Deniz Kandiyoti: Salgın, modern kadının yaşadığı illüzyonu yıktı geçti – Ezgi Başaran

Sistem tüm yalınlığıyla ortaya çıktı. Aile kurumu başka hiçbir kurumla ilişki içine girmediğinde, belki sanayi öncesi toplumlarda olduğu gibi, bütün yükün aile içindeki kadınlara yüklendiği görülmüş oldu. Aile dediğimizde de haneden söz ediyorum. Bir hane eşsiz çocuklu bir kadın da olabilir, bir nine kızı ve çocukları olabilir, evli çift ve çocukları olabilir. Tek başına yaşayan bir yaşlı hanım da olabilir.

Deniz Kandiyoti: Salgın, modern kadının yaşadığı illüzyonu yıktı geçti – Ezgi Başaran

Hastalıkla ve hastalık kaygısıyla geçen, birbirine benzeyen sabahları akşam ettiğimiz günlerde dikkatlerden kaçmış olabilir. Yahut ‘virüs hepimizi eşitledi’ gibi sloganvari göz boyamalarla değişik his dünyalarına geçiş yapılmış olabilir. Halbuki bazı meseleler var ki, hazır dört duvar arasındayken mutlaka fark etmek ve düşünmek gerekiyor. Virüs kimseyi eşit etkilemedi, dünyanın hiçbir yerini, sınıfını, cinsiyetini, ırkını eşitlemedi. Yalan! Covid-19 salgını ve beraberinde derinleşecek olan ekonomik kriz kadınları ve elbette belirli sınıftaki kadınların pamuk ipliğiyle ördüğü dengeyi kaidesinden sarstı. İşte bozulan bu dengeyi ve büsbütün ortaya çıkan eşitsizlikleri İngiltere’nin SOAS Üniversitesi’nden Prof. Deniz Kandiyoti ile konuşmayı tercih ettim. Çünkü Prof. Kandiyoti hem toplumsal cinsiyet, Ortadoğu ülkelerinde cinsiyet politikalarının, İslam ve milliyetçilik gibi ideolojilerin bu politikalara etkisi konularında dünya çapında bir bilim insanı, hem de karmaşık bir sürü kavramı, meseleyi, olguyu tatlı tatlı, tane tane anlatmasıyla tanınır. Kariyeri boyunca genç kadın akademisyenlere şefkatiyle ve gösterdiği yollarla eşsiz ve benzersizdir. Sözü, Prof. Kandiyoti’ye bırakıyorum, hal-i pür melalimizi anlatsın. Üzülmek, kırılmak olmasın. Çözüme yönelik, kadın hareketlerine destek metotlarını düşünmemizin fırsatı olsun sözleri.

Covid-19 salgını kadınları niye ve nasıl daha fazla etkiledi?

Daha fazla etkiledi derken ne dediğimize dikkatle bakmalıyız. Benim okuduğum kaynaklarda biyolojik olarak erkeklerin daha fazla etkilendiğini görüyoruz. Erkek ölümleri daha fazla. Dolayısıyla kadınların etkilenme meselesi daha tehlikeye açık vaziyette, tehlikeye daha yakın olma durumuyla ilgili. Bu konuda ilginç istatistikler var. Örneğin New York Times’ın paylaştığı bir bilgiye göre ‘temel işçi’ diye vasıflandırılan meslek gruplarında erkekler yüzde 28 oranında çalışıyor. Buna karşılık ‘kadın meslekleri’ adı verilen gruplarda kadınlar bu salgına daha yakın çalışıyor. Örneğin hemşireler, sağlık çalışanları, temizlik işçileri, kasiyerler, yemek dağıtımında görevli olanlar, eczacılar… Dolayısıyla çok az ücretli ama bu temel hizmetleri sağlayan bir kadın ordusu var. Salgın nedeniyle bu durum su yüzüne çıktı. Erkeklerin yoğun olarak çalıştığı sanayi, inşaat gibi iş kollarında ise bir durma var.

Bir toplumun temel ihtiyaçlarını karşılayan kadın ordusu salgın nedeniyle görünür oldu diyorsunuz, öyle mi?

Evet. Normal şartlarda onlar görünmez kadınlardır. Günlük hayatımızda aslında daima karşımıza çıkan ama görmeyip geçtiğimiz kadınlar. İşte o kadınlar ki salgından çok daha fazla etkilendi, etkileniyor. Çünkü virüsle çok daha fazla temas etme ihtimalleri var. Etkilenme konusunun ilk boyutu bu. İkinci boyutu ise eve kapanma yahut tecritle ile birlikte kaybedilen sosyal bağ ve hizmetlerin kimi nasıl etkilediği meselesi.

Bunu biraz açalım isterseniz. Sosyal bağ ve hizmetlerden kastımız nedir, eve tıkılınca neleri kaybettik?

Aslında eve tıkılmak değil mesele. Bütün krizler günlük yaşamın dokusunun erimesine, çatlamasına neden olur. O çatlama yaşanana kadar insan günlük yaşamı idame etmesine yarayan ufak tefek şeylerin farkında bile olmuyor.

Ne gibi ufak tefek şeyler?

Sen çocuğunu arkadaşına iki-üç saat yollayıp iki satır bir şey okuyabildiğin, yazabildiğin, kendine vakit ayırabildiğin zaman bunun farkında değilsin. Günlük hayatın içinde aile hayatını destekleyen görünür veya görünmez bir sürü kurum ve hizmet var. Bunların bazıları okul gibi, kreşler gibi, spor kulüpleri gibi formel gruplar. Bu kurumlar salgın nedeniyle kapanınca bu hizmetlerin tamamı aileye yüklenmiş oldu. Mesela çocukların eğitimi uzaktan da olsa devam ediyor, o eğitimin evde yapılabilmesi için paketler veriliyor ama o eğitim paketlerini çocuğa ulaştırma işi kadınlara kalıyor. Evde öğretmenlik fonksiyonunu yüzde 99 kadınlar yükleniyor.

Okul gibi resmi kurumların dışında neler çıktı hayatımızdan karantina ile?

Gayri-resmi diyebileceğimiz hizmet ve bağlar var hayatımızda. Normal şartlarda hiç düşünmediğimiz, varlığını idrak dahi etmediğimiz hizmetler bunlar. Mesela işten dönerken hemen bir hazır yemek alıp eve gitmek… Çocuğunuzu anneannesine babaannesine göndermek birkaç saatliğine… Veya okul sonrası çocuğu sanat, spor gibi faaliyetlere bırakmak… Tüm bu gayri-resmi duraklar kadınların ev içinde kendine alan açmasına, vakit bulmasına yarıyordu. Bunlar tedavülden kalkmak zorunda olduğunda geride bıraktıkları boşlukla farkına varılan mekanizmalardır. Sosyolojide bu bir kuraldır: Bir sistem normal çalıştığında bileşenlerini ve nasıl çalıştığını anlamazsınız. Ancak kriz ve çöküş anlarında bu kurumlar kendilerini belli eder. İşte günlük hayat böyle irili ufaklı, resmi ve gayri resmi mekanizmalarla örülü.

Bu salgın türünden bir krizle bu mekanizmalar ortadan kalkınca kadınlar açısında ne görülmüş oldu?

Sistem tüm yalınlığıyla ortaya çıktı. Aile kurumu başka hiçbir kurumla ilişki içine girmediğinde, belki sanayi öncesi toplumlarda olduğu gibi, bütün yükün aile içindeki kadınlara yüklendiği görülmüş oldu. Aile dediğimizde de haneden söz ediyorum. Bir hane eşsiz çocuklu bir kadın da olabilir, bir nine kızı ve çocukları olabilir, evli çift ve çocukları olabilir. Tek başına yaşayan bir yaşlı hanım da olabilir. Daha evvel çocukları onu ziyaret eder, yardım ederken böyle bir salgında bir başına ve tecrit halinde kalmış olabilir. Genç kızlıktan yaşlılığa, evlilik içi veya dışı birçok farklı hane tipi vardır. Bu kategorilerde kim daha çok salgından etkilenir ve zorlanır bu ayrı bir konu. Elbette ki hiçbir desteği olmayan yalnızlar daha çok zorlanır.

Peki karı kocalı, çocuklu nükleer aile tipinde iş bölümleri salgından nasıl etkilendi? Özellikle orta sınıf çalışan, çalışmakta olan kadın ne ile karşılaştı?

Bu bir farkındalık meselesidir aslında. Bakın, hayatın normal akışı içinde aileye destek faaliyetlerinin neredeyse tamamının koordinatörü kadınlardı. Mesela çocuk hastalandı, okuldan almak lazım. Kim alacak? Kim toplantısını bırakıp gidip çocuğu alacak? Yüzde 90 anne. Zaten okul da yüzde 90 ilk olarak anneyi aramaya koşullanmıştır. Salgınla birlikte koordinasyon fonksiyonuna icra fonksiyonu eklendi.

Salgında koordinatörlükten icracılığa dönüşen bir tuhaf kariyer hikayesi diyorsunuz…

Tabii. Mesela evinizin temizliği için yardım mı alıyordunuz. Artık yok. Temizlikçi sizsiniz. Öğretmen mi yok. Öğretmen sizsiniz. Evde birisi mi hasta? Hasta bakıcı sizsiniz. Çocuğun arkadaşı mı yok? O arkadaş sizsiniz. Bakın, modern kadının işinin daha hafiflemesinin sebebi neydi? İcracılıktan koordinatörlüğe geçmesiydi. Evet, birçok şeyi aynı anda çok dikkatle planlamak zorundaydı, hangi öte beri alınacak ne gün ne pişecek, çocuk ne zaman nereye bırakılacak gibi. Ama tüm bunları, hem piyasanın sunduğu hazır yemek servisleri gibi parayla faydalanılacak hizmetlerle, hem de bazı sosyal ilişkiler yoluyla temin edilebilecek hizmetlerle kendisine birtakım ferahlıklar açabiliyordu modern kadın. Elbette burada çocuklu olmak da çok fark ediyor. Günlük hayatın idamesine bir de çocuğun bakım yükünü üstleniyor, onun çevresini de koordine ediyor anne olan kadın.

Modern kadın kendi gayretiyle bulup buluşturduğu tamponlarla bir hayat sürüyor ve bu hayatı da partneriyle eşit iş bölümü içinde bir hayat sanıyordu mu diyorsunuz?

Hayır başka bir şey söylüyorum. Ki bu feminist kuram açısından da son derece önemli bir şey. Kadınların yüklerini hafifletenlerin payları nedir? Bunun ne kadar değişen ilişki biçimleri ve normlara bağlı, ne kadarı da kadınların büyük mücadelelerle elde ettikleri sosyal hizmetlerle ilgili?

Nedir cevabı bu sorunun?

Ben iddia ediyorum ki, değişikliklerin, daha doğrusu iyileşmelerin büyük kısmı aslında sosyal devlet ve piyasa tarafından karşılanıyor. Bu karşılanma biçimi de aile içindeki iş bölümünün zorlayıcı ve çatışmacı bir ortama dönüşmemesine yardımcı oluyor. Bugün ben yorgunum, bir gün de sen yemek yap şeklindeki bir muhabbet, aç telefonu bir pizza ısmarla şekline dönüşebiliyor. Aile içindeki kadın-erkek dengesinin ya da ‘sulh dengesini’ kadınların başka kadınlara dayanarak elde ettiklerini savundum hep. O dayanılan ‘başka kadınlar’, bakıcı kadın olabilir, temizlikçi kadın olabilir, teyze olabilir, anneanne babaanne olabilir, komşu olabilir. Yani Türkiye’de bir şekilde bu aile içi denge, Batı’dan çok daha etkili bir biçimde kadın dünyasının içinde halloluyordu. Hatta diyebilirim ki, Türkiye’deki profesyonel orta sınıf kadınların Batılı akranlarına göre avantajlı bir konumları vardı.

Sosyal bağların kuvvetliliği anlamında söylüyorsunuz?

Evet. Örneğin İngiltere’de bir kadın annesinden çocuğa bakmasını devamlı isteyemiyor. Ya da her gün bir bakıcı hizmeti alamıyor. Bu anlamda hizmet sektörü Batı’da çok daha dar ve korkunç bir mali yük getiriyor. Gelirlerin çok daha düşük olduğu ülkelerde kadınlara destek veren hizmetler çok daha kolay ulaşılabilir ve ucuz. Bu Latin Amerika’da da böyle.Tabii salgın tecridiyle birlikte bu destekler ortadan kalktı herkes için.

Son dönemde Türkiye’de de kadınlara destek olan bu hizmetler çok ulaşılabilir olmaktan çıktı?

Evet, son yıllarda benim de gözlemim bu yönde. Artık temizlik ve çocuk bakım ücretleri arttı. Artık anneanne babaanne köşe başında ya da geniş aile düzeninde oturmuyor, torununun tüm bakımını üstlenmeye niyet etmiyor. O bakımdan eskisi gibi kolaylıklar Türkiye’de de azalmaya başladı. Hem piyasa hem sosyal devlet hizmetleri ortadan çekildiğinde mesele kadın-erkek iş bölümüne gelip dayanıyor. Ve orada da yazılı olmayan kurallar işlemeye başlıyor.

Yazılı olmayan kuraldan kastınız nedir?

Son derece basit: Kadınların zamanının değer olarak erkeklerden daha düşük olması.

Harika doğrusu!

E değil tabii ama gerçek. Bunu ekonomideki ‘fırsat maliyeti’ kavramıyla açıklayabilirim. En basit şekilde şu; çalışmadığınız vaktin ne kadar para ettiği meselesi. Buna göre varsayım kadınların zamanının daha az para ettiği ya da daha az değerli olduğudur. Şimdi kendi hayatımdan bir örnek vereyim. Son derece uygar, kadın erkek eşitliğine inanan bir misafir kalıyor evimde. Sabahleyin ben masamın başında çalışıyorum, kocam masasının başında çalışıyor. Misafirlerimiz bir yere çıkacaklar, sanıyorum Londra’da gezecekler. Şu neredeydi ya da ben bunu nereye koyayım türünden soruları sormak için iki yere yönelebilirler değil mi? Bana ya da kocama… Sistematik olarak benim odama gelip beni kesiyorlar. Bunun altında hiçbir kötü niyet yok. Tamamen bilinçaltı. Bunu yapanlar da hem erkek hem kadın. Yani erkeklere özel bir bilinçaltı olayı değil. Çalışan bir erkeğin zamanını bölmek ile çalışan kadının zamanını bölmek arasında bir seçim yapılsa mutlaka kadın seçilir. Çünkü kadının zamanı daha değersizdir. Bilinçaltı varsayımı bu.

Kadınların zamanının hem değersiz hem de çok esnek olduğu varsayımı bu.

Kendimden bu örneği vermemin sebebi şu: Bunu yapan kişiler okumuş etmiş, ‘benim zamanımın daha değersiz olduğunu mu düşünüyorsun’ desem, ‘Estağfurullah, ne münasebet’ diyecek insanlar. İşte kadınlarla ilgili bu değersizlik varsayımı eğitim ve sınıf tanımayan bir programlama adeta.

Peki bu salgın, kadın hareketlerinin son 50 yıldaki kazanımları açısından bize ne göstermiş oldu? Çünkü az önce tüm bunlar feminist kuram açısından önemli demiştiniz, neden önemli?

Maalesef çok karamsar bir şey söyleyeceğim. Şaşmayan bir kural var: Ekonomik kriz, salgın ve felaket anlarında ilk feda edilen alanlar ne yazık ki kadınların kazanımları oluyor. Bakın Küba’da kadın-erkek eşitliği kanunlaştırıldı. Fakat bir kriz geldi. Hiçbir malzeme, araç gereç bulunamıyor ve uzun uzun kuyruklara girmek gerekiyor her alanda hayatı idame ettirmek için. Kim bekliyor o kuyruklarda hep? Kadınlar! Kriz anlarında toplumu idame ya da yeniden inşa etme görevlerini, o krizin faturasını devletler hep ‘başka yere’ kesmeye çalışır.

O ‘başka yer’ de genelde o görünmeyen kadınlar ordusu oluyor değil mi?

Aynen öyle. Örneğin 1980’lerde Margaret Thatcher hükümeti İngiltere’de sosyal devleti nasıl kısarız sorusunun cevabını bulmak üzere bir aile araştırması yaptırmıştı. Amaç ne? Devletin sunduğu fonksiyonların ne kadarını ailelere iade edebileceklerini görmek. Mesela yaşlıların bakımı. İngiltere’de yaşlı bakım evlerinin büyük bölümü devlet destekli. Bu yaşlı nüfusu evlerine gönderebilseler milyonlarca pound tasarruf edecekler. Mahalli idarelerin devlet destekli kreşlerini kapatsalar yine milyonlar devletin cebinde kalacak. Devletlerin bu tür hesapları ve işleri aileye iade etme hevesi hep vardır. Ama kriz zamanlarında bu büsbütün ortaya çıkıyor. O zaman ne oluyor, toplumun en temel yükleri kadınlara biniyor. Örneğin, Batılı ülkelerde yaşlı anne-babasına bakmak için işini bırakmak zorunda kalan kadınların sayısı çoktur. O zaman ne oluyor? Kadınlar hayat döngüleri itibariyle bir kıskaca mahkum kalıyor.

Nasıl bir kıskaç bu?

Önce döngüyü anlatayım. Kadınlar doğurganlık yaşlarında çocuklarına bakmak için part-time çalışıyor diyelim. Part-time çalışınca emeklilik dönemlerine erkekler kadar maddi katkıda bulunamıyor. Yaşları ilerledikçe yaşlı ailelerine ya da belki hasta eşlerine bakım gerektiğinde çaresiz biçimde işten çıkarak bakıcı durumuna geçiyorlar. Peki bu kadınlar emeklilik yaşına geldiğinde ne yapacak? Müthiş bir krizle karşı karşıya kalıyorlar. Tek başına kalan emekli kadınların krizi bu. Kadınlar emekli olduğunda geçimini sağlayamayacak hale geliyor. Yani fakirleşmenin kadınlaşması durumuyla karşı karşıyayız. Bu salgın kriziyle birlikte bir de büyük ekonomik krizin eşiğindeyiz, hatta içindeyiz. Ekonomik krizin maliyetinin kimlere kesileceği meselesini konuşmanın zamanı geldi.

Tam da bu konuya gelmek istiyordum. Salgının başında, ‘virüsün herkesi eşitlediği’ gibi bir illüzyon yaratıldı. Aslında bu salgında herkes eşit mi? Meselenin sınıfsal boyutu nedir?

En büyük yalan bu salgının herkesi vurabileceği ve eşitleyici bir fonksiyonu olduğudur. Tam tersine bu salgın krizi servet ve sınıf farklılıklarını büsbütün ortaya çıkardı. Çünkü devletlerin bu salgın dönemi ve sonrası için tüm yardım politikaları aslında maaşlı işi olan, kayıtlı ya da küçük bir işletmesi olan kişilere yönelik. Halbuki düşük ücretli kişilerin çoğu sözleşmesiz, güvencesiz, işine her an son verilebilecek ve karşılığında herhangi bir tazminat talep edemeyecek insanlar. Günlük ve haftalık kazandıklarıyla yaşayan milyonlar var. Onların bu salgından nasıl ve ne halde çıkacağıyla ilgili herhangi bir devlet politikası yok. Ciddi tehlike altında olan kadınların birçoğu da zaten bu sınıfa ait. Çalışmadan ne kirasını ne yemeğini karşılayabilecek durumda olan kadınlar. O kadınlar arasında da ırk farklılıklarına göre durum daha kötüleşebiliyor. Göçmenlerin ve siyahların ekonomik ve sağlık açısından bu salgından nasıl daha kötü etkilendiğini gösteren rakamlar çok çarpıcı.

Karantina nedeniyle büsbütün görünür hale geldiğini anlattığınız bu kadın-erkek eşitsizliği kadının ruh halini veya kimlik anlayışını nasıl etkiler sizce?

Bir grup kadını etkiler. Ama benim yaşımdaki kadınları etkilemez. Çünkü biz sistemin böyle olduğunu fark etmiş ve biliyorduk zaten. Şaşırtıcı ve sarsıcı bir taraf yok bizler için. Fakat bir post-feminist kuşak geldi. Yaşları 20 ile 35 arasında değişen bir kadın kuşağından söz ediyorum. Biz her şeyi yaparız, her şeye kadiriz diyen. Özellikle bekarlıklarında, gençliklerinde kendilerini çok güçlü, çok özgür gören. Bu güç ve özgürlük noktalarının çoğu hayaliydi. Bu hayali perçinleyen biraz da tüketim elbette. İstediğin kadar seyahat etmek, istediğin kadar makyaj malzemesi almak, bol bol kıyafet değiştirmek, kız arkadaşlarınla akşam kokteyllere gitmek kadının haklarıyla özgürlükleriyle ilgili nihai bir şey söylemez. Piyasanın kadınlara sunduğu sabun köpükleridir. Bu nesilde sosyalleşenler, yani X, Y ve Z kuşağı kadınlar bu salgın sırasında şok geçirmiş olabilirler gerçekten. Sosyal medya paylaşımları bunu gösteriyor.

Yaşları 20 ila 35 yaşında değişen kadınların bilinci neden bir önceki kuşaklara göre daha farklı? Sanki tersiymiş gibi düşünüyor insan…

O düşünce biraz önce saydığım sabun köpüğünün gözleri kamaştırmasından. Önceki kuşak kadınlar hem kendi ailelerinin içindeki hem de çevrede olup bitenleri gözlemleyerek belirli bir farkındalık için yetiştiler. Kadın hareketinin dişiyle tırnağıyla belirli kazanımları elde ettiğini birebir yaşayarak gördüler. O yüzden bilinçleri daha yüksek diyorum. Gerçi bugün de Türkiye’de yine o yaş aralığında gece gündüz çalışıp kazandığını ailelerine vermek zorunda olan milyonlarca kadın var. Dolayısıyla salgın krizinin getirdiği şoku yaşayacaklar aslında küçük bir elit. Bugüne kadar anne babaları tarafından hiçbir sorumluluk verilmemiş, bir tabağı lütfen masadan mutfağa götüren, belki geç evlenmiş ve evlenmeden uzun profesyonel hayatı olmuş kadınlardan söz ediyoruz. Onlar biraz şaşırmış olabilir. Normaldir. Belki beni kalpsiz bulacaksınız ama çok da üzülmüyorum o şaşkınlıklara. Çünkü kadınların sistem içindeki konumlarını görmek için malzeme hep vardı, hep çok boldu.

Bu söyleşi 30 Nisan 2020 tarihinde Gazete Duvar’da yayınlanmıştır.

Yorumlar