Kadınlar neden yazdıkları mektubu göndermez? – Nebiye Merttürk

Ama sanki özgürlüğümüze vurulan kilidin simgesi gibi günlüklerimize kilit vuruyoruz kimse okuyamasın diye, belli ki saklanması gereken hayatlarımız var. Bunu öğrenerek büyüyoruz.

Kadınlar neden yazdıkları mektubu göndermez? – Nebiye Merttürk

Yazdım. Sildim.
Yazdım. Karaladım.
Yazdım. Göndermedim.
Yazdım, yazdım, yazdım. Kimseye okutmadım.
Kimimiz için gizli bir romantizm, kimimiz için korku.

Okuma-yazma öğrendiğim zamanları hatırladığımda, burnumda yeni serilmiş bir nevresim ferahlığı kokusu. Öyle tatlı bir duygu. Küçük parmaklarımla kurşun kalemimi kavrıyorum. Önce yatay çizgilerle başlıyorum. Öylesine bir hırsla bastırıyorum ki kalemi, ucunu kırıyorum. Ucu kırılan kalemimi kalemtıraşla açıyorum, çöp kutusu şeklini verdiğim, sıramın köşesinde duran kâğıt müsveddesine döküyorum. Tekrar başlıyorum yazmaya (aslında bu yaptığım çizmek ya olsun, başlıyoruz bir yerden). Boyumun yetmediği sıraya eğiliyor vücudumun üst kısmı. Sağ elim, serçe parmağım ve kalemi tutan orta parmağım ağrıyor bir süre sonra. Kalemi hiç bırakmak istemediğim bir güçle sıkmışım çünkü. Orta parmağımda oluşan oyuk, çok çalıştığımın ispatı olduğu için hoşuma bile gidiyor. Bir yandan defterimin kıvrılan kenarlarını düzeltiyorum. Yazı yazmanın en zor yanı bu oluyor zamanla. Çünkü defterim hep yeni gibi düzgün olsun istiyorum. Böylece devam ediyorum. Ali ata bak! Oya topu tut! Oya ne güzel bir isim. Oya ile okuma fişleri sayesinde tanışıyorum. Gözümde sarı saçları beyaz kurdele ile bağlanmış, akça pakça yüzü ve neşeli gülüşüyle canlanıyor Oya, beraber top oynuyoruz.

Zamanla arkadaşlığımız gelişiyor. Sırlarımız var Oya ile. “Kimseye söyleme” diye garanti alıp birbirimize kısık sesle anlattığımız. İkimiz de seviyoruz yazmayı. Günlüklerimizi birbirimize okutuyoruz, daha da pekişiyor dostluğumuz. Sınıftaki tüm kızların günlükleri var, mutlaka hayalleri kadar rengârenk. Ama sanki özgürlüğümüze vurulan kilidin simgesi gibi günlüklerimize kilit vuruyoruz kimse okuyamasın diye, belli ki saklanması gereken hayatlarımız var. Bunu öğrenerek büyüyoruz.

Büyüyoruz… Oya ile aynı lisedeyiz. Bir teneffüs arasından sonra sınıfa giriyoruz birlikte. Girer girmez gördüğüm manzara ile anladığım şey kulaklarımın öfkeden kızarmasına sebep oluyor. Oturduğum sıranın üzerine çıkmış bir grup “delikanlı”, içlerinden kumral, kerpeten burunlu, zayıf olanın elinde bir defter; yazılanları hep bir ağızdan yüksek sesle okuduktan sonra birbirlerini itip kakacak kadar bir zevkle yazdıklarımla dalga geçiyor. Aşağılanıyorum, gururuma dokunuyor.

Böylece özel alanıma erkeklerin nasıl örgütlü sızabileceğini ilk kez deneyimliyorum. Yazdıklarımı kimseyle paylaşmamam gerektiği fikri pekişiyor. Günlüğümü öfkeyle elinden alıyorum kerpeten burunlu çocuğun ve hepsini başımdan kovuyorum. Sırama oturuyorum, Oya beni sakinleştiriyor.

Yıllar sonra sevdiğim çocuğa mektup yazıyorum. Cep telefonları hayatımıza girse de mektubun başka türlü bir anlamı oluyor aramızda. İlk başlarda ikimiz de özen gösterirken bu mektuplaşma işine zamanla bir defter kâğıdına alelade yazılmış mektuplar gelmeye başlıyor ve yazdığım mektuplar cevapsız kalıyor. Mektuplar hiçleşiyor bir anda. Özenle ütülenip serilmiş, dantelli bir masa örtüsünün üzerinde hunharca yemek yiyen kalabalığın umursamazlığı gibi bir şey bu. En sonunda yağlı ve kirli bir masa örtüsü elimde kalakalıyorum.Yazdığım son mektubu göndermiyorum.

Yorumlar