Toprak bizden daha değerli mi? Ya da bu durumdan kaçmak korkaklık mı? Derken aklıma mültecilerin yaşadıkları yeri terk edip gelmek zorunda kaldıkları bu dönemde toprak değerli midir? sorularını düşündürüyor.
1962’de yazılan Kumların Kadını, bir böcek koleksiyoncusunun deniz kenarındaki bir köye gitmesiyle başlar. Köyün özelliği kumullarla kaplı olmasıdır. Kumullar köyü tehdit ettiği için, köylüler evlere dolan kumulu temizlemeyi bir görev olarak benimsemişlerdir. Romanın kahramanı, köyde yolunu kaybedince kendini bir ev hapsi içinde buluyor. Kahraman geceyi geçirmek üzere tek başına yaşayan genç bir kadının olduğu eve getirilmesiyle birlikte kumlarla kaplı bölge hayattan soyutlanıyor ve hikaye gerçeklikten kopmaya başlıyor ve daha çok psikolojik bir savaşa dönüşüyor. Kahramanın evden kurtulma çalışmaları sonuç vermiyor ve zamanla durumunu kabullenmeye başlıyor.
Kitap sanırım okuduğum ilk Japon edebiyatı kitabı olabilir. Neden bu kitap? Aslında küçük bir okuma grubunda her ay farklı bir ülkeden, bir kitap seçerek okuduğumuz ve üzerine konuşmaya çalıştığımız bir dönemde karşıma çıktı. Sanırım kitabı tartışma olanağı olmayacağını düşündüğüm korona günlerinde iyi bir okuyucu ancak iyi bir yazar olmamama rağmen yazmaktan başka temas yok, bari yazayım dedim.
İsmini duyduğumda arka kapakta ön bilgi vermesine rağmen kitabın kahramanı kadın diye düşündüm. Ancak kitabın kahramanı ya da belirleyicisi değil. Yani aslında Niki’nin çektiği ıstırabın ya da çaresizliğin belirleyeni değil diyebiliriz.
Kobo Abe Japon edebiyatının Kafka’sı olarak tanıtılıyor ve yazara baktığımızda çok fazla Kafka okuduğunu görüyoruz ama böyle bir betimleme yapmak Kafka’ya da, Kobo Abe’ye de haksızlık olur. Kumların Kadını, Dava ile çok fazla karşılaştırılsa da bana kalırsa, Dönüşüm’deki böcek metaforu gibi kum metaforunu kullandığı için daha çok onunla kıyaslanabileceğini düşünüyorum. Bu kıyaslamaların yanı sıra okunduğunda farklı tatlar alacağımız bir yazar olarak değerlendirmek mümkün.
Dikkat çeken bir diğer durumsa kitaba kadının ismi verilmesine rağmen, kadının ve diğer kişilerin kitapta bir isminin olmamasıdır. Yazar, kitabı anlatan kişinin bu kadın olduğunu hissettiriyor, hatta kitapta sanki kadınla birlikteymişçesine bir hisse kapılıyorsunuz. Kadının kendi hikayesini tam olarak öğrenemeyişimiz belki de bundandır. Ayrıca kitapta toplum eleştirisi yapıldığı gibi, yalnızlık, evlilik hayatı, insanın dünya ile kurduğu ilişki gibi farklı konularda da birçok okuma yapmak mümkün.
Niki cinsel yaşamında problemler yaşamış içe dönük bir böcek toplayıcısıdır. Hayatını bu böceklere hakim olma isteği ile devam ettirir. Bu köyde hapsedilmesi ile kumların kadınıyla tanışmıştır. Kadın çok yalın, süsten püsten uzak yani en doğal haliyledir. Niki başta kadına yaklaşmaktan kaçsa da, sağlıklı bir cinsel yaşama sahip olmuşlardır. Niki en ilkel yanı ile artık kum ve kadın arasında özdeşleştirerek içinden çıkılmaz bir kum gibi görmüştür kadını ve artık kuma mahkûmdur. Kadının hamileliği sonrası kaçma şansı varken bunu ertelemiştir.
Kitapta devamlı olarak Möbius Şeridi’nin geçmesinin de tesadüf olmadığını düşünüyorum. Çünkü Möbiüs şeridi, size kaçış olanağı sağlarken, siz bu kaçışı görmeyip -belki alışkanlık, belki irade- devamlı surette şeridin içine dalmaya devam edersiniz.
Niki’nin günlerce çıkıp gidebileceğine dair inancı vardır ancak bir süre sonra bu düşünce yavaş yavaş silinir. Tüm hayatının başka insanların ellerinde olması fikrine kolay kolay alışamaz ama sonuçta buna karşı durmaktan vazgeçer. Söyledikleri aslında önceki hayatını inceden alaya almadır.
Kitap, kasvet yüklü tasvirlere karşın efsunlu bir dünyaya çekiyor okuru. Kadının hiçbir soru sormadan yazgısını kabullenişini, Kaf Dağı’na merdiven kurmak için taş taşımaya benzeten adam, kendi hayatının anlamsızlığını da idrak etmeye başlıyor. Bu yönüyle varoluşçuluğun romanın bütününe hâkimiyetinden söz edilebilir. Böcekle başlayan kıyaslama, yaşamın bütününü içine alan geniş bir sorgulamayı beraberinde getiriyor. Tutsaklığın şehvete, şehvetin de vicdan hesaplarına evirilişindeki duyarlılık romanın kurgusunda yer yer hissedilen çarpıcı bir öğe aynı zamanda. Gelmeyeni beklemek, nedeni bilinmeyen bir suçun bedelini ödemek, girişi olmayan bir yerden çıkmaya çalışmak…
Başka bir konuda aslında bu cehennem denebilecek köyde yaşayanların hayatları pahasına bu köyden ayrılmak istememeleri; beni ister istemez vatan, toprak kavramlarını düşünmeye itti. Toprak bizden daha değerli mi? Ya da bu durumdan kaçmak korkaklık mı? Derken aklıma mültecilerin yaşadıkları yeri terk edip gelmek zorunda kaldıkları bu dönemde toprak değerli midir? Sorularını düşündürüyor.
Abe’yi okurken sonunda kaçabilecekken kaçmaması nereye ve nelere tutsak olduğumuzu tekrar tekrar düşünürüz. Metafor olarak kullandığı taksitle radyo alma hedefi günümüz kapitalist sisteminde nelere tutsak kaldığımızı, insanın ihtiyaçlarını karşılayabilmek uğruna tutsaklığı göze almasını gözler önüne seriyor. Aslında kişinin kendine yabancılaşmasıdır…
Yorumlar