Kendim, Evim, Devrim – Perçem U. Yıldızbaş

Kendine bir proje gibi bakmadı hiç, kendini hazırlamaktan anladığı bu olmadı. Terzi olsaydı eğer kendinden kırkyama yapardı; tezat, çelişik, karışık, ama bütün. Duvardaki kadın biraz da bunu fısıldıyordu ona: “Onlar kusur değil, çeşni.”

Kendim, Evim, Devrim – Perçem U. Yıldızbaş

O sabah Elif’in zihni gergin bir hazza uyandı. Gözlerinden önce bilinci açılmıştı ve içinde, göğüs kafesinde yatağa sığmayan bir hareket vardı. Karnında, kendinden emin bir çocuk sınav sonucunu bekliyordu. Gözlerini açtı, hatırladı. Poster karşısındaydı, tam karşı duvarında. Dün bastırmış, özenle getirmiş ve asmıştı onu oraya. Özellikle oraya asmıştı, her sabah görmek istiyordu çünkü. Daha doğrusu, ilk gördüğü şey o poster olsun istiyordu. Gördüğü anda birden fazla soruya cevap bulduğu, çok daha fazlasını peş peşe sorduğu, yeni ve uzun bir dönüşümün habercisi olan o posterde ayva göbekli, sarkık memeli, balıketinin muhtelif yerlerinde kıllar ve selülitler olan çıplak bir kadın çizilmişti. Sözcüklerden oluşan çerçevenin içindeki suluboya kadının memnun bir hali vardı. Çerçeve şöyle açıklıyordu: “Bir Kadının Kendini Sevmesi Devrimdir!”

On sekiz yaşına gireli yirmi iki gün olmuştu. Durmadan, reşit olmakla yetişkin olmanın birbirine denk şeyler olmadığını hatırlatıyordu kendine. Pek çok şeye hakkı vardı artık, yetkindi ama yetişmemişti. Tecrübenin değerini seziyordu, bu yüzden de kendini, kendi zamanını bekliyordu. Annesi, önünde uzun bir hayat olduğunu her söylediğinde, henüz başlamamış bir yolculuktan bahseder gibiydi: Hem rahat olmalı, endişelenmemeli, tadını çıkarmalı; hem de çantasını eksiksiz hazırlamalıydı. Elif, hayat yolculuğunun henüz başlamadığına katılmıyordu. Çoktan geçilmişti bazı yollar ve annesinin aksine Elif kaç kilometre yaptığına bakmazdı. Manzara daha çok çekerdi ilgisini. Şimdi görüş alanında balıketli, kendinden memnun bir kadın ona, kendine hazırlık yapan bu genç kadına güneşli bir oda veriyordu. Dünya ne zaman kendisiyle arasına girecek olsa, ne zaman yorulsa ya da kendine sağır olsa girip soluklanacağı ferah bir oda: kendini sevmek.

Arkadaşlarının kendilerini sevme yorumunu fazla yüzeysel ve hatta tehlikeli buluyordu Elif ama ses etmiyordu. Yaptıkları her şeyin sonsuz kabul görmesi gerektiğine, bir had varsa da bunu ancak kendilerinin çizdiğine dair bir inançları vardı. İttifak ile sevgi arasındaki farkı bilmiyorlardı. Dolayısıyla kendilerine de daima müttefik arıyorlardı. Sevdiklerini iddia ettikleri herkes son tahlilde ya hiyerarşinin en tepesindeki küçük muktedirlerdi ya da tezahürat eden taraftarlardı. Bir müzisyenin sahneye sırf yalınayak çıktığı için samimi, ellilerinde bir kadının metroda sırf bağdaş kurarak kitap okuduğu için aykırı olduğunu düşünüyorlardı ve Elif böyle dar alanlara böyle saygın kavramların sığdırılmasından hiç hoşlanmıyordu.

Yine de bir şeydi bu. Çünkü reddetmek de kendini hazırlamanın bir biçimiydi; kişi yüklerden kurtulup fazladan yer açıyor, reddedilen her neyse mutlak bir karşıtlık doğuruyor, karşıtlık ilerleme getiriyordu. Gündelik hayatın içinde göze batan, farklı olan, alışılmışın dışında tek bir davranışı yoktu Elif’in. En fazla içe kapanık derlerdi onun için. İçiyle haşır neşirdi evet. Gündelik olana sadece belirli bir alan bırakır, gündelikten kalan zamanda içini ölçerdi hep. Bir farkındalıktan bahsetmek mümkünse de en çok sezgiyle yol alırdı.

Kendine bir proje gibi bakmadı hiç, kendini hazırlamaktan anladığı bu olmadı. Terzi olsaydı eğer kendinden kırkyama yapardı; tezat, çelişik, karışık, ama bütün. Duvardaki kadın biraz da bunu fısıldıyordu ona: “Onlar kusur değil, çeşni.”

Acele bir kahvaltıdan sonra dışarı çıktı. Günlerden pazardı. Sahile indi, banklardan birine oturdu, ufka eklenmeye çalıştı. Aidiyetlerin başındaydı ve hepsini yeniden gözden geçirmek, bir koleksiyoncunun biriktirdiği parçaları gün aşırı düzenleyişi gibi zevk veriyordu ona. Bazılarının tozunu alıyor, ona sahip olmanın tadını çıkarıyor, bazılarını ise çürümeye bırakıyordu. Zaman bilirdi ne yapacağını.

“Bir kadının kendini sevmesi devrimdir,” diye mırıldandı birkaç kez, gittikçe yavaşlayarak, en küçük lokmasına kadar çiğneyerek sözcükleri. O sırada önünden biri kadın, diğeri erkek iki kişi geçti. Kırklarında yoktular. Kadın, “Bu bir tarif meselesi. Kendini nereden tarif ettiğinle ilgili. Sen kendini oradan…” Elif sözcükleri tek başlarına anlıyordu, ama bütün olarak bir şey ifade etmiyorlardı onun için. “Kendini tarif etmek”, “kendini bir yerden tarif etmek” üzerine düşünmeye başladı. Basitliği seviyordu, evlerini otobüs durağından tarif eder gibi kendini bir yerlerden, sabit bir yerlerden tarif etmeye çalıştı. “Hırslara arkanı dön, isteklerine doğru dümdüz yürü. Etik solunda kalacak. Sağdaki edebiyat sokağından gir. Deniz manzaralı ilk ev. Muhabbet Sokağı Numara 90.”Kıkırdadı.

Kimlikleri üzerine düşünmenin bir biçimini daha keşfetmekten memnun kalmıştı. En yakın arkadaşıyla, tek arkadaşıyla paylaşmak istedi bunu. İyi arkadaştılar, kendilerine has dilleri vardı. Ayrıca ikisi de her şeyi hemen bir oyuna çevirme yeteneğine sahipti ki, bu bir arkadaşlığı ücretsiz lunaparka çevirebilirdi. Mesela biri sıradan bir şey anlatır, diğeri bir anda bir kitap adıyla cevap verirdi. Etraftakilerin anlamayan bakışları altında bir sürü şey konuşurlardı.

“Dün gece mesaj attı yine. Unutmama izin vermeyecek belli ki. Sürekli onu düşünüyorum. Hem çok yorucu, hem çok zevkli.”
“Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku?”
“Biliyorum, olmasın diye çabalıyorum ama…”
“Korkma Ben Varım”

Ya da:

“Elif her yerde seni arıyorum, neredesin ya sen?!”
“Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde”
“Gölgesizler olmasın o?”

Bazen de dudak okuma oyunu oynarlardı. Biri kulaklıkla son ses müzik dinlerken diğerinin söylediklerini, dudaklarını okuyarak anlamaya çalışırdı. Arkadaşı Elif’in söylediklerini genellikle ilk tahminde bulurdu ve bu, Elif’i çok mutlu ederdi. Onun her koşulda kendisini duyacağını düşünür, dudaklarının hareketini bu kadar iyi tanımasını onun ilgisine yorardı. Arkadaşı olanca karmaşasıyla birlikte onu bir bütün olarak görüyor, seviyor, kabul ediyordu.

Bir kadının kendisini sevmesinin neden bir devrim olduğunu biliyordu Elif. Bunu posterden önce de biliyordu ama bunu bu kadar temiz, katıksız, tam da kastını karşılayan bir biçimde ifade etmesi yıllarını alırdı. Zihnini ve anlam dünyasını kurcalayan bir gerçekliğin, kadın olmak ile kendini sevmek arasındaki mesafenin böyle neredeyse hap gibi önüne gelmesi, ifade edilmesi ona adeta bir pusula olmuştu. Devrim güçlü bir sözcüktü ama Elif bunu abartı bulmamıştı. Nasıl ki bir kadının kendini sevmemesi köleliği doğuruyorsa sevmesi de aynı oranda özgürlüğü çağıracaktı. Kendisi de dahil tanıdığı tüm kadınlar kendilerinden başka herkesi ve her şeyi seviyorlardı. Neredeyse buna programlanmışlardı: Herkesi ve her şeyi sev, herkesi ve her şeyi hayatta tutmaya çalış ama kendini yok say. Ya adanmış ya da kusurlu bir hayat sür.

Kendi bedenini sevmiyordu, sevene de pek rastlamamıştı. Güzel olduğu konusunda başkalarının hemfikir olduğu kadınlar bile kendilerini ya beğenmiyor ya da her daim güzel görünme sorumluluğu taşıyorlardı. Kendini sevmek yepyeni, neredeyse bir bebeğin gözlerine sahip olmayı gerektiriyordu. Kendine onların, diğerlerinin, ötekilerin, sözü geçenlerin, gücünü çoğunluktan alanların gözlerinden baka baka kendi gözlerinin varlığını bile bilmiyordu. Elif ne kopuk bir uçurtma, ne köksüz bir sarmaşık ne de ezberi kuvvetli bir tarihçiydi. İçi kuvvetli, burnu hassas, gündüzleri ayçiçeği geceleri akşam sefası, meraklı bir tohumdu o. Toprağı anlamaya çalışıyordu.

İki gündür posteri düşünüyordu. İçinde, onu görene kadar varlığını bile bilmediği bir eksikliği kapattı kadın. Bir anlamsızlık son bulmuş, bir soruna dönüşmüştü. Sorun iyiydi, sorun çabayı gerektirirdi, anlam nasılsa Elif’e içreydi. Bir ezberi bozmak istedi, devrim gibi olmayacaktı muhtemelen ama içindeki hareketi dünyaya göstermek istedi. En çok da kendisi için istedi bunu. Kendi gözlerini ondan alan herkesi defetmek ve taze bir bakışı inşa etmek için.

Arkadaşını aradı, anlatmanın zamanıydı.

“Nasılsın huysuz şirin?”
“Sensin şirin! İyiyim, seni özledim. Gelsen ne güzel olur aslında. Sen nasılsın?”
“Karışık, gergin. Yazlıkta mısınız? Ne zaman geleyim?”
“Gülünün Solduğu Akşam”
“Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı görüşürüz!”

Eve döndü, çantasını hazırlamaya koyuldu. Küçük devrimine gidiyordu ve yanında arkadaşı olacaktı. Belki yaprak kımıldamayacaktı ama bu eminlik, bu sakinlik, bu ne yaptığını bilen kalkışma ona güven vermişti. “Demek ki böyle olacak,” diye düşündü, “yıkıp yenisini yapmak istesem cesarete ihtiyacım olmayacak, karar almam yetermiş.”

Gece yarısı yazlık sitedeydi. Hayat burada hiç durmuyor gibiydi. Köpekler gündüz sıcağında pinekliyor, gece gelene geçene kuyruk sallıyordu. En uzak mesafe bile adımla sayılıyor, zaman denizden havuza havuzdan duşa duştan uykuya kedi gibi geçiyor, sahile kotla gelen misafirlere acıyarak bakılıyordu.

Elif neredeyse sabaha kadar posteri anlattı arkadaşına. Kendi nedir, sevmek nedir, kadın nedir, kendini sevmek nedir, kadının kendini sevmesi nedir, kadın ile kendisi, kendisi ile sevgisi arasında kimler var ve daha birçok şey… Yol boyu biriktirdiği ne varsa döktü önüne. Bir şey hariç. Onu özellikle anlatmadı. Arkadaşının da ertesi gün plajda güneşlenen diğer herkesle aynı anda görmesini istiyordu, diğer herkesle aynı anda tepki vermesini istiyordu.

Akşama doğru, kavunun geçici tokluğuyla gittiler sahile. Kalabalık, hareketli, parlak sahilde her beş kişiden ikisi arkadaşı için tanıdıktı. Selamlaşmalar, randevulaşmalar, şakalaşmalar, Elif’i tanıştırmalarla büyüyen grup iskelede havlu serdi. Elif o sabah da bir önceki gibi gergin bir hazza uyanmıştı ve karnında yine bir çocuk sınav sonucunu bekliyordu. Denize girenler, iskeleye yayılanlar arasında Elif, üzerinde bir tişört, tiril tiril bir pantolonla ayakta bekliyordu. Ufka baktı, kendine baktı, derin bir nefes aldı ve üzerindekileri çıkarmaya başladı. Önce ince pantolon, sonra tişört. Bikinisiyle orada, havlusunun üzerine uzanmıştı. Arkadaşının gözleri parlıyordu, bir mucizeye tanık olur gibi bakıyordu. Çünkü Elif kıllı bacakları, kıllı koltukaltları ve kıllı kasıklarıyla orada sere serpe uzanıyordu.

Biri ağzının kenarıyla fısıldadı:

“Arkadaşın tüylerini almayı unutmuş olabilir mi?”
“Tüy mü? Tüy ne be! Kıl desene şuna!”

Arkadaşı gururla yerinden kalktı, güneş kremini aldı, Elif’in karşısına oturdu, savaş boyalarını sürer gibi kararlı bir edayla yanaklarına iki beyaz çizgi çekti. Elif de aynısını ona yaparken sessizce bir şey söyledi, dudakları kıpırdadı.

“Devrim!” dedi arkadaşı.
“Evim…” dedi Elif.
Omzuna bir öpücük kondurdu arkadaşının.

 

 

 

Yorumlar