Kadın olmak, erkek olmak, eşcinsel olmak, biseksüel olmak vs. Filmde de Violette, bu tarz sınıflandırmaları kabul etmediğini belirtircesine; hem kadınlara hem de erkeklere ilgi duyduğunu söyleyerek bunun erkek ve kadın olmakla ilgili olmadığını, duygusal ve cinsel açıdan yakın olduğu herkese ilgi duyabileceğini söyler
Patriarkal sistemin hâkim olduğu bütün toplumlarda kadının kendi kimliğini kazanması ve bu kimlikle barışık olarak yaşaması zorlu bir süreçtir. Dolayısıyla bu sistemde kadının bir kadın olarak toplumsal varlığını kabul ettirebilmesi bu zorlu süreçte hiç de kolay bir iş değildir. Üstelik tahakküm altına alınmış kadın kimliği, kendi benliğiyle de sürekli kavga halindedir. Zira kadın olmak eril iktidarın dayatmalarına sürekli olarak maruz kalmak ve bu durumla sürekli başa çıkma için mücadele etmektir. Fakat bu tahakküm kadınların kaderi midir? Toplumsal düzende doğuştan gelen farklılıklar nedeniyle mi kadın erkekten aşağı konumdadır? Eril iktidar kadının aşağı konumunu bu biyolojik farklılıklara dayanarak açıklarken; feminist-yazar Simone de Beauvoir ise “İnsan kadın doğmaz sonradan olur. İnsan dişisinin toplum içerisindeki görünüşünü belirleyen biyolojik, ruhsal ve iktisadi bir yazgı yoktur” diyerek kadınlığın bu biyolojik farklarla alakalı olarak belirlenmediğini belirtir. Kadınlık; tarihsel, toplumsal, kültürel olarak kurulmuş ve patriyarka tarafından tahakküm altına alınmıştır.
Tahakküm altına alınan kadının özgürleşmesi için, çeşitli direnme biçimleri tarih boyunca yaşanmıştır. Bu direnme biçimleri birinci, ikinci ve üçüncü dalga feminist hareketler içerisinde de kendisini göstermiştir. Birinci dalga feminist hareket daha çok kadınların siyasal hakları üzerinden mücadele etmesini içerirken, ikinci dalga feminist hareket kadının çalışma yaşamına katılışı, toplumsal cinsiyet rollerinin sorgulanması ile ilgili olmuştur. Üçüncü dalga feminizm ise kültürel bazda, cinsiyetlerin sorgulandığı ve queer teorinin tartışmalara katıldığı bir hareket olmuştur. Birinci ve ikinci dalga feminist hareketin etkin olduğu dönemde yaşayan yazar Violette Leduc da yaşantısı ve eserleriyle erkek egemen kültüre direnen kadınlardan biri olmuştur.
2013 yılında gösterime giren Martin Provost’un yönettiği “Violette” filmi edebiyatçı Leduc’un hayat hikâyesini anlatırken onun yazar olma sürecini ve bu süreçte yaşadıklarına odaklanmaktadır. Leduc, yaşantısı boyunca kadın olarak kendi varlığının görmezden gelindiğini, istenmediğini ve beğenilmediğini düşünmektedir. Bu yüzden de sürekli mutsuz, depresif ve saldırgandır. Bu, toplum tarafından görmezden gelinme ve beğenilmeme hali hem istenmeyen bir çocuk olarak dünyaya getirilmesi (evlilik dışı dünyaya gelmiş olması) hem de dış görünüşüyle bağlantılıdır. Zira bu sistemde kadın bedeni eril iktidar tarafından denetim altında tutulmakta ve kadın sadece dış görünüşüyle değerlendirilmektedir. Belli standartlara sahip insanların güzel olarak nitelendirildiği ve güzelliğin de endüstri tarafından biçimlendirildiği günümüz dünyasında bu standartlara uymayan kadınlar, genelde bu durumu ağır bir biçimde yaşamaktadır.
Feminist-akademisyen Feryal Saygılıgil de erkek egemen sistemin yapısının özel yaşamdan kamusal yaşama tüm kurumlarda ve söylem biçimlerinde etkili olduğunu belirtmektedir. Bu söylem biçimlerine bedenin tahakküm altına alınması da girmektedir. Kadının her daim güzel olması ve buna zorlanması bu tahakkümün bir parçasıdır. Violette de dış görünüşüyle beğenilmemesi ve güzel olmadığını düşünmesi kendi üzerinde hissettiği baskının sonucudur. Dolayısıyla Beauvoir’e duyduğu hislerini açıklamasının ardından Beauvoir tarafından reddedilmesi, onun açısından dış görünüşüyle bağlantılıdır. Violette çirkin olduğu için beğenilmediğini ve dolayısıyla sevilmediğini düşünür ve film boyunca da bunun acısını çeker. Filmin daha açılış cümlesi bu güzellik-çirkinlik meselesine atıfta bulunacak şekildedir. “Çirkinlik bir kadında ölümsüz bir günahtır. Güzelsen güzelliğin için bakılırsın. Çirkinsen çirkinliğin için bakılırsın” John Berger’in de Görme Biçimleri (1974) adlı kitabında belirttiği gibi erkekler davrandıkları gibi, kadınlar ise göründükleri [2]gibidir. Hem kendisi tarafından hem de erkekler tarafından seyredilen kadın sürekli olarak dış görünüşüyle değerlendirilmektedir. Bakışın adeta nesnesi haline gelen kadın böylece eril iktidar tarafından sürekli gözetlenmekte ve tahakküm altına alınmaktadır.
Violette, bu tahakkümden tam olarak kaçamasa da, yaşadıklarını yazarak kendini var etmeye çalışmaktadır. Cinselliğini, eşcinsel ilişkilerini kaleme alırken belki de yazdıklarıyla özgürleşmek istemektedir. Fakat kadın için bu özgürleşme isteği patriarkal sistemde yine kabul görmez. Filmde gördüğümüz bir gazetenin manşeti Violette’nin özgürleşme isteğinin nasıl baltalanmak istediğinin göstergesidir. Gazetenin manşeti “Violette Leduc bir erkek gibi aşktan bahsediyor.” şeklindedir. Gazetenin burada bir erkek gibi aşktan bahsediyor derken kast ettiği Violette’nin cinsellikten bahsetmesi “hadsizliğidir”. Bir kadın olarak bu kadar açık bir şekilde cinselliğin anlatılması kadına yakışmayan, dolayısıyla kabul edilemeyecek bir durumdur. Üstelik Violette, kadınlarla ilişkilerini de açık bir şekilde anlatmaktadır. Bu sansür tarafından göz ardı edilemeyecek bir durumdur ve dolayısıyla yazıları sansüre uğrar. Violette’nin bir kadın olarak bu şekilde ötekileştirilmesi şaşırtıcı değildir. Zira kadın cinselliği sürekli olarak baskılanmakta, yok sayılmakta ve tahakküm altına alınmak istenmektedir. Bu durumu aşmak isteyen, söz söylemek isteyen kadınlar ise ya görmezden gelinmekte ya da ötekileştirilmektedir.
Violette’nin hem kadınlarla hem de erkeklerle cinsel ilişki kurabilmesi de onun öteki konumunu pekiştirmektedir. Zira doğurganlığın denetlenebilmesi için, cinsellik de eril iktidar tarafından sürekli denetlenmekte ve tahakküm altına alınmak istenmektedir. Bu yüzden de heteroseksüelliğin dışında kalan tüm ilişkiler yok sayılır, ötekileştirilir. Dolayısıyla bunun dışına çıkan tüm ilişkiler heteronormativiteye göre sapkındır. Peki, gerçekte böyle mi olmalıdır? Neden insanı sadece insan olarak görmeyip ona belli roller yükleriz ve onları sınıflandırırız? Kadın olmak, erkek olmak, eşcinsel olmak, biseksüel olmak vs. Filmde de Violette, bu tarz sınıflandırmaları kabul etmediğini belirtircesine; hem kadınlara hem de erkeklere ilgi duyduğunu söyleyerek bunun erkek ve kadın olmakla ilgili olmadığını, duygusal ve cinsel açıdan yakın olduğu herkese ilgi duyabileceğini söyler. Violette’nin Simon de Beauvoir’a aşkı ise filmde oldukça tutkulu ve takıntılı bir biçimde yansıtılmaktadır. Beavoir tarafından reddedilmek de Violette de sarsıcı bir etki bırakır. Fakat buna rağmen Beavuoir’le aralarındaki dostluk ve dayanışma ilişkisi bozulmaz.
Kadınların popüler (ana akım – ana damar-) sinemada temsil edilişleri genelde toplumsal cinsiyet rollerine uygun olarak gerçekleşmektedir. Erkeğin tahakkümünü ve üstünlüğünü bizlere dayatan egemen sinema kadının da konumunu toplumsal düzendeki gibi ikincilleştirir ve eril iktidarı pekiştirir. Violette filmi ise bu erkek egemen düzene yazdıklarıyla savaş açmış bir kadını anlatırken bu egemen sinemanın dışına çıkmıştır. Yaşadıklarını yazarken kadınların özgürleşim problemini tartışan Violette, hayatı boyunca bütün kadınlar gibi eril iktidarın baskılarına maruz kalmış fakat yazdıklarıyla da bu sisteme boyun eğmek yerine mücadele etmeyi seçmiştir.
[1] Violette Leduc 7 Nisan 1907 yılında Fransa’da doğar. Evlilik dışı ilişkiden doğan Violette hayatı boyunca kendisine biçilen rolleri reddeden eserler üretmiştir. Feminist yazar Simone de Beauvoir’ın da yazar olması için desteklediği Violette’nin ilk eseri Tenindeki Hapisane’dir. Bu kitabın çok da fazla ilgi görmemesine rağmen Violette yazmayı sürdürür. Lezbiyen ilişkisini anlattığı Therese ve ve Isabelle adlı kitabıyla yazın hayatına devam eden Violette’nin en çok ilgi gören ve beğenilen kitabı otobiyografik özelliklere sahip La Batarde (Piç)’dir. Violette hayatı boyunca kalemini çok cesur bir biçimde kullanarak lezbiyen ilişkiler, kürtaj gibi deneyimlerini eserlerine aktarmıştır. Violette 28 Mayıs 1972 yılında ise hayatını kaybetmiştir.
Yorumlar