İstanbul Sözleşmesi karşıtlığında “dini referansların” daha fazla öne çıkması ile Boğaziçi Direnişi yargılamalarında sanığa “LGBT bağlantısı” sorulması ya da LGBTİ+ fobinin resmi ideoloji katına yükselmesi gibi olgular anlamlı bir bütün oluşturmaktadır.
AKP-devlet’in, son bir haftada hamle üstüne hamle yapan politik tutumu çeşitli biçimlerde yorumlanıyor. Dünkü köşe yazısında Doğan Ergün, Ayasofya meselesinden bügüne yaklaşık 8 aydır hızlanan sürecin AKP için bir “iktidarda kalma stratejisi” olduğunu ifade etmişti. (1)
Haftanın son hamlesinin, İstanbul Sözleşmesi’nden Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile çekilme kararı olduğu düşünülürse, denilebilir ki kadınlara karşı savaş, rejim için “iktidarda kalma stratejisinin” en önemli bileşenlerinden biridir. AKP’nin hamlelerine bakılırsa, Rejim için Gezi Parkı ne ise İstanbul Sözleşmesi o olmuştur. Rejim için Kürtler ne ise İstanbul Sözleşmesi o olmuştur.
Elbette burada “sembolik yatırımlardan” bahsediyoruz. Zira dünyada, erkek egemenliği hükmünü sürdürdükçe, her türlü savaşta “kadınlar üzerine söylenen sözün” hegamonik etkisi büyük olacaktır. Zira her türlü savaşta, kadının bedeni, sözü, varlığı, hakkı-hukuku üzerindeki tahakküm “sınır çizgisi” işlevi görecektir. Gezi Parkı’nın meşum hatırası ile İstanbul Sözleşmesi karşıtlığı, tesadüfen yan yana gelmemektedir.
Eğer sembolik evrene, ideolojik motifler diyarına bakılacaksa, Ayasofya’dan bugüne rejim sanki, “yerli ve milli” aşısının pek yetmediğinde, buna bir doz daha “cihatçı, islamcı, şeriatçı” aşının takviye edilmesinde karar kılmış gibidir. Zaten çivisi çıkmış dünyada, tüm bu girişimler çok da aşırı kaçmayacaktır.
Yerli ve milliler yıllar yılı çoğalmıştır ama neye yarar…
“Yerli ve millî sanatçı” (2015), “yerli ve millî irade” (2016), “yerli ve millî içecek” (ayran) (2016), “yerli ve millî Suriyeliler” (2016), “yerli ve millî anayasa” (2017), “yerli ve millî cumhurbaşkanı” (2017), “yerli ve millî futbolcu” (2017), “yerli ve millî para” (2017), “yerli ve millî otomobil” (2017), “yerli ve millî roket”(2020) vs.
Nitekim İstanbul Sözleşmesine itirazlar da öncelikle “kökü dışarıda” denilerek köpürtülmüştür. Oysaki İstanbul Sözleşmesi, Nahide Opuz’un annesi gibi hiç de “kökü dışarıda” olmayan kadınların akan kanı üzerine kabul edilmiştir. İstanbul Sözleşmesi kanla kazanılmıştır.
Ama dahası İstanbul Sözleşmesi bizatihi bu ülkenin kadın hareketinin mücadelesi ile gündeme gelmiştir. KADER’in (Kadın Adayları Destekleme Derneği) eski başkanı Çiğdem Aydın da, Sözleşme için kadın örgütlerinin verdiği emeği hatırlatmış, “Bize ait bir şey!” diye vurgulamıştır: “Bize ait bir şey olduğu için adı İstanbul Sözleşmesi. Bunu BM’den ya da AB’den almadık. Bizzat Türkiye kendi verileri ile ve kadın örgütlerinin alandan gelen bilgileri ile hazırlandı. Dışarıdan gelen bir sözleşme değil.”(2)
İstanbul Sözleşmesi karşıtlığında “dini referansların” daha fazla öne çıkması ile Boğaziçi Direnişi yargılamalarında sanığa “LGBT bağlantısı” sorulması ya da LGBTİ+ fobinin resmi ideoloji katına yükselmesi gibi olgular anlamlı bir bütün oluşturmaktadır.
Nitekim İstanbul Sözleşmesi karşıtlığında öncü rolü üstlenenlerin başlangıçtaki “azınlık-aşırı sağ” pozisyonları, bugün yerini hilafet talebini manşete taşıma cüretine bırakmıştır.
Sembollerden, ideolojik evrenden, yetmeyen “yerli ve milli”den, imdada koşan cihatçılıktan bahsettik. Sınır çizgileri buralardan çekiliyor. Rejim, pandemi ve krizle canı burnundaki toplumu bir de “kadınlar üzerinden” hizaya getirmek istiyor. Ve elbette bu bir iktidarda kalma stratejisi…
Ancak AKP’nin iktidarda kalma stratejisinin önemli bir parçası olarak ortaya çıkan İstanbul Sözleşmesi’nin feshi, bize önemli bir ders de sunmaktadır.
Kadın kurtuluş hareketinde, önceki yüzyıldan beri süren “hukuksal mücadeleler” hala çok hayati durumdadır. Çoğu zaman basit reformlar bile çok ama çok uzun mücadelelerle kazanılmaktadır. Bir kez daha görüyoruz ki kadınların kazanımları hiçbir zaman “garanti altına alınmış” değildir. Dahası kazanımları korumak bile ancak daha ileri hamleleri yaparak mümkündür.
Tersi de doğrudur.
En ileri hamleyi yok eden, “medeni hukuka” kadar “sıradakileri” de elden geçirmek isteyecektir. CEDAW’ın, Lanzarote’nin konuşulması boşuna değildir.
“Yerli ve milli”ye, daha fazla cihatçılık denilecekse de bu şaşırtıcı olmayacaktır.
———————–
1- https://ilerihaber.org/yazar/iktidarda-kalma-stratejisi-olarak-cihatcilik-124317.html
Bu yazı İleri Haber sitesinden derlenmiştir.
Yorumlar