Ah o okyanus öyle bir yer ki!.. Asla yalnız yürümüyorsunuz. Kız kardeşleriniz ruhunuzu öyle bir sarıp sarmalıyor ki, yalnızken bile yalnız hissetmiyorsunuz. Hani bazı filmlerde kutsal bir savaşçının yumruğuna ondan önceki 100 savaşçının yumruk gücü eklenir ya, işte sesinize, ruhunuza, bedeninize öyle bir güç geliyor. İşte ben bu gücü ilk kez Mart 2021’de İstanbul Sözleşmesi’nin bir gecede feshedilmesi sonrasında yapılan ilk eylemde hissettim.
Birçok kadın kendi yaşamı içerisinde gülebilmek, çalışabilmek, arkadaşları ile dışarı çıkabilmek, isteklerini, arzularını, kendilerini keşfedebilmek ve dolayısıyla her anlamda hayatta kalabilmek için durmadan mücadele veriyor. Birçok kadının kendisine miras bıraktığı o kazanılmış haklardan bihaber, kendi dünyasındaki açmazlarla boğuşurken başka kadınların ne yaptığını bilemiyor ve hatta öyle bir mücadelenin farkında dahi olamıyor. Veyahut maruz bırakıldığı toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin hat safhalarda olduğu bir kıskaçta boğulurken dışarıda neler olduğundan haberi olamıyor. Bu sistem kadınları, diğer kadınların mücadelesinden, direnç gösterme refleksini geliştirebileceği, iradesinin farkına varacağı ve bunu güçlendirebileceği ortamlardan ve haliyle “tehlikeli” fikirlerden izole edilmiş bir biçimde patriyarkanın tutsağı olarak anlamlandıramadığı koca bir bütünün parçası olmaya zorluyor.
Ancak o parça o kadar dik başlı, o kadar özgür ruhlu ki, bir mıknatısın diğerine ulaşmak için titreştiği gibi titreşip yerinde duramıyor. Bazen ne yaptığının farkında olmadan kız kardeşlerine ulaşabilmek ve onlara sarılabilmek için büyük savaşlar veriyor.
Ben de bu savaşçı kadınlardan biriyim.
Hayatımın her alanında karşıma çıkan “erkeklik”, başka bir dünyanın mümkünlüğünün varlığına dahi işaret etmiyordu. Aksine verdiğim mücadele karanlığa seslenmek gibiydi.
Makbul bir kız çocuğu ve kadın olamamak, içine doğduğum gerici ve eşitsiz zihniyet ile daimi bir kavga içinde olmak ve bu kavgada failin de ben olduğumun öğretilmesi yıllarca “bozuk” hissetmeme sebep oldu. İnternet kafeye gitmeyi istemek, okul gezisine katılmayı istemek, arkadaşlarımla okul dönüşünde çay içip sohbet etmeyi istemek, müzik dinlemeyi sevmek, yalnız kalmayı istemek, ev işleri yapmayı sevmemek, “kız çocuğu gibi” olup oje sürmek istemek, bazen de “oğlan çocuğu gibi” olup paldur küldür yürüdüğüm için “evlenilecek kız” kategorisinden çıkmam sebebiyle eleştirilmek… Bunlara ekleyebileceğim ve eminim ortaklaşabileceğimiz daha milyonlarca sebeple bozuktum ve makbul bir kız çocuğu ve kadın değildim. Bazen nefes almam bile evdeki erkekleri rahatsız ettiği için oda değiştirmek zorunda kalırdım ama hizmet etmek için geri çağırılırdım. Sakın yanlış anlaşılmasın, çocukluğumda bunları yapamadım; sadece yapmak istediğim için ben sorunlu bir ergendim!
Tüm bunlar içerisinde aynı zamanda ailesinden sevgi isteyen bir çocuktum ve koşullu sevgi hayatıma yerleşmişti; vermeden alamazdım. Ne deseler tamam demeliydim çünkü yalnızdım ve çocuktum! İçimdeki benler birbiri ile kavga ederken ben “hayırlı evlat” olmaya çalışmakla meşguldüm. Kendimi kadın olarak hissederken erkek gibi olmakla övündüm çünkü bu bana bir konfor alanı sağlıyordu. Ne kadar “erkek gibi” olursam o kadar güvenilir oluyordum. Ancak bu yolda ilerlerken bir eşiğe geliyorsunuz; o erkek gibi olmanın getirdiğini sandığınız güvenli alan sizin ruhunuzu katlediyor. Erkeklik orada da öldürüyor. Kendinize olan saygınızı yitiriyorsunuz, riyakarlaşıyorsunuz. İçinizde tanımadığınız bir ben ile mış gibi yaşarken kendinizi düşünmek, hayal kurmak imkansız oluyor çünkü geçtim başka bir dünyanın mümkünlüğünün tahayyülünü, size örülen dört duvarın ardını göremiyorsunuz. Şebnem Ferah’ın Okyanus şarkısında da dediği gibi bir ileri bir geri hep o kapının ardında kalıyoruz, anahtar deliğinden görünen manzara ile yetinmeniz isteniyor. Ama o küçük titrek parça o delikten çıkıp o okyanusta yüzüyor.
Ah o okyanus öyle bir yer ki!.. Asla yalnız yürümüyorsunuz. Kız kardeşleriniz ruhunuzu öyle bir sarıp sarmalıyor ki, yalnızken bile yalnız hissetmiyorsunuz. Hani bazı filmlerde kutsal bir savaşçının yumruğuna ondan önceki 100 savaşçının yumruk gücü eklenir ya, işte sesinize, ruhunuza, bedeninize öyle bir güç geliyor.
İşte ben bu gücü ilk kez Mart 2021’de İstanbul Sözleşmesi’nin bir gecede feshedilmesi sonrasında yapılan ilk eylemde hissettim. Bir kadın megafonu aldı ve konuşmaya başladı. O andan itibaren yapmak istediğim tek şey bağırmaktı. Bunca yıllık susturulmuşluğuma inat, binlerce kadının mücadelesinden beni bihaber bırakan sisteme inat, rızam dışında bana dokunanlara inat, hiçbir şeye hakkın yok diyenlere inat, sen kız mısın kadın mısın diye soranlara inat, inanç sistemlerini tahakküm aracı olarak kullananlara inat, kadınları hizmet aracı olarak görenlere inat, sen anlamazsın deyip bizleri susturanlara inat, bizden korkanlara inat…
O gün bugündür bir yıldır sokaklarda, meydanlarda bağırıyorum. Kız kardeşlerimle yan yana direniyorum. AKP hükümeti, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilerek kadınları sindirmeye ve susturmaya çalıştı ama benim gibi birçok kadını farklı bir itaatsizlik ile tanıştırdı. Bizim elimizden alınmaya çalışılan haklar bile bizi güçlendirirken önümüzde kimse duramaz. Feminist mücadeleden aldığımız güç bizi hiçbir barikatı yıkmaktan alıkoyamaz.
İçimizde o kıpırdaşan parçaları serbest bıraktıkça güçleneceğiz. Bugün hala kapalı kapılar ardında kendi mücadelesini verip hayatta kalmaya çalışan hiç bir kadından, bugüne dek katledilmiş tüm kadınlardan, kendimden, sizden, aidiyetimizden ve aidiyetsizliğimizden, itaatsizliğimizin getirdiği özgürlükten, hayatlarımızdan, sokaklardan, gecelerden ve İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmiyorum.
Yorumlar