Kendisini ve çocuğunu korumak için sistematik şiddet gördüğü eski eşini öldürmek zorunda kalan Yasemin Çakal'ın hayatını anlattığı röportaj Dilek Aykan tarafından kedistan.net sitesinde yayınlandı.
“Üç yıllık evliliğinde ağır şiddet gördü, altı aylık bebeğiyle ölümden döndü. Yasemin Çakal, kendisini ve oğlunu eşinin şiddetinden korumak isterken, hiç düşünmediği bir cinayetin sanığı oldu. Bebeğiyle birlikte cezaevine girdi. Ağırlaştırılmış müebbetle yargılandı.”
Yukarıdaki satırlar, olayın hemen akabinde Yasemin hakkında yazılanların en hafifiydi. Daha ilk duruşmasında mütalaası okunan ve hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istenen Yasemin’in, aslında bu davanın sanığı olmaması gerektiğini İstanbul Feminist Kolektifi’n davaya müdahil olması ile öğrenmiştik. Devletin bir türlü koruyamadığı Yasemin, kendini ve bebeğini korumak zorunda bırakılmış, hayatta kalmak için eşini öldürmüştü. O günlerde ben de Yasemin’in çığlığını duyanlardan biriydim. Bu davada yüreği Yasemin’in özgürlüğünden yana çarpan, erkeği koruyan adalet karşısında Yasemin’in etrafında kenetlenen binlerce kadından yalnızca biri. Üç yıl tutuklu olarak yargılanması devam etmişti Yasemin’in ve mahkeme “meşru savunmada mazur görülebilecek heyecan, korku ve telaşla sınırı aşması sonucunda eylemi gerçekleştirdiğini” kabul ederek, kendisine ceza verilmesine yer olmadığına karar vermişti.
Davanın kronolojisine buradan ulaşabilirsiniz.
Bütün kadınlar adına zafer kazanılmıştı. Ancak, bu zaferin yarım kaldığını Yasemin’in İsviçre’de bir mülteci kampında yaşadığını öğrenince anladım.
Yasemin şimdi İsviçre’de sürgünün ilk ve en zorlu günlerini yaşıyor. Bir odada çocuğuyla ve dünyanın farklı ülkelerinden gelen insanlarla beraber tanımadığı, dilini bilmediği bir yerde yaşama yeniden başlayacağı günü bekliyor. İsviçre Göç Bürosu Yasemin Çakal’ın ülkeye sığınma talebinin insani olduğunu, politik bir sığınma talebi olmadığını düşünüyor. Oysa insani olan her şey aynı zamanda politik değil midir? Gelin birlikte Yasemin’in ağzından yeniden dinleyelim hikayesini ve hep birlikte karar verelim, Yasemin’in davası politik mi, değil mi?
“Yaşıtlarıma göre göğüslerim daha büyüktü diye beni okuldan aldılar”
“Bir aşiret kızıyım. Ailem geleneklerini en katı haliyle yaşıyordu. Hiçbir esnekliğe müsaade edilmeden büyütüldük ancak bunun ağırlığını en fazla ben yaşadım sanırım. Kendimi bildim bileli eş adayı olarak büyütüldüm. Erkeğe hizmet edecek, onun ihtiyaçlarını karşılayacak bir eş adayı olarak.
Abimle aynı okula gidiyorduk, kafamı bile kaldırmama izin vermezdi. Hiç teneffüsüm olmadı benim, hayatla mücadelemde olduğu gibi okulda da hiç nefes almadım. Abim hep hak sahibiydi, çünkü erkekti. Evde işleri ben yapardım, onlar bisiklete binerdi ben binemezdim, benim derslerim iyiydi ama onlar takdir edilirdi. Çünkü onlar erkekti ve okuyacaktı. Benim okul hayatım için düşünülen bir şey yoktu ki! Zaten daha on bir yaşındayken annem zorla saçlarımı kapatmak istedi. Ben istemiyordum. Başımı kapatmadığım için üç gece dayak yediğimi bilirim ama takmadım, yine de taktıramadılar bana başörtüsünü.
Yaşıtlarımdan daha erken olgunlaşıyordum. Abim, “bunun göğüsleri çok büyük, başımı belaya mı sokacaksınız, gelmesin okula” diyordu ve öyle de oldu. Sorgulamam, birey olma çabam hep vardı, “neden?” diye kendime sorardım. Aslında direniyordum da. Başörtüsünü bana taktıramamış olmaları ilk isyanım ve ilk zaferimdi.
Ben uzun yıllar kendi semtim dışında bir yer göremedim, İstanbul benim için mahalleden ibaretti. Öyle korkutmuşlardı ki beni sanki dışarı çıksam, arka mahalleye geçsem kötü yola düşecektim. Bunların safsatadan ibaret olduğunu bunca şeyi yaşadıktan sonra öğrendim.
Okuldan sonra ufak tefek işlerde çalıştım, yine kendi mahallemin ötesine geçmeyen işlerdi bunlar. Arkadaşlarımla beş dakika zaman geçiremediğim, işten eve, evden işe zamanlardı. Görücülerin arkasının kesilmediği dönemler işte. Her gün biri geliyordu, tanımadığım insanlara kahve uzatıyordum. Sevginin bile ne olduğunu bilmediğim yaşlardan bahsediyorum. Hiç evlenmek istemedim. Hiç… İlla ki annem birinden birine verecekti beni, evlendirilecektim. O çocuk yaşta düşünebildiğim tek çözüm, benim isteğimle biri gelir isterse, ki zaten ben istedim diye ailem evlenmeme izin vermezdi, insanlar “sevdiği biri var” diye düşünüp gelmez, istemezlerdi. Küçüktüm diyorum ya, bu kadar yetebiliyordum. Rahmetliyle kendim tanışmıştım. Rahmetli diyorum ama rahmet okuduğumdan değil, ismini anmak istemediğimden, bu da böyle bilinsin. Neyse!
İlgisi varmış bana. Küçücük bir çocuğa nasıl ilgi duyulabiliyorsa… Yaşça da benden büyüktü zaten, ama kendi planımı işletmek için “tamam” dedim. Geldiler bir akşam, ailemle tanışacaklar güya, ailem kabul etmez diye düşünürken, o gece, yani tanışmaya geldikleri gün, yüzükler takıldı. Niye mi? Çünkü maddi durumları çok iyiydi, maddi durumu aklıma bile gelmemişti, ama o an aklım başıma gelmişti. İstemiyorum dedim. Okumak istiyordum, sadece okumak. Birkaç gün sonra da parmağımdaki yüzüğü attım ve kaçtım. Teyzeme gittim. Akşamına kalmadan gelip tabii geri aldılar beni, ama artık ailemin değil, nişanlımın evine gidiyordum. Acelece imam nikahı kıyılmış, düğün derneğe gerek görülmemişti. Yıllar sonra kayınvalidemin ısrarıyla düğün yapıldı, beni severdi kayınvalidem. Anlaşıldığı gibi evliliğim görünen tarihinden çok daha eski, bunları hiç söylemedim, korktum. Bundan ne anlamak isterseniz onu anlayın çünkü bu korkularım hala geçmiş değil.
“Eğer seni kocan istiyor olmasaydı, o gün öldürecektim seni”
Daha birkaç günlük evliyken şiddet görmeye başladım. Eski eşim çok sorunluydu, ne ararsanız vardı; şiddetin her türlüsünü yaşattı bana. Hakaret, dayak, işkence… Kapının önüne bile çıkmama müsaade etmiyordu. Kaç defa hastanelik olduğumu hatırlamıyorum bile. İlk hamileliğim gördüğüm ağır şiddet sebebiyle düşükle sonlandı. Olay, çoğu zaman polislerin “aile içi mesele”, “karı koca arasına girilmez” sözleriyle daha polis karakolunda noktalanıyordu. Eğer hastanede iyi bir doktora denk gelirseniz durum değişebiliyor ya da iyi bir polis, iyi bir savcı…
Elbette iyiliği aşan durumlar da olabiliyor; mesela iki defa beni bıçaklaması gibi. Ölümden dönmüştüm. Hakim kararıyla kadın sığınma evine yerleştirildim. Eliniz kolunuz uzunsa ya da ailenizin devletle bağları güçlüyse olmayacak şeyler olabiliyor, abimin kadın sığınma evini öğrenmesi gibi… Suç işliyorlardı. Kadın sığınma evlerinin adresi kimseyle paylaşılmaz, paylaşılmamalı ama ne yazık ki bu da bizim ülkemizde yasadaki gibi uygulanmıyor. Zaten devlete güvenim yoktu, o olaydan sonra bu duygum pekişti.
Bir hafta sonra abim kadın sığınma evinden beni gelip polis arkadaşlarıyla beraber aldı. Abim beni öldürebilirdi o gün. “Eğer kocan seni istiyor olmasaydı o gün öldürecektim” diyordu. Ailemin beni öldürmemesinin tek sebebi de bu. Eşimin “bulun Yasemin’i” demesi.
Eşim beni geri istiyordu çünkü takıntılıydı, vazgeçmiyordu. Defalarca şikayetçi oldum ama her seferinde serbest kaldı. Ne sığındığınız polis karakolu, ne şikayetinizi alan savcı o günlerde kadın cinayetlerini ciddiye almıyordu, gerçi bugün de farklı değil ama o günler daha kötüydü. Kadın cinayetlerini meşrulaştıran bir dil bile kullanılıyordu. Bir kadın eşi tarafından öldürülüyordu ve herkesin ilk cümlesi “kesin aldatmıştır” ile başlayıp “kesin bir şey yapmıştır” la noktalanıyordu. Oysa çoğu kadın boşanmak istediği için öldürülüyor…
Mahallenin baskısı da cabası. İnsanlar kadın hakkında çok rahat cümleler kuruyor. Ayrılan, boşanan, evi terk etmek zorunda kalan, hatta öldürülen kadın hakkında bile konuşabiliyorlar. Onlar, şiddet cenderesinde, istemediği hayatın içinde cebelleşen bir kadının yaşadıklarında pay sahibiler. Öldürülen yüzlerce kadın toplumun, mahalle baskısının sonucu o evde yaşamaya devam ederken canından oluyor. Sadece boşanmış bir kadın görünmemek için evliliği istemeye istemeye devam ettiren kadınlar var. Patronun, eşin, ailenin, toplumun, devletin, nereden geliyorsa şiddet, işte kabul etmemek gerekiyor. Ben de kabul etmek istemedim. Boşanmak isteğimi söylediğimde annem bana “gelinliğinle çıktın kefeninle dönersin” dedi. Ailemde zaten umut yoktu. Ne yaptıysam boşanamadım. Her günüm dayak her günüm işkenceydi.
Olay gününe gelecek olursak zihnim sanki bana o günü unutturmuş gibi. Tam olarak hatırlayamıyorum şu an, ayrıntılar kayıp. Eşim o gece eve geç ve sarhoş gelmişti. Yine hakaret, bir yığın dayaktan sonra oğlumu ve beni odaya kilitledi. Oğlum karnı aç, ağlaya ağlaya kendinden geçti. Ben de kendi ağrımla sızımla uyuya kalmıştım. Sabah uyandığımda kapı açık oğlum yanımda yoktu. Önce çocuğumu alıp gittiğini düşündüm.
Oğlum kucağında dışardan beraber geldiler. Daha kapıdan girer girmez bana “sen odadan neden çıktın?” diye bağırmaya, vurmaya başladı. Çocuğu kucağından almak istedim, kapıyı kilitledi ve anahtarı dışarı attı. “Bu gün ölümüz çıkacak buradan” dedi. Üçümüzü de öldüreceğini söylüyordu. Yerdeydim, kendimi toparlamaya çalıştım. O sırada masadan yere düşen bıçak elime geçti, can havliyle saplamışım. Nasıl oldu anlamadım. Şoktaydım, zaten sonrasını en iyi beni olay yerinden almaya gelen polislerin ifadesi anlatıyor. “Olay yerinde şoka girmiş bir kadın vardı, aldık ve polis merkezine getirdik.”
“Kadınlar birlikte, birlikte güçlü”
Tutuklandım ve cezaevi günlerim başladı. Adli koğuşta kalıyordum ama fikirlerim de eylemim de siyasiydi. Kadına yönelik şiddet politikti ve her yerdeydi. Bunu feminizmi öğrenince fark ettim. Akla gelebilecek her türlü suçtan tutuklu, hükümlü yüzlerce kadın tanıdım, onları dinledim. Dinlediğim bütün kadınların hikayelerinde istisnasız bir erkeğin rolü vardı. Diyebilirim ki her kadın bir erkek yüzünden oradaydı. Feminist bilincimin gelişmesi de böyle başlamıştı. Bunlara bir de yargının eril zihniyeti, basının eril dili eklenince, bunca yaşadığının üzerine feminist olmayacaksın da ne olacak!
İlk duruşmamda erkek adalet nedir, nasıl olur gördüm. Daha olay yeri incelemesi istenmeden, şahitler dinlenmeden, işkence gördüğüme dair her hangi bir rapora ihtiyaç duyulmadan, daha kendimi anlatamamışken savcı mütalaasını açıkladı. Yani bu demek oluyor ki ikinci duruşmada karar verilecek. Savcı ağırlaştırılmış müebbet cezası verilmesini istemişti. Heyet Başkanı beni dinlemedi bile, “zaten ifadeni vermişsin” dedi. İlk duruşmada inancımı kaybettim, hayat oracıkta bitivermişti.
İlk duruşmamdan on gün sonra Avukat Diren Cevahir Şen benimle görüşmeye geldi. Beni davaya müdahil olmaya ikna etmeye çalışıyordu. Tanımıyorum, korkuyorum. O hafta Diren her gün geldi ve beni ikna edemeyince kız kardeşimin numarasını aldı, onunla konuşmak istedi. Ben o zaman zaten hayattan kopmuştum, algılamakta bile güçlük yaşıyordum. Sonra kız kardeşimle görüşmüş, kardeşim Mor Çatı’ya gitmiş. Görüşüme geldiğinde “abla güven onlara, bir şey kaybetmezsin” dedi. Kabul ettim.
Bir ay sonra ikinci duruşmam oldu, adliyede cezaevi aracından iner inmez etrafımı çevik kuvvet polisleri sardı, ne olduğunu anlamadım. Dışarda bir uğultu…
Beni yangın merdivenlerinden binaya almak isterlerken kitleyi görebildim, yüzlerce kadın “Yasemin, Yasemin” diye bağırıyorlardı, o an yüzümde bir gülümsemeyle yakaladım kendimi. O kadar çok kadın vardı ki! Mor pankartlar, bayraklar ve o slogan… “Kadınlar birlikte, birlikte güçlü! ”
Öyle de oldu. O duruşmadan sonra hep birlikteydik. Ben on beş duruşma boyunca ve sonrasında hiç yalnız yürümedim. Duruşma başladı. On avukat gelmişti, basın mensupları salondaydı… Mahkeme heyeti başta olmak üzere herkes şaşkındı. İçerde feminist avukatlar, salonda, dışarıda bir çok kadın… Avukatlarım beni canla başla savunuyorlardı. Taleplerimiz kabul edildi, şahitler dinlenecekti.
Cezaevine döndüğümde bütün ana haberlerde benim duruşmam vardı. O günden sonra yüzlerce mektup aldım, hepsini tek tek okuduğum, her satırını hatırladığım yüzlerce mektup. O kadar çok okumuşum ki her bir mektubu, hangi isim ne yazmış onu bile hatırlıyorum.
Mektuplarla, günlüğümle, biraz yazarak biraz okuyarak üç yıl geçirdim cezaevinde. Ülkenin farklı farklı yerlerinden kadınların mücadelesiyle tahliye edildim. Son duruşmada hakim kararı açıklayınca herkes ağladı. Kadınlar erkek adaletin karşısında kenetlenmiş ve büyük bir zafer kazanmıştı.
“Kadınlar, Yaşam, Özgürlük”
Cezaevi kapısında beni kadınlar, avukatlarım, ailem ve basın mensupları karşıladı. Tahliye edildiğim günün hayalini kurarken kendime bir söz vermiştim, bir sloganla selamlayacaktım bekleyenlerimi. Kendime en yakın bulduğum, beni en iyi anlatan sloganla… Cezaevi kapısı açıldığında mikrofonlar uzatıldı ve bir muhabir “Yasemin kadınlara söylemek istediğin bir şey var mı, bir mesajın var mı?” diye sordu, “Evet” dedim ve zafer işareti yaparak anadilimde o sloganı attım, “Jin, jiyan, Azadi!” [Kürtçe, Kadın, Yaşam, Özgürlük!]
Ailem ve avukatım kızdı bana. Daha sonrasında yapılan itirazların kabul edilişi ve aldığım on beş yıl hapis cezasının da sebebi bu slogan oldu. Ben hiçbir zaman bu sloganla kadınları selamlamaktan pişman olmadım, bugün olsa bugün de aynı sloganla ve aynı içtenlikle selamlardım kadınları. Bizim mücadelemiz kadın için, yaşam için, özgürlük için değil mi?
Cezaevi çıkışında ailem arkadaşlarımla zaman geçirmeme izin vermedi. Cezaevinin önünde beni apar topar eve götürdüler. Yol boyunca ağladım. Mahalleye girdiğimizde tarih başa dönmüştü. Çok küçük yaşta apar topar gelin olduğum ve bir daha uğramadığım eve rahmetlinin aileme sus payı olarak aldığı arabayla götürülüyordum. Bütün vücudumu ateş basmıştı. Hissettiklerimi anlatacak kelime gerçekten bulamıyorum.
Ev kalabalıktı, aşiret toplanmıştı. Hiç unutmuyorum amcamın konuşmasını: “Bir bok yedin, bundan sonra dizini kır evinde otur. Dışarı çıkmak falan yok. Otur çocuğuna bak! Bir kısmet de bulursak evlendiririz seni.” O an sinir krizi geçireceğimi düşündüm. Yüzlerine söyleyemiyordum ama aklımdan geçen cümleler vardı: “Yaşadıklarıma dair kimsenin bir fikri yok, işkence gördüğümde hiç kimse sahip çıkmamış bana, üstelik gelinlikle çıktın kefenle girersin demişler, şimdi bunları nasıl söyleyebiliyorlar,” diye düşünürken, ağzımdan çıkan şu oldu: “Artık kimsenin hayatı için değil kendi hayatım ve oğlumun hayatı için varım, ben bizi yaşayacağım” dedim.
Abimle tartışmalarımız bitmiyordu; bir gün, “kendine gel, sen çok değişmişsin ama ben seni eski haline getirmesini bilirim” dedi. Birkaç gün sonra zaten olan oldu, abimle yine büyük bir tartışma yaşadım. Elimde 10 TL para, cebimde kontörlü bir telefonla bakkala diye evden çıktık oğlumla, ve bir daha dönmedik. Kimseyi arayamıyorum, telefonumda kontör yok, tam ne yaparım ne ederim derken o sırada Avukat Sezin Uçar aradı. Cezaevinde hep ziyaretime gelirdi, hiç avukatlığımı yapmadı ama iyi bir arkadaş oldu bana. Sağ olsun fırtına gibi geldi ve bizi aldı. Eve gittik beraber. Babam durmadan arıyordu. Kimliklerimizi almıştı zaten, kaçabileceğimi düşünerek. Sezin, telefonu elimden alıp kapattı. “Yalnız değilsin” dedi.
Sonra belediyede bir iş bulundu bana. Daha sonra kendime ait bir evim oldu. Kız kardeşimi de ona söz verdiğim gibi yanıma aldım, beraber yaşamaya başladık.
Mutluyduk, abim beni ve iş yerimi bulana kadar her şey yolundaydı. Abimin ilk işi ev sahibimi tehdit etmek oldu. Evden çıkmak zorunda kaldım. Kız kardeşim istemeye istemeye ailemin yanına döndü. Bu diğer abim, uzman çavuş olan, benim durumumdan kaynaklı işten çıkarılmıştı. Sonra da rahat vermedi zaten. Her seferinde “senin yüzünden işimden oldum, kimse seni öldüremedi, ben öldüreceğim” diyordu ve peşimizi bırakmıyordu. Daha önceleri ciddiye aldığım biri değildi ancak bu yaptıkları, söyledikleri beni korkutmaya başlamıştı, çünkü en son silah çekti bana. Bunlara birçok arkadaşım şahit oldu.
Cezaevinden çıktıktan sonra çok tehdit aldım. Polisler tarafından, rahmetlinin ailesinden taraf, sürekli tehditler alıyordum. Kapımın önüne ismimin yazılı olduğu mezar taşı bile bıraktılar. Polisler iş yerime geliyordu, tehdit ediyorlardı, eylemlere katıldığımda kenara çekip, “git evinde otur, eylem eylem gezme” diyorlardı. Polis tacizi çok fazla oldu. Özellikle “ne işin var eylemlerde, siyasetle ne işin var” diyerek çok taciz ettiler. Ben hiçbir zaman cevap vermedim onlara ama yaptığımdan da geri durmadım. Ben mücadelemle zaten gereken cevabı veriyordum.
O günlerde herkes yurt dışına çıkmamı öneriyordu, ama ben hiçbir zaman ülkeden ayrılmak istemedim. Dışarıya çıkmak için çok mücadele verdim yine mücadele ederim diye düşünüyordum. Cezaevinden çıktıktan sonra iki yılda dışarda benzer sorunlara direndim. Ama öyle bir olay oldu ki başka şans bırakmadılar bana. Ülkeyi terk etmeden üç ay önce oğlum bir saldırıya uğradı ve beyin kanaması geçirdi. Her kim yaptıysa, ki hala kimin yaptığı bilinmiyor, yakalanamadı! O günden sonra işi bıraktım, oğlum iyileşince de arkadaşlarımdan yardım istedim. Yine bir dayanışma ağıyla ülkeyi terk ettim. Yurt dışına çıkış yasağım yoktu, ama tanınan bir yüz olmamdan kaynaklı büyük bir riskti. Bunu da başardım.
Şimdi İsviçre’de mülteci kampında tek bir odada oğlumla beraber kalıyoruz. Bundan sonrası için çok bir beklentim yok, içinde ölümün olmadığı, korkmadan bir yaşam sürdürmek istiyorum. İstiyorum ki tek derdim oğlumun ödevleri olsun, çocuğumun ergenlik sorunlarıyla ilgileneyim, normal yaşamın içinde insanların sorunları kadar sorunum olsun.
Korkuyla, en ufak bir tıkırtıya bile kulak kesilir bir psikolojiye sahibim, öyle ki kapıdan geçen insanları ayak sesinden bile tanıyabiliyorum. Gece kabuslarla uyanıyorum. Kendimi hala güvende hissetmiyorum. Oğlum bir önceki kampta güvenlik görevlilerini görüp çığlık attığı çok olmuştur.
Kendimize ait bir evimiz yok. Bir odada, ortak tuvalet, ortak banyo, ortak mutfak kullanıyoruz. Oğlumun iyi olmadığını biliyorum. Tuvalete banyoya tek başına gidemiyor. Benden ayrı uyumuyor. Selim daha altı aylık bir bebekken cezaevine girdi benimle. İki katlı bir ranzanın alt katında benimle uyuyordu. Biraz büyüyünce yatağımıza kendi başına tırmanıyordu. Şimdi burada yine iki katlı ranzamız var. Hem oğlum hem de benim için ranza çok ağır bir travma. Elimden gelse söker atarım, yerde uyurum.
İsviçre’ye geldiğimiz ilk günler Selim çok ağladı. “Beni kandırdın, hani biz İsviçre’ye gidecektik” dedi. Kampları görünce ona cezaevi gibi geliyor. Haklı, şehirden uzak, ıssız bir kampta kalıyoruz. Burada yaşamak ne oğluma ne de bana iyi gelmiyor. Korkuyoruz. Devam eden bir prosedür var ve psikolojik olarak iyi de değiliz. Çok zor bir süreç geçiriyoruz. Her kapı çalışında yüreğim hopluyor.”
Yasemin ailenin, erkeğin, devletin ve toplumun kendisine yüklediği bütün rolleri üzerinden attı; bu yüzden de ağır bedeller ödedi. Hikayesi zorluklarla dolu olsa da, çok yabancı bir hikaye de değildi. Çünkü o günlerde biz kadınları “Yasemin Çakal Davası” etrafında bir araya getiren de evde, sokakta, iş yerinde yani hayatın her alanında yaşamı savunmak zorunda bırakılan milyonlarca başka kadının var olduğu gerçeğiydi. Yasemin sadece sesini yükseltmiş ve akabinde milyonlarca ses olmuştu. Bu ses hepimize politik bir sorumluluk yüklemiş ve bir dayanışma ağının içinde bulmuştuk kendimizi.
Bu günlerde ise Yasemin İsviçre Göç Bürosu’nun vereceği kararı bekliyor. Bu kararın aynı zamanda biz kadınları da tatmin edecek bir karar olması gerektiği kanaatindeyim. Yasemin’in yapmış olduğu sığınma talebinin politik bir talep olduğu kabul edilerek, oğluyla beraber İsviçre’de yaşamasına olanak sağlayacak iznin verilmesi gerekiyor. Çünkü, kanımca, yukarıda hikayesinin ‘bitemiyor oluşu’ talebinin politik doğasını gözler önüne seriyor: Yasemin’in mücadelesinin hem geçmişi hem de şimdiki zamanı, bir kadının kendi yaşamının öznesi olabilme serüveninin bir tarihi. Dava tam da bu noktada politik bir kimlik kazanıyor.
*Bu röportaj 25 Nisan 2020 tarihinde Dilek Aykan tarafından kedistan.net sitesinde yayınlanmıştır.
Yorumlar