Nasıl bir dünyada toplumsal cinsiyeti tartışıyoruz? Soğuk savaş sonrası dünya, barış içinde değil, Mary Kaldor’un “yeni savaşlar” adını verdiği bir
Nasıl bir dünyada toplumsal cinsiyeti tartışıyoruz?
Soğuk savaş sonrası dünya, barış içinde değil, Mary Kaldor’un “yeni savaşlar” adını verdiği bir vebayla kavruluyor. Ve toplumsal cinsiyet hiyerarşisi ve ezilme ilişkileri de bu bağlamda yenileniyor. Militerize edilmiş erkekliğin oluşturulması ve korunması, küreselleşmiş kapitalizmin esnek sınırları arasında, devletlerin içinde ve devletler arasında yayılmakta olan bu yeni silahlı çatışma tarzları açısından yaşamsal. Kaldor’un da vurguladığı gibi, tecavüz ve yağma, “yeni savaşların” işleme tarzıdır. Neoliberal kapitalizm şiddeti yayıyor. (ABD devletinin silahlanma, hapishane politikaları). Şiddet devlet ve yurttaş arasında salınıyor.
Bu, ilkel, içgüdüsel, düşünmeden yapılan bir şiddet değil; toprak, zenginlikler ve insanlar üzerindeki iktidar ve denetim tarafından üretiliyor ve onu yeniden üretiyor. Şiddet dolu hiper-erkeklikler ve buna eşlik eden toplumsal cinsiyet kutuplaşması da bu yüzden rastlantısal değil: her ikisi de hem sivil toplumun içinde hem de devlet aygıtında yeniden üretiliyor. Aslında neo-liberal sermayenin ve suç ortaklarının yarattığı şiddet benim neo-patriyarka adını verdiğim oluşmakta olan toplumsal cinsiyet düzeninin bütünsel bir parçası.
Artan şiddete ve neo-liberalizme içkin olan eşitsizliğe karşın, yirminci yüzyılın son çeyreğinde, uluslar arası kuruluşlar bir uzlaşmaya vardılar: toplumsal cinsiyet eşitliği hedefine ulaşmakta birleştiler. İronik biçimde, bu tam da eşitlik paradigmasının sınırlarına ve tükenişine tanık olduğumuz bir anda oldu.
Eşit fırsatlar kavramı, zaten, toplumsal cinsiyet yapılarıyla: cinsiyetçi işbölümü ve erkekliğin oluşumu ve gerçekleştirilmesinin bir kaynağı olarak şiddetle başa çıkma yeteneğine sahip değildi. Ancak savaş sonrasının refah devleti ve karma ekonomi uzlaşmasının sona ermesiyle birlikte, eşitlik paradigması şu anda dünya finans kurumlarının karşı devrimci, neo-liberal öncelikleri tarafından yenilgiye uğratılmış oldu.
Eşit fırsatlardan söz ediyorlar, ama pratikte ataerkil işbölümünü ve geleneksel erkeklikler ve kadınlıkları yeniden biçimlendirerek sürdüren “gerici bir modernleşme” üretiyorlar. Bu yüzden küresel kapitalizmin serbestleşme söylemine karşı tetikte olun: dünyayı yönetiyor ve dayanışma, elbirlikçi yaratıcılık ve eşitliği yok etmek için özgürlük, seçme ve rekabet dilini kullanıyor.
Devletçi komünizmlerin yıkılmasından sonra, dünya hepsi de toplumsal çinsiyet eşitliği için yaşamsal değerler olan o büyük dayanışma, elbirliği, yaratıcılık ve eşitlik değerleri için yeni ideolojik ve kurumsal biçimler arama mücadelesini sürdüren direnişlerle çalkalanıyor. Kapitalizmin – onu kaçınılmaz, yenilemez ve normal gösteren- bu hegemonya anında, piyasanın dili sadece ekonomiyi yönetmekle kalmıyor, hayatı da yönetiyor gibi görünüyor.
Bu elbette, bir yalan. Kapitalizm hayat istemez. Ve bu yalan yirmi birinci yüzyılda, en çok da, toplumsal cinsiyeti ve sözü edilmeyen şeyleri yani kapitalizmin ve patriyarkanın eklemlenmesiyle düğümlenen sessizlikler ve sırları gün ışığına çıkardığımızda ifşa oluyor.
Kadın, bir meta olarak, bakıcı olarak, üretici olarak ve yeniden üretici olarak (ve görünen o ki nadiren vergi mükellefi ve yurttaş olarak) bir kez daha Öteki olarak konumlandırılıyor; erkeklik ideolojilerinin egemenliği de aynı anda hem sarsılıyor hem de yeniden kuruluyor. Toplumsal cinsiyet, benzersiz biçimde, bu eklemlenmenin sınırlarını, çelişkilerini ve en önemlisi sürdürülemezliğini ifşa ediyor. Eski cinsellik sözleşmesi sürdürülemez ilan edildi ama modernleşmiş biçimlerde korunmaya çalışıldı. Neo-liberal patriyarka erkek egemenliğinin yeni ifade biçimidir. Ama toplumsal cinsiyet, yine benzersiz biçimde, neo-liberal hegemonyanın sınırlarını, çelişkilerini ve yine en önemlisi sürdürülemezliğini ifşa ediyor. Neo-liberal patriyarka hegemonik olsa da, o kavurucu bir öfkenin, hoşnutsuzluk, bela ve radikal alternatiflerin istikrarsız toprağını oluşturuyor.
Tıpkı Leonard Cohen’in dediği gibi:
Her şeyde bir çatlak var/ her şeyde bir çatlak var / ışık işte böyle içeri süzülüyor
Toplumsal cinsiyet radikal parti siyasi söylemlerinde genelde görünmez olsa da, bizi yeni, küresel kapitalist düzenin çatlaklarına ve sınır çizgilerine; sürdürülemezliklerine götürüyor. Çünkü toplumsal cinsiyet, tıpkı doğa gibi, her yerde ve her şeyle alakalı, her yerde, her şeyin içinde. Yeni küresel düzen en çok yeni bir cinsel düzendir. Küresel kapitalizm patriyarkal ilkelerkle, kurumlarla, kültürlerle ve psişelerle işler. Bu yüzden bu trajediden kurtulmamız da, feminizm olmadan mümkün değildir.
Eşitlik paradigmasının sonu
Eşit ücret ve eşit fırsat kavramlarının temel sorunu hem sosyalist hem de kapitalist toplumlarda hiçbir zaman erkeklerin ve erkekliklerin dönüşümünü öngörmemiş olmalarıdır. Ve hem bu durumun anlaşılması hem de durumun kendisinin kadınların on dokuzuncu yüzyıldaki tarihsel yenilgisinin etkisi altında oluştuğunun anlaşılması, toplumsal cinsiyet eşitsizliği sorununun siyasal bir sorun olduğunun anlaşılmasını kolaylaştırabilir.
Tarihsel olarak, emek siyaseti erkekleri, kadınların yalıtılmış ve karşılığı ödenmemiş ücretsiz ev emeğiyle bakılan aile reisleri haline getiren bir düzene katıldılar. Bu işbölümü 1880’lerde sermaye ve emek arasında, erkeğin ücretinin “aile ücreti” kavramıyla ifade edildiği bir uzlaşmayla pekiştirildi.
1970’ler ve 80’lerde, kadın özgürlük hareketi ve diğer hareketlerin sendikalar üzerindeki etkisi, erkek ve beyaz olmayan herkes hilafına sürdürülen bir tür sınıf siyasetini dönüştürmeye başladı. Bu durum çeşitli alanlarda kısa süreli bir iyileşmeye yol açtı. Bu dönemde (Avrupa’da) kadınların siyasal temsiliyeti yükseldi.
Ancak eşit fırsatlar kavramı daima ev içi işbölümünün tehdidi altındadır: kadınların göreli yoksulluğu daima erkeklere karşılığı ödenmemiş bakım işlerine katılmama mazereti sunar. Geçen yüzyılın son çeyreğinde bu durumu aşmaya yönelik muazzam bir mücadele verilmiş olsa da, bütün eşitlikçi yasalar rutin biçimde sabote edilmeye ve sakatlanmaya başlandı. 2000’lere gelindiğinde, eşit ücret yönündeki ilerleme durdu. Öte yandan refah devletinin toplumsal sözleşmesi de 1970’lerin petrol krizinin ortasında çöktü ve yerine “serbest toplu pazarlık” düzeni ve “muhafazakar anlaşmalar” geçirildi.
Bu durumun yarattığı manzara: OECD ülkeleri arasında erkekler ve kadınlar arasındaki ekonomik eşitlik eğilimi sona erdi. Avrupa’da toplumsal cinsiyete dayalı ücret uçurumu %25 dolayında sabitlendi.
Bu uçurum kuşak falan dinlemeden çalışma hayatının başlarında başlar ve hayat çevrimleri boyunca derinleşerek devam eder. En eşitlikçi an olan 1970’lerin ortalarında toplumsal cinsiyete dayalı ücret uçurumu yılda ortalama yüzde 1 azalıyordu. Sonra bu azalış durdu. Öte yandan yüzde 26’lık uçurum aslında kısmi zamanlı çalışan kadınlar (anneler) ve tam zamanlı çalışan erkekler dikkate alındığında yüzde 65’e ulaşıyor. Erkeklerin ikramiyeleri kadınlarınkinden yüzde 50 daha yüksek.
Bu rakamlar ataerkil geçmişle yeni, eşitlikçi bir gelecek arasındaki bir geçiş anını temsil etmiyor. Uçurum yapısal. Yirmi birinci yüzyılda genç kadınları da tıpkı anneleri gibi ömür boyu sürecek bir göreli toplumsal cinsiyet uçurumu bekliyor. Yaşlı Avrupa kapitalizminde eşit ücretin öyküsü böyle.
Öte yandan, aslında sadece belirli bir dönem (refah devleti) boyunca gerçekliği temsil eden, aile ücretine ve kadınların ev içi emeğine dayanan eski cinsel sözleşme de öldü. Yirmi birinci yüzyılda erkek aile reisi de neredeyse yok oldu. Birçok kadın yetişkin hayatlarının önemli bir bölümünde artık emek piyasasında yer alıyor. Ama ücretli çalışmanın patriyarkal yapısı bu sismik değişimden neredeyse hiç etkilenmiyor. Şimdi, hep olduğu gibi, kadınların “kamusal hayatı” ve emek gücüne katılımı erkekler, çocuklar ve yaşlılara bakmalarına bağlı.
Kadınlar dışlandıkları bu alana kitlesel biçimde girerken, bütün siyasal sistemlerde ücretli çalışma her ne kadar genelde görünmez, ücretlendirilmemiş ve denetimsiz olsa da servet veya refaha büyük katkıda bulunan bakım emeğine bağımlı durumda.
Savaş sonrası refah devletinin bazı bakım işlerini üstlenmesi. 70’lerde ikinci dalga feminizmin refah devletinin toplumsal cinsiyet eşitliğinin gerekli ama yeterli olmayan koşulu olduğunu kabul etmesi; bakım hizmetlerine yapılan kamusal yatırımlar gelirin erkeklerden kadınlar ve çocuklara doğru yeniden dağıtılmasıdır.
Refah devletinin çöküşü; bakım emeğinin kadınların sırtına yıkılması; neo-liberal siyaset; kadın bakım işçilerinin güvencesiz işçi sınıfını oluşturması; gelirin erkeklere yeniden transferi; patriyarkal işbölümünün yeniden tesisi.
Bu arada ortak sağduyu, toplumsal cinsiyet eşitliği bakımından ilerlemeler yaşandığını; artık kadınların erkeklerle eşit olduğunu; kadınların çocuk doğurmayı seçerek eşit fırsatları tepmemeleri halinde yakında her şeyin iyi olacağını söylemeye devam etti. Yine erkeklerin ev işlerini ve çocuk bakımını daha fazla üstlendikleri de ortalama sağduyu haline geldi. Bu doğru değil.
Çalışma saatleri uzuyor; ve bakım süresi üzerindeki yeni basınçlar ezici biçimde kadınlar tarafından yaşanıyor. İngiltere’de erkeklerin ev işlerine katılımı, 1970-2000ler arasındaki otuz yılda, yılda sadece günde bir dakika oranında arttı; yani toplamda yaklaşık 30 dakika. Bakım işlerine katkıları ise yılda, günde 30 saniye. Kadınların ev işleri pek az azalırken, çalışan kadınların çocuk bakım işleri erkeklere göre hayli yüksek oranda arttı.
Aynı anda yeni savaşlar çağında, kadın bedenlerine yönelik şiddet suçları dünyanın en fazla hoş görülen ve cezasızlıkla sonuçlanan suçlarına dönüştü. Bütün bunların altında değişen medya sahipliği biçimiyle beraber yükselen popüler cinsiyetçilik; 2000’lerde internet pornografisinin yaygınlaşması; İnternetteki cinsiyetçi saldırılar izledi. Kadın bedenine yönelik şiddet, ister gerçek ister sanal dünyada cezasızlaştırıldı.
Tecavüzlerin yüzde 99’u bildirilmiyor ve bildirilenlerin yüzde 89’u soruşturulmuyor. Bu yargı adaletsizliği kadınlara tecavüz eden erkekler için gerçek bir cezasızlık garantisi.
Avrupa’daki durum buyken, özellikle Latin Amerika’da neo-liberalizmin yarattığı sosyal ortam: milyonlarca insanın zehirli, plansız, korunmasız kentsel yerleşimlerde yaşadığı; devlet şiddetinin neo-liberal politikaların beslediği siyasal yapılarla polis aygıtları arasındaki ilişkileri düzenlediği; siyaset ve yasal-yasadışı “serbest ticaretin” hiper-erkekliklerin gözetimi altında akışkanlaştırıldığı bir dünya. Ama şiddeti yaratan “yoksulluk değil”, çünkü kadınlar dünyanın en yoksul insanları olmalarına karşın şiddetin failleri değiller; şiddeti yaratan bu neo-liberal ortam içinde hiper-erkekliğin örgütlenmesi.
Bu sosyal ortamda vahşi kadın cinayetleri de yaygınlaşıyor. Güney Afrika’dan örnek veriyor. Bir gece önce içki içip eğlendiği arkadaşları tarafından vahşice öldürülen 17 yaşındaki bir kadın. Kadınların tecavüz edildikten sonra cinsel organları yok edilerek öldürülmesi vakaları: “İmha etmeye çalıştıkları, vajinası ve memeleriydi. Yürüyüşü ve konuşmasıydı. Genç kadınlığının ta kendisiydi”.
Daima güçlü devlet, zayıf refah harcamaları ve modernize edilmiş erkek egemenliğinin prototipi olan Asya kapitalizmleri, insan nüfusunun yarısına ev sahipliği yaparken, yirmi birinci yüzyılın cinsel düzenini tanımlıyor.
Sosyalizm sonrası Çin’de, erkekler ve kadınların sahip olduğu vakit ve para arasındaki muazzam uçurum, ataerkil işbölümünün karşı devrimci hamlesini temsil ediyor. Devlet destekli Konfüçyüsçü Çin kapitalizmi diğer tüm geçiş toplumlarından daha hızla eşitsizlik yaratıyor; geleneksel erkeklikler ve kadınlıklar devrim sanki kötücül bir anomaliymişçesine yeniden kuruluyor. 1988’de kadın ücretleri erkeklerinkinin yüzde 86’sıyken, 2011 de yüzde 67’sine düştü. Özelleştirmeler ve çocuk bakımı kesintileri çocuklar ve kadınlar aleyhine muazzam bir gelir transferi yarattı. Çin’in geçiş süreci, devlet destekli bir neo-patriyarka geçiş olarak adlandırılabilir. Çin’de kadınların çoğu, erekler gibi tam zamanlı ücretli çalışanlar. Ama kadınlar haftada 86 saat, erkekler 58 saat çalışıyor.
Hindistan’da ise kentsel sanayileşme patriyarkal değerleri modernleştirdi ve 1947 anayasasının eşitlikçi yapısını ezip geçti. Ücretli emek gücü kadınlaşmadı, neoliberalizmin bu ülkede yarattığı istihdamsız büyüme modeli (ki bizimki de budur) istihdamı genişletmedi ve emek gücünü kadınlaştırmadı.
Gelecek Asya, Latin Amerika ve sosyalizm-sonrası ülkelerin yeni kapitalizmleriyle biçimleniyor. Avrupa ve ABD’den çok bu ülkeler yirmi birinci yüzyılın cinsel düzenini belirliyor. Ama ister Asyalı ister Anglo-Amerikalı isterse Latin Amerikalı olsun sermaye kadınları istihdam etse de özgürleştirmiyor. Dünya proletaryası büyürken, sermayenin en sevdiği emek piyasası biçimi olan, bütün hayat riski ve sorumlulukların işçiye devredildiği ve kadınların egemenliğindeki prekarya da büyüyor
70’lerden bu yana refah devleti aracılığıyla sağlanan toplumsal dayanışmanın kadından yana bir toplumun asgari gereği olduğunu öğrendik. Sosyal demokrat veya sosyalist devletlerin trajedisi feminist olmamalarıydı ama neoliberal düzen neo-patriyarkayı küresel iktidarın en önemli bileşeni haline getirdi. Bu, uzun vadede kurumlar oluşturarak şiddete dayalı olmayan biçimde radikal bir dönüşümü gerçekleştirme ilkesine dayanan ikinci kuşak feminist hareket için tarihsel bir yenilgidir. Cinsiyetçilik bu yenidünyada yeni kültürler ve bağlamlar buluyor; şiddet ve cinsel saldırganlık cezasızlıkla sonuçlanıyor. Üstelik neo-liberal neo-patriarkanın hakim olduğu bir dünyada, bir toplumsal cinsiyet devrimi olmadan, bu durumun kadınlar lehine değişeceğini ima eden hiçbir şey yok.
(After neoliberalism: The need for a gender revolution makalesinden kısaltılmıştır.)
Yorumlar