Hızla gelişecek mi kalbimiz?* – Derman Gülmez

Bu küçük kasabada, bir şekilde insanların aslında birbirlerine ihtiyaçları olduğunu bildikleri, doğanın yol açtığı felaketlere karşı birlikte savaşabileceklerinin farkında oldukları, bir noktada düşmanın birbirleri değil de, kendilerinin üstünde bir “sistem” olabileceğini gördükleri gerçeklerle yüzleşmeleri var.

Hızla gelişecek mi kalbimiz?* – Derman Gülmez

“Anne with an E” dizisini izleyenler bilecek ama izlemeyenlerin de bileceği şeyler hakkında olacak bu yazı.

Moira Walley-Beckett’in, Lucy Maud Montgomery’nin 1908’de yazdığı “Anne of the Green Gables” kitabından uyarladığı “Anne With An e” Prince Edward adasında çekilen 1890’larda geçen bir dizi. 18. Yüzyıl, Fransız Devrimi ve ardından gelen özgürlük sesleri, aydınlanma, kadın hareketi derken “büyük tarihlerin” yazıldığı bir dönem. Bir yanda topluluk olma, birlikte mücadele fikri, diğer yanda dışarı çıkmak için kendine çatlaklar arayan birey olma fikri.
Netflix yapımı diziyi izlemeye başladığımda en çok köydeki birlik olma hali dikkatimi çekmişti. Amacım bu diziyi enine boyuna eleştirmek değil, bu dizi üzerinden “modern zamanlar”ı düşünmeye çalışmak. Dizide, daha iyi durumda olan aileler, nispeten daha yoksul olanlar, daha “samimi” olanlar, sosyal konumlarından dolayı daha uzak olmayı tercih edenler var. Ama onları birleştiren bir şey var; bir felaket, birilerinin başına gelen kötücül bir durum gibi. “O gün” ve “bugün” topluluk olma üzerine düşünüyorum. Aklımda sürekli Butler ve Nancy Fraser’ın dışlayıcı özne tartışmaları var. Ve düzenli olarak şunu soruyorum , bu veya şu topluluk; ev, iş, arkadaşlık her neyse, bir yerde bir topluluk olmak için mutlaka dışlamak mı gerekiyor? Bir “biz” olmanın bedeli dışlanmış bir grup insan mı? Bir yandan bunu düşünürken bir yandan da 1800’ler ve 2000’leri düşünüyorum. Ne henüz modernizmin bedeli olan bir öznellik/ özgürlük/ birey olma çağrısına kulak kabartan topluluklar var ne de topluluk olmanın dışlayıcı öznelik paradoksunu katmerli olarak yaşayanlar. Ya da en azından Prince Edward adası gibi, köyler gibi yerlerde hala kendince yaşayışlar var. Daha sakin, topraktan henüz başını çıkarmamış filizler gibi. Öte yandan “Birey ol!” çağrısına koşar adım giden insan toplulukları var. Kaldı ki bu paradoksta diğer bir katman da zaten topluluk olamamak üzerinden işliyor. Paradokslar içindeki bireylerden oluşan bir topluluk, daha kolay çözülebiliyor ve zaten derdi günü “birey olmak” olan kişi, toplulukta kendini var edemiyor.

Tekrar dizi üzerinden bakacak olursak, topluluk fikri farklı şekillerde tezahür ediyor. Daha zengin olan yoksulu, ailesi olan olmayanı dışlıyor; ırksal bir üstünlük ise zaten hep var. Beyaz insana karşılık Kızılderili ve siyah insan. Fakat yine de insanın içini ısıtan şey bugünkü “benlik” tezahürlerinin aksine, kalbi taşlaşmış olanların dahi, bir süre sonra “güzel” olana yüzünü daha rahat çevirebiliyor olması. Elbette, kocaman şehirlerdeki aristokrat aileler, onların savaşları veya bu farkın daha belirgin olduğu evlerden bahsetmiyorum. Bu küçük kasabada, bir şekilde insanların aslında birbirlerine ihtiyaçları olduğunu bildikleri, doğanın yol açtığı felaketlere karşı birlikte savaşabileceklerinin farkında oldukları, bir noktada düşmanın birbirleri değil de, kendilerinin üstünde bir “sistem” olabileceğini gördükleri gerçeklerle yüzleşmeleri var. Kalpleri yumuşatmak daha mı kolay o zamanlarda? Neden şimdi bu kadar zor, “ben” siz cümle kurmak?
Kadın hareketinin sesi Anne ve Green Gables’ın ilk kadın öğretmeni Stacy, “standart” dışı; Anne’in okuldan arkadaşı Cole da yine heteroseksüel olmadığı için, “standart” dışı. En güzel yanı ise, o “kalplerin yumuşaması” konusunda olduğu gibi, çoğunluğun ezici tahakkümü bir yerden sonra farklılıklarla bir arada yaşamayı öğrenmeye yanaşıyor. Stacy pantolon giyiyor, Stacy korse takmaya karşı; Anne “Hayal gücü iktidara.” diyor. Charlottetown’da yaşayan Jo hala, yakın kadın arkadaşından bahsettiğinde yeğeni Diana kendiyle yüzleşiyor ve zihninin sınırlarının genişlemesine izin veriyor.
Biz de bu küçük topluluklardan başka neyiz? Belki “biz” bu kadar çok her şeyin ortasında ve kimlik arayışında olduğumuz için “ben” cümlelerine bu kadar düşkün, topluluk olma becerisinde bu kadar yeteneksiz; kurduğumuz cümlelerde bu kadar berbatız. Bilmiyorum. Ama şunu biliyorum ki, girmek istediğiniz o fotoğraflar, topluluk dediğiniz insanların arkasından “çevrilen” işler… Aile denen kavramın alıp başını gitmesi ve en büyük paradoksları içinde barındırması, her “sıcak” topluluğa aile benzetmesi yapılması ve bu metaforların, birer sarmaşık gibi içindekilerin boynundan geçmesi, onları “yalanlar” söylemeye itmesi… Taşlaşmış kalplerin daha da taşlaşması ve atılan minik, naif adımların küçümsendikçe “büyük şeyler” başarma hırsının topluluğun t’sinden dahi uzak olması. Nitekim bir topluluk içinde olsa bile, “ben” cümlesinin dışına çıkamaması…

Bu dizinin izlenenler tarafından neden bu kadar sevildiğinin cevabı belki de bu. Dışlanan öznelere karşın; bir noktada ortaklaşılabilmesi, insanların öz eleştiri yapabilmesi, bir diğerini düşünmesi ve o küçük topluluğun kıymetini bilmesi belki de çok eskilerde/ arkaik denebilecek birer bahis olarak kaldığı için, bu kadar güler yüzle izleniyor. Birileri “Kral çıplak!” diye bağırıyor, üstüne üstlük diğerleri de onu duyuyor. Simbiyotik insan ilişkileri ve birbirini kayırma üzerinden değil, “hızla gelişen kalp”leri görüyoruz. Delirircesine içine kapanık iki kardeş Matilda ve Matthew’in kalplerinin büyüklüğünü, kralların bir yerde hep yenileceğini, bir çocuk inancı ve masallarının gerçeğe olan yakınlığını görüyoruz.

Kötülük mü? Her çağda, her yerde var; ama o turuncu saçlar ve çillerin ardından ağaç isimlerini ezbere bilmek size kalmış; bir ara sevmediğiniz saçlar ve çilleri artık vazgeçemeceyeğiniz bir noktaya getiren barışık olma hali varlığınızla, size kalmış. Hem madem “yeryüzündeyiz ve bunun çaresi yok” en iyisi “Kral çıplak!” demekten vazgeçmemek ve içinde bulunduğumuz kilitli kalelerin kapılarını açmaya çalışmak. Belki yeniden yeniden denemek, topluluk olmayı.

*Hızla Gelişecek Kalbimiz, T. Uyar

Yorumlar