütlenmelerin kavradığından çok daha geniş ve salt “değişim değeri üreten ücretli emek” eksenine sıkıştırılamayacak kadar çok-katmanlı ve karmaşık bir sorun alanına işaret ediyor.
Kadın Savunması olarak bu 1 Mayıs’ta da “Emeğimiz, Bedenimiz, Meydanlar Bizim: 1 Mayıs’ta Sarıl Feminist İsyana!” diyerek emeğiyle dünyayı döndüren tüm kadınlara bir çağrı yaptık. (https://kadinsavunmasi.org/emegimiz-bedenimiz-meydanlar-bizim-1-mayista-saril-feminist-isyana-kadin-savunmasi/)
Her yıl olduğu gibi bu yıl da feminist politikayı 1 Mayıs alanlarına taşımaya çalıştık. Bizler Kadın Savunması olarak, feminist politikayı 1 Mayıs alanlarına taşımanın basit bir eklenti yaklaşımıyla ya da “kesişimsellik” kavramının daha dar sınırları dahilinde değil, tüm muhalif kesimler, devrimci inisiyatifler açısından elzem bir yenileyici yaklaşım olarak tanımlanması gerektiğine inanıyoruz. Feminist bir örgüt olarak 1 Mayıs’ı alanlardaki bir aradalığımızın ötesinde değerlendirmeyi önemsiyoruz. Bu değerlendirme yazısını da feminist hareketin/örgütlenmenin, sol/sosyalist hareketin feminist bir suretle kendisini yeniden üretme potansiyelinin parçası olup olamayacağına; öte yandan feminist örgütlerin “bazı” siyasal alanlarda kendilerini ne ölçüde var edebildiğine dair daha geniş bir tartışmayı açma olanağı olarak görüyoruz.
Bu olanağı aramanın, yapılandırmanın salt bir değerlendirme yazısıyla mümkün olmayacağının bilincindeyiz. Üstelik belki de birçok zaman bu tür olanakları doğrudan doğruya somutlamanın yollarını arama sorumluluğumuzu üstlenmekte çekingen davrandık. Ama artık özeleştirel bir sorumlulukla bazı zorlu meseleleri tartışmaya başlamak istiyoruz. Feminist bir örgüt olarak yaşadığımız başkalaşım sürecinde feminist örgütlenmenin henüz mevcut olmayan bir geleceği bugünden zorla koparıp alması; geleceği bugünün statükosunun sınırlarını ihlal ederek kurması gerektiğini uzun süredir zaten tartışıyoruz. 1 Mayıs değerlendirmesini de böyle bir çerçevenin parçası olarak yapmak istiyoruz.
Dolayısıyla bu yazının amacı sadece son 1 Mayıs’ı değerlendirmek değil, 1 Mayıs üzerinden hâkim solun sınıf mücadelesini salt “ücretlendirilen emeğin” (*) mücadelesine sıkıştırma yaklaşımına yönelik bir eleştiriye de giriş yapmak. Çünkü biliyoruz ki yaşadığımız dünyada “emeğin” mücadelesi meselesi, hâkim sol-sosyalist-muhalif (ve belki de ana akım feminist) örgütlenmelerin kavradığından çok daha geniş ve salt “değişim değeri üreten ücretli emek” eksenine sıkıştırılamayacak kadar çok-katmanlı ve karmaşık bir sorun alanına işaret ediyor.
Büyük Kapatılma: Dolgu Alandan Saraçhane Surlarına
10 Ekim, darbe, OHAL, referandum, pandemi derken…2015 yılı sonrasında, yani diktatörlük rejiminin temellerini sağlamlaştırdığı son dokuz yıl boyunca önce Bakırköy sonra Maltepe dolgu alanında gerçekleşen İstanbul 1 Mayıslarının ardından, bu yıl İstanbul’da ortak 1 Mayıs Taksim çağrısı yapılması aslında önemliydi. Hâkim sol/sosyalist hareketin aynı dokuz yıl boyunca sadece 1 Mayıslarda değil, en önemlisi 6 Şubat depremi olmak üzere, diğer birçok önemli momentte de ortak refleksler gösterme, hareket etme ve “hareket örgütleme” kapasitesini büyük ölçüde kaybettiğini hepimiz biliyoruz. Tüm muhalif kesimleri etkileyen bu kapasite kaybının son dokuz yılın 1 Mayıs’larına yansıma biçimlerinden biri, tek tek sosyalist örgütlerin sınırlı kadrolarla yaptıkları Taksim zorlamalarıydı. Herkesin ana kitlesi dolgu alanda toplanıp dağılırken yapılan bu zorlamaların 2015 öncesindeki kitlesel ve ortak Taksim’i zorlama duygusunu yeniden üretmekten çok uzak olduğunu; bu duygu kaybının hepimizin ortak kaybı olduğunu biliyoruz. Biz açıkçası şöyle düşünüyoruz: Belki de faşizmle mücadele etmenin somut yollarını aramak, bu ortak kaybın ta kendisini en önemli ortak sorunumuz haline getirmekten geçiyordur.
Peki mesela son 1 Mayıs vesilesiyle bunu yaptık mı, yapacak kanallarımız, zeminlerimiz, diyaloglarımız, yöntemlerimiz mevcut muydu? Bizim deneyimimiz mevcut olmadığı yönünde. Üstelik tersine hep birlikte şöyle tuhaf bir durum yaşadık: Herkesin Taksim çağrısı yaptığı bir anda önce eylem alanları Saraçhane ve Beşiktaş olarak iki kola ayrıldı; sonra rejimin kolluğuyla tüm kenti işgal etmesi suretiyle eylem alanları mecburen yeniden birleşmiş oldu. Taksim’i veya devlet tarafından işgal edilen meydanları, sokakları bir itaatsizlik hareketiyle hep birlikte zorlama, özgürleştirme yollarını, yöntemlerini tartıştığımız herhangi bir politik zemin yaratılamadı. Saraçhane çağrısının, örneğin 2004 yılında olduğu gibi, İstanbul 1 Mayıs mitinglerinin Şişli Abide-i Hürriyet çukurundan (Maltepe dolgusundan) çıkıp yeniden Taksim’e yönelmesini sağlayabilecek bir “ara durak” olarak bir anlama sahip olup olamayacağı da herhangi bir zeminde sağlıklı biçimde konuşulmadı. Bunun yerine 1 Mayıs öncesinde ve sonrasında özellikle ve sadece DİSK üzerinden, hatta bazen sadece DİSK Genel Başkanında kristalleşerek katılaşan, toksikleşen değerlendirmeler duyduk veya okuduk.
DİSK’e yönelik eleştirimiz öncelikle kendi 1 Mayıs tutumunun ne olduğunu ve gerekçelerini; 1 Mayıs’ın örgütlenmesindeki sorumluluğunun ne kadarını üstlenip üstlenmeyeceğini 1 Mayıs kamuoyuna anlaşılır biçimde izah etmemiş olması; 1 Mayıs sonrasındaki tutuklamalara dair ortak bir inisiyatif geliştirilmesinin parçası olmamasıdır. Diyelim ki DİSK, 1 Mayıs örgütlenmesinde bugüne kadar oynadığı genel örgütleyici tarihsel rolünü artık yerine getiremeyecektir. Bu önemli, salt DİSK’e ait olmayan ve konfederasyon yönetiminden de ibaret olmayan bir sorun olmakla birlikte, DİSK’ten geriye kalan toplamın devrimci bir inisiyatif merkezini 1 Mayıslarda veya ötesinde neden oluşturamadığı sorusu bizim açımızdan daha büyük ve önemli bir sorundur. Sorun bu inisiyatifi yaratma sorumluluğunun sendikalara mı sosyalist örgütlere mi ait olduğu sorunu da değildir. Sorun, bugün ne sendikalarda ne de sosyalist örgütlenmelerde 1 Mayıs sürecinin ve eyleminin örgütlenmesini diktatörlük rejimine karşı mücadelenin bir ara durağı; genel bir politik itaatsizlik hareketini inşa etme imkânı olarak gören bir zihniyetin mevcut olmamasıdır. Daha da kötüsü de bu durumun kimse tarafından açık yüreklilikle konuşulmayıp sanki herkesin “büyük bir planı” varmışçasına davranılmasıdır.
Oysa 1 Mayıs ve ötesinde genel bir politik itaatsizlik hareketi inşasını dert eden bir inisiyatif merkezi mevcut olsaydı, kuşkusuz DİSK’in devrimci kamuoyuyla ilişkisinin zayıflaması, en büyük sendikalarının CHP belediyelerine endeksli konumu ve işçi sınıfının genel örgütsüzlüğü gibi sorunları başka türlü tartışabilir olacaktık. Ama 1 Mayıs sonrasında elimizde kalan, kimin kime hangi sorumluluğu nasıl devrettiği gibi kısır bir tartışma oldu. Faşizmin dolgu alandan Saraçhane surlarına uzanan büyük kapatması yetmezmiş gibi kendimizi kısır bir tartışmanın dar sınırlarına kapatılmış bulduk. Fakat artık emeğin bedeni bu büyük kapatma altında katılaştıkça nefes almakta gerçekten zorlanıyoruz.
Emeğin Bedeni, Bedenin Emeği (**)
Madem ki 1 Mayıs sınıf mücadelesinin bedenleştiği günlerden biridir, bizler emeğin bedenini bu büyük kapatmanın sınırları içinde çürümeye terk etmek istemiyoruz. Her birimiz artık çok uzun süredir kalınlaşmış, sertleşmiş, kabuklaşmış bir derinin altında hareket ediyormuş gibi yapmaya çalışmaktan bunalıyoruz. O zaman aklımıza gelen şu slogana tutunuyoruz: “Umutsuzluğa kapılırsan, bu kalabalığı hatırla!” Salt kalabalığıyla değil, o kalabalığı yaratan duygusuyla, içinde hep birlikte katılaştığımız bu kabuksu deriyi çatlatabildiğimiz nadir zamanlardan biri, tıpkı 1 Mayıslarda olduğu gibi devletin tüm kenti işgal altına almaya çalışıp bunu ancak kısmen başarabildiği, “kimsenin değil… tüm feminist kadınların olan” 8 Mart feminist gece yürüyüşleri (https://t24.com.tr/yazarlar/cemre-baytok/neydi-bu-feminist-gece-yuruyusu,25857).
8 Mart bizler için abluka altındaki sokaklarda binlerce kadının “bir yolunu bulup” buluşması, Taksim’den “bir şekilde” vazgeçmemesi, eylem günü eyleme gelenlerin eylemi düzenleyenleri politik sözü, mücadele arzusu ve öfkesiyle aşması ve eylemi düzenleyenlerin amacının da aslında zaten bu olması demek. Yani tam da son 1 Mayıslarda mevcut olmayan şey! Devletin 8 Mart ve 1 Mayıs Taksim ablukalarının şiddetinin tam olarak aynı olmadığını kabul ederek, 8 Mart feminist gece yürüyüşlerinde yapabildiğimizi, tarihinden gelen güçlü mücadele birikimi uzun süredir aşınmakta olan 1 Mayıslarda neden yapamadığımızı yüksek sesle sormak istiyoruz. Aslında bu soruyu hep birlikte sorsak istiyoruz.
Neden 8 Mart çağrılarıyla birleşenler devletin zor aygıtlarının ablukasına kitlesel biçimde direnebiliyor ve feminist hareket kendisini “sokak direnişçisi bir politik gövde” suretinde var ediyorken, 1 Mayıs çağrıları etrafında birleşenler, kendisini sokak direnişçisi bir politik gövde suretinde var eden bir hareket üretemiyor? Neden feminist politik gövdenin militan hareketi, rejimin “kadın düşmanı” politikaları karşısında isyanı-itaatsizliği meşrulaştırıp yaygınlaştırabiliyorken, yine aynı rejimin en genel emek-halk düşmanı faşist politikaları karşısında aynı sonuç üretilemiyor? Belki de buradaki anahtar öğe, ablukanın şiddeti veya saldırının niteliği değil de feminist siyaset alanıyla hâkim sol-sosyalist siyaset alanı arasındaki yapısal nitelik farkıdır. Belki de buradaki anahtar öğe, feminist hareket içindeki birçok gelenekten, örgütlenmeden gelen feministler olarak birbirimize karşı beslediğimiz “asgari güven” ve bu güveni yeniden üreten zeminlerdeki açık sözlü feminist diyalog yöntemidir. Belki de buradaki anahtar öğe, kadınları abluka altındaki sokaklara çıkmaya çağıran feminist siyasetin eyleme çağırdığı siyasal-toplumsal varlığın en genel ortak çıkarlarını, duygulanışlarını, öfkesini ve birlikte hareket edebilme kabiliyetini önceliyor olmasıdır. Kendi aramızdaki politik veya hatta eylem alanına dair tartışmalar ister sert olsun ister yumuşak feminist diyalog yöntemini işletebiliyor; koşullar ne kadar sertleşirse sertleşsin birlikte hareket etme kabiliyetini üretebiliyoruz.
Bu önceleme salt bir etik ilke olmanın ötesinde, eyleme çağıran inisiyatifin kendi “görevini”, eyleme çağırdığı politik gövdenin hareketinin sürekliliğini ve o gövdeye dahil olan her bir kadının güvenli inisiyatif alanını garanti altına almak olarak tanımlamasının sonucu. Bu sayede 8 Mart feminist gece yürüyüşleri herhangi bir sözü değil feminist itaatsizliğin ortak sözünü yaygınlaştıran; herhangi bir tekil örgütün temsiliyet alanı olmayıp tek tek kadınların ve feminist hareketin bağımsız ve kapsayıcı ortak kamusal alanı olan genel bir örgütleyiciye dönüşebiliyor. Eylem sayesinde ve eylem boyunca kurulan ve eylem sonrasında kendisini bir hareket olarak sürdüren, doğrudan demokrasiye açık bir başka “neşeli” kamusallık. Feminist hareket hariç muhalefet hareketinin 2015 öncesindeki kitlesel ve ortak Taksim zorlamalarında kazanıp, büyük kapatılmada yitirmiş olduğu bir başka kamusallık.
Son 1 Mayıs’ta hepimizin en çok aradığı ama hiçbir yerde bulamadığı, emeğin bedeninin itaatsiz hareketiyle bedenin emeğini özgürleştiren itaatsiz bir kamusallık.
Her neyse, belli ki bunun için genel anlamda sol kamuyu şekillendiren “yapının” güçlü biçimde sarsılmaya, dağılmaya, yeniden kurulmaya ve muhtemelen başka şeylere de ihtiyacı var. Öte yandan birlikte hareket etme ve üretken politik diyalog yollarının böylesine zayıfladığı bir dönemde 1 Mayıs’ta kısmi biçimde bile olsa çatışmak, geçilmesi imkânsız bir sura karşı bile olsa, kalınlaşmış bir deriyi bir nebze incelttiği yerden kısa süreli minik bir nefes aldırdı. Başka türlü ortaklaşan bir inisiyatif ihtiyacı en azından herkesin ortak gündeminde yer aldı. Bir gün sonraki ev baskınlarıyla yapılan gözaltılar ise 1 Mayıs öncesinde kimi dillerden düşürülmeyen “normalleşme” politikalarının, “diktatörlüğe karşı mücadelenin meşru-gayrimeşru sınırlarını” yeniden çizmeyi amaçladığını net biçimde ete kemiğe büründürdü.
“Bariyeri kırma, polisi ittirme, büyük sermayeyi üzme…”
“Diktatörlüğe karşı mücadelenin meşru-gayrimeşru sınırları” tuhaf bir cümle olabilir fakat büyük kapatılma içinde hâkim kılınmak istenen siyasal mantığı özetliyor. 2 Mayıs günü Erdoğan görüşmesi kılığında aslında uluslararası sermayeyle, tekelci sermayeyle, büyükşehir belediye başkanlıklarının bulunduğu illerdeki hâkim sermaye gruplarıyla, bilumum düzen güçleriyle temsili bir “görüşmeye giden” Ö. Özel bize kendince net bir şey söylüyor: “Ben o barikatı kaldıracağım. Ben bunu seçimden birinci parti olarak çıkmış bir genel başkan olarak, önümüzdeki ilk seçimi kazanarak yapacağım. Polise verilmiş kanunsuz emre rağmen polisle itişip kakışmak… yakışmazdı”. Aynı kişi Can Atalay’ın vekilliğinin Anayasa Mahkemesi kararlarına karşın düşürülmesi sonrasında da “bu darbe girişiminin karşısında direneceğiz, herkesi direnmeye çağırıyorum” diyen kişi. Biz bir direnişini görmedik, Can hala hapiste.
Fakat gündem kriz, Anayasa, Kobane ve Gezi davalarındaki yeni sertleşmeler, hayvan katliamı yasası derken durmak bilmiyor. Özel-Erdoğan görüşmesinin gecesi yapılan 1 Mayıs baskınları ve tutuklamalar dalga dalga sürerken, kendisini “Türkiye’nin gelecekte ülkeyi yönetecek, sorumluluk sahibi birinci partisi” yapanlara faşizmin olağanüstü hâl rejiminde olağan mitingler öneren Ö. Özel CHP’si, iktidarla derdi olan kitleleri büyük tekelci sermaye dostu uzlaşma siyaseti dahilinde kendi etrafında bloklaştırmayı deniyor. Faşizmin olağanüstü hâl rejiminde “kanunsuz bariyeri kırmadan, kanunsuz polisi ittirmeden” yapılacak olağan mitinglerin sınırı, sermaye sınıflarının düzenin son çaresi olarak dört elle sarıldıkları Şimşek Programının bekası için dayattıkları hegemonik uzlaşma talebiyle çiziliyor.
Şimşek Programının özü gerçek ücretleri ve emekçi sınıfların gerçek gelirlerini baskılayarak yüksek faiz geliri garantisi, yani büyük bir servet transferiyle ülkeye sermaye ve döviz çekmekse, düz görüşle bakıldığında, bir yandan bu “bir sonraki seçime kadar beklemeye dayalı” bloklaştırma siyaseti imkânsız gibi görünebilir. Ama toplumsal yapının büyük bir çürüme dalgası yaratarak dağılıp kendi içine doğru çökmesine neden olan “bölüşüm şoku” bugün artık herkesin herkesle daha açıktan didiştiği bir “bölüşüm kavgasına” doğru evrilirken, meşru-gayri meşru muhalefet sınırı çizme ve sınırın dışında kalanları kriminalleştirme gayreti bir yandan da “meşru bölüşüm kavgası blokuna” kimin hangi araçlarla dahil edilip, kimin edilmeyeceğinin de sınırını çizmek anlamına gelebilir.
En iyi kadınlar ve LGBTİ+lar bilir ki, her hâkim ekonomi politik ve her iktidar bloku kendi hâkim ideolojik saldırganlık biçimlerini de üretir! 1 Mayıs’ta var olmayan itaatsiz kamusallığı yaratmak için bir şey yapmamaya devam ettikçe, biz, bu ekonomi politik ve ideolojisi hem emeğin bedeninde hem bedenin emeğinde büyük yaralar açmaya devam edecek gibi görünüyor.
(*) Sınıf ve yeniden üretim tartışmalarında hâkim olan “resmi” kavramların” ücretli-ücretsiz emek” olduğunu biliyoruz, “ücretlendirilen emek” tanımını yazının 2. bölümünde yapacağımız tartışmada kendimize kolaylık olması için kullanıyoruz.
(**) Yine klasikleşmiş emek-beden kavram ikilisi yerine, emeğin bedeni-bedenin emeği ikilisini kullanmanın da kendimize birçok açıdan tartışma kolaylığı sağlama arzusuyla ilgisi var: Mesela emek deyince kol emeği, beden deyince cinsellik anlaşılmasına karşı ikisinin birliğini veya parçalanma/bölünme biçimlerini vurgulayabilmek; emeğin ve bedenin birliğinin/parçalanmasının politik-ideolojik-duygulanımsal var olma biçimlerini daha rahat tartışabilmek gibi.