Vandana Shiva: “Böyle giderse ölü bir gezegen olacağız!”

Vandana Shiva, dünyaca bilinen Hintli bir araştırmacı, bir çevre aktivisti ve yirmiden fazla kitabın yazarı. Shiva, dünyanın dört bir yanında genetik

Vandana Shiva: “Böyle giderse ölü bir gezegen olacağız!”

Vandana Shiva, dünyaca bilinen Hintli bir araştırmacı, bir çevre aktivisti ve yirmiden fazla kitabın yazarı. Shiva, dünyanın dört bir yanında genetik mühendisliğine karşı taban hareketlerinde yer alıyor ve yerli tohumları, geleneksel bilgiyi ve doğal kaynakları tekellerine almanın ve özelleştirmenin peşindeki çeşitli çok-uluslu şirketlere ve uluslararası kurumlara karşı pek çok kampanyanın başını çekti.

ROAR dergisi editörü Joris Leverink, Vandana Shiva ile, iklim değişiminde endüstriyel tarımın rolü, Küresel Güney’deki çiftçilerin karşı karşıya olduğu zorluklar ve bu gezegendeki varlığımızı tehdit eden eli kulağında çevresel felaketten nasıl kaçınabileceğimiz üzerine konuştu.

ROAR: Uzun yıllardan bu yana hem yazdıklarınızla hem aktivizminizle, tarımın tarımsal-ekolojik bir paradigmadan endüstriyel bir paradigmaya doğru küresel ölçekteki dönüşümüne karşı aktif biçimde direniyorsunuz. Son kitabınız Who Really Feeds the World?‘da (Dünyayı Gerçekten Besleyen Kim?; Zed Books, 2016), “endüstriyel tarım paradigmasının iklim değişikliğine neden olduğu”na da işaret ettiniz. Bu iki paradigma arasındaki farkı nasıl kavramsallaştırmalıyız ve endüstriyel tarımın iklim değişikliğinin şiddetlenmesindeki rolü nedir?

Vandana Shiva: Birbirinden ayrı iki tarımsal paradigma mevcut. İlki, İkinci Dünya Savaşı sürecinde ortaya çıkan ve insanlara yönelik kitlesel imanın yanı sıra patlayıcılarda kullanılan kimyasalların üretimini kontrolü altında tutan kimya şirketleri ve fabrikalarından oluşan “zehir karteli” eliyle tasarlanmış ve geliştirilmiş olan endüstriyel tarımdır. Bu zehir karteli, savaştan sonra, aynı kimyasalları bu sefer tarım-kimyasalları –böcek ilaçları ve suni gübreler– olarak kullanmak üzere yeniden ortaya sürdüler ve bizleri de bu zehirler olmazsa gıdamızın da olamayacağına ikna ettiler. İkinci paradigma ise, 10 bin yıl boyunca evrilen ve ekolojik ilkelere dayanarak doğa ile birlikte işleyen tarımsal-ekolojik sistemdir.

Her bir paradigmanın sonucunda, gıdaya ve çiftçiliğe dair iki alternatif söz konusudur. Bunlardan ilki çıkmaz sokaktır: Çiftçilerin borç kaynaklı sefaletlerinden kurtulmak için intihar etmesiyle, çocukların gıda yokluğundan ölmesiyle ve insanların iklim kargaşası insanlığı dünya üzerinden silerken, gıda diye satılan besin değeri açısından sıfır, zehirli ürünler nedeniyle yaygınlaşan kronik hastalıkların pençesine düşmesiyle birlikte kimyasal monokültür (tek-ürünlü) tarımın sonucu olarak yaşamın bittiği, zehirlenmiş bir gezegen. İkinci paradigma ise, biyolojik çeşitliliğin, toprağın, suyun ve hepimiz için çeşitlilik içeren, sağlıklı, taze ve ekolojik gıda üreten küçük çiftliklerin ıslah edilmesi yoluyla gezegenin yeniden canlandırılmasını beraberinde getirmektedir.

Endüstriyel küreselleşmiş tarım, iklim değişimine katkıda bulunan en büyük şeylerden biridir. Bazı tahminlere göre, küresel salınımın en az yüzde 25’i endüstriyel gıda sistemi ile ilişkilidir: Fosil yakıtların kullanımından kaynaklanan karbondioksit (CO2), kimyasal suni gübrelerin kullanımından kaynaklanan nitrojenoksit (NO2) ve fabrika tarımından kaynaklanan metan gazı (CH4).

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’ne (IPCC) göre, CO2’nin atmosferik yoğunluğu, sanayi-öncesi yoğunluk milyonda 280 partikül iken, insan faaliyetlerinin bir sonucu olarak 2016 yılı itibariyle milyonda 403.3 partiküle yükselmiş durumda. CO2 düzeyi üç buçuk milyon önce bu yükseklikteyken, küresel sıcaklıklar 2-3 derece daha sıcaktı ve deniz seviyesi de 10-20 metre daha yüksekti. Metanın küresel atmosferik yoğunluğu, sanayi-öncesi dönemde milyarda 715 partikül iken, 2005 itibariyle milyarda 1.774 partiküle yükselmiş durumda. Nitrojenoksidin küresel atmosferik yoğunluğu –çoğunlukla tarımdaki kimyasal suni gübrelere bağlı olarak– milyarda yaklaşık 270 partikül iken, 2005 itibariyle milyarda 319 partiküle yükselmiş durumda.

Fosil yakıtların (ölü karbonun) Yeryüzü’nden çıkartılması, yakılması ve atmosfere kontrol edilemez salınımlarda bulunması, karbon döngüsünün kırılmasına ve iklim sistemlerinde bir istikrarsızlaşmaya yol açmaktadır. Atmosferden daha fazla canlı karbon elde etmek için, –hem biyolojik çeşitlilik hem de biyo-kütle açısından– çiftliklerimizi ve ormanlarımızı biyolojik açıdan yoğunlaştırmak durumundayız. Ne kadar çok biyolojik çeşitlilik ve biyo-kültür olursa, havadaki salınımların ve kirletici birikiminin azalmasıyla bitkiler de o kadar atmosferik karbon ve nitrojen elde ederler. Karbon, bitkiler vasıtasıyla toprağa geri dönüşür. Biyo-çeşitlilik içeren organik çiftçilik arasındaki bağlantı, işte bu nedenle, çok yakın bir bağlantıdır.

Bir keresinde “Gelecek toprakta yatıyor” demiştiniz. Bununla neyi kast ediyorsunuz? Ve sizin görüşünüze göre, yerlilerin tarımdaki bilgisinden ve uygulamalarından bugün karşı karşıya olduğumuz ekolojik krizle başa çıkmak açısından alabileceğimiz temel dersler nelerdir? 

Bizler toprağız. Bizler yeryüzüyüz. Bizler evreni oluşturan aynı beş elementten –toprak, su, ateş, hava ve uzay– oluşuyoruz. Toprağa ne yapıyorsak, kendimize de onu yapmış oluyoruz. Yine, “humus” ile “humans” [insanlar] kelimelerinin aynı etimolojik kökten gelmeleri bir tesadüf değildir. Bütün yerli kültürleri, bizim Yeryüzü ile bir olduğumuzu ve toprağa sahip çıkmanın en büyük görev olduğunu kabul eder. Kadim bir veda‘nın söylediği gibi: “Bu bir avuç toprakta senin geleceğin yatıyor. Ona iyi bak, o da sana iyi bakacaktır. Onu yok et, o da seni yok edecektir.”

Bu ekolojik hakikat, bizlerin Yeryüzü’nden ayrı ve ondan bağımsız varlıklar olduğumuza yönelik hatalı varsayım üzerinden işleyen ve toprağı ölü bir madde olarak tanımlayan hakim endüstriyel tarım paradigması içinde unutulup gitti. Eğer işe toprağın ölü olduğu düşüncesiyle başlarsanız, insan eylemi onun yaşamını yok edemez ve sadece kimyasal suni gübrelerle onu “geliştirebilir” demiş olursunuz. Eğer bizler toprağın efendileri ve fatihleri isek, –toprak bizim kaderimizi değil– biz toprağın kaderini belirleriz.

Gelgelelim, tarih, toplumların ve uygarlıkların kaderlerinin toprağa nasıl davrandıkları ile yakından bağlantılı olduğuna şahittir. Toprak ile nasıl ilişki kuracağımıza ilişkin bir tercih yapmalıyız: ya Islah Yasası’nı seçeceğiz ya da Sömürü ve Sondaj Yasası’nı. Islah Yasası, geri verme yasası, toplumların, binlerce yol boyunca uygarlıkları destekleyebilen bereketli toprağı yaratmasını ve sürdürmesini sağlamıştır. Sömürü Yasası, geri vermeksizin alma yasası ise, uygarlıkların çöküşüne yol açmıştır. Dünyanın dört bir yanındaki çağdaş toplumlar, toprakların yıpranması, tahrip olması, zehirlenmesi, betonun altına gömülmesi ve yaşamından mahrum bırakılmasıyla, çöküşün eşiğinde durmaktadır.

Mekanik bir paradigmaya dayanan endüstriyel tarım ve fosil yakıtların kullanımı, canlı bir toprak yaratan canlı süreçlere yönelik cahillik ve körlük yaratmış durumda. Toprak-gıda ağına odaklanmak yerine, –biyolojinin ve yaşamın yerini kimyanın aldığı– monokültürleri yaratmak için zorunlu olan biçimde dışarıdan kimyasal suni gübrelerin ve makineleşmenin dahil edilmesi takıntı haline getirilmiş durumda. Toprağın bu unsurlara maruz bırakılmasıyla, monokültür ekim alanları da rüzgar ve su tarafından erozyona maruz bırakılıyor. Toprağı yaratan organik maddenin bağlayıcı madde olarak kümelenmesi ve iş görmesi nedeniyle, bu organik maddeden yoksun ve kimyasal suni gübreler ile yapay biçimde zenginleştirilmiş topraklar da en kolay erozyona uğrayan topraklar oluyor.

Kıtlıkları ve gıda krizlerini yaratan şey, tahrip olmuş ve ölmüş topraktır, organik maddeden yoksun topraktır, toprak organizmalarından yoksun topraktır, su tutma kapasitesi olmayan topraktır – gıda güvenliğini bunlarla sağlayamayız. Bu, iklim değişikliği zamanında da özellikle geçerlidir. Endüstriyel tarım sadece iklim değişikliğine katkıda bulunan sera gazlarının neredeyse dörtte birinden sorumlu değildir, aynı zamanda iklim değişikliğine karşı daha savunmasızdır. Organik madde zengini olan toprak, kuraklıklara ve iklim aşırılıklarına karşı daha dirençlidir. Yine, biyolojik çeşitliliğin yoğun olduğu sistemler yoluyla artan organik madde üretimi, karbondioksidin atmosferin dışına atılarak bitkilere aktarılmasının ve ardından Geri Verme Yasası sayesinde toprağa geçirilmesi açısından en etkili yoldur.

İnsanlığın geleceği, petrolün değil toprağın ellerindedir. Petrole dayanan, fosil yakıt yoğunluklu, kimyasal yoğunluklu endüstriyel tarım, toprağı öldüren ve böylece geleceğimizi riske atan ekolojik ve toplumsal süreçlerin önünü açar.

Karşılığında dünyanın en güçlü devletlerinin bazılarından kayda değer destek alan büyük tarımsal ve tarım-kimyasalcı şirketlerin muazzam gücü ile kavgaya tutuşmak gerekiyor. Küçük ölçekli çiftçilerin Monsanto gibi çok-uluslu şirketlere karşı verdiği mücadele, tipik bir Davut ile Golyat hikayesine benzemektedir. Sizce bu fazlasıyla asimetrik mücadele nereye gidiyor? Umudunuz nereden geliyor? Tarımsal sermaye bu kadar büyük ölçüde yoğunlaşıyorken, toplum açısından kendi gıda üretimi üzerinde kontrolü tekrar ele almaya yönelik herhangi bir fırsatın ortaya çıkmasını mümkün görüyor musunuz?  

Bir dizi şirket evliliği yoluyla üç zehir üreticisinden –Monsanto Bayer, Dow Dupont ve Syngenta ChemChina– oluşan bir kartele dönüşmüş olan zehir karteli, Nazilerin imha kamplarında kullandığı kimyasalları geliştirmişlerdi. Savaştan sonra ise, daha önce insanları öldürmek için kullanılmış olan bu aynı kimyasallar, artık endüstriyel tarımda kullanılmak üzere böcek ilaçları olarak piyasaya sürüldü. Bu şirketler, ardından, genetik mühendislik ve patentleme yoluyla bizim tohumlarımızın ele geçirmeye çalıştılar.

Fakat tohumlarımızı geri almanın bir yolu var: Tohumları şirketlerin fikri mülkiyeti olarak gören bir sistem yerine, tohumların denetiminin çiftçilerin elinde olduğu tohum özgürlüğü yolu. Her yer ve her bir tarla, bir yüzyıllık ekolojik kıyımdan ve soykırımdan sorumlu olan zehir karteline karşı bir devrimin alanı olabilir.  Yeryüzü ile barışmak ve özgürlüklerimizi geri almak için tohumları saçmanın zamanıdır. Satyagraha, yani “hakikatin gücü” ya da Mahatma Gandhi’nin teşvik ettiği şiddetsiz sivil direniş, “hakikat-sonrası” çağımızda hiç olmadığı kadar önemlidir. Satyagraha, dışarıdan yöneltilen kaba kuvvete karşı bilincimizi, kendi içsel gücümüzü uyandırmakla ilgiliydi ve ilgili olagelmiştir. Satyagraha, dışarıdan dayatılan zalim ve adaletsiz sisteme karşı verilen bir öz-şiirsel yanıttır. Gandhi’nin de söylediği gibi, “Satyagraha, en yüksek bilincimizden yükselen bir ‘Hayır’dır.”

Gandhi’nin 1930’da öne sürdüğü Tuz Satyagraha’sı [sömürgeci Britanya’nın tuz üretimini vergilendirmesine karşı başlatılan seferberlik], Navdanya’nın günümüzdeki “Tohum Satyagraha’sı” ve Tohum Özgürlüğü hareketine ilham verdi. Şirketlerin fikri mülkiyet hakları üzerinden tohumlara sahip olmasından bahsedildiğini duyduğum 1987’den itibaren, bilincim bu durumu reddediyor. Yaşamımın tamamını, tohumları kurtarmaya ve tohumları korumayı ve tohum mübadelesini bir suç haline getiren fikri mülkiyet hakları rejimiyle işbirliği yapmamaya vakfetmiş durumdayım.

Bija Satyagraha, yani Tohum Satyagraha’sı, Gerçek Tohumun Canlandırılmasına, çiftçilerin tohum yetiştiricileri olma ve çeşitlilik, dirençlilik ve nitelik açısından tohumların bilgisiyle birlikte dönüşme bilgisini canlandırmaya yönelik bir halk hareketidir. Bija Satyagraha, bizlerin Yeryüzü Topluluğu’nun [Vasudhaiva Kutumbkam] üyeleri olmasından kaynaklanan en üst yasalardan, ilgilenme, koruma, muhafaza etme ve paylaşma görevimizden kaynaklanan en üst yasalardan doğan bir harekettir. Bija Satyagraha, çiftçilerimizin şu anlayışla hareket etmesini ileri sürer:

Biz bu tohumları doğadan ve atalarımızdan aldık. Bu tohumları, tıpkı onları aldığımız zamandaki çeşitlilik ve bütünlük zenginlikleriyle devretmek, gelecek nesillere dönük görevimizdir. Bu anlamda, hiçbir yasaya itaat etmeyeceğiz ya da Yeryüzüne ve Gelecek Nesillere dönük en büyük görevlerimize müdahalede bulunacak hiçbir teknolojiyi benimsemeyeceğiz. Tohumlarımızı korumaya ve paylaşmaya devam edeceğiz.

45 yıldan fazla bir zamandır pek çok Satyagraha’ya dahil olsum ve gerçek özgürlük –doğanın özgürlüğü ve toplumdaki en son insanın özgürlüğü– için çalıştım. Ortak özgürlüklerimize yönelik adanmışlığım zamanla daha da derin hale geldi. Bugün ihtiyaç duyduğumuz Gezegensel Satyagraha, her birimiz açısından, zihinsel inşalar ve yanılsamalar yoluyla yüzde 1 tarafından zihinlerimizde yaratılan hapishanelerden kurtulurken, Gerçeğin Dirilişi’ne başlamak için zekamızı ve atıl durumdaki güçlerimizi ortaya çıkarmak ya da Yeryüzü ile ve birbirimizle gerçek ilişkilerimiz üzerine yeniden düşünmek içindir.

Bugünün direniş hareketi, bizi sömürgeleştiren kurgulara ve yanıltmalara kanmamakla ve bu kesimlerin sondaj ve sömürü yapılarını sürdürmek adına inşa ettikleri şiddet ve tahakküm yapılarıyla işbirliği yapmamakla başlar. Yüzde 1’den özgürleşmek, zamanımızın Satyagraha’sıdır. Yüzde 1’den özgürleşmek, hayatta kalmaya ve gerçeği taçlandırmaya yönelik bir Satyagraha’dır. Gaia’nın en üst yasalarına göre ve insanlığımızın ve Dharmamızın en üst yasalarına göre özgürce yaşamaktır.

Tohumların patentlenmesi –özel mülkiyet haklarına tabi metalar haline getirilmesi– ile sadece Hindistan’da 300 binden fazla insanın intihar etmesine yol açan yerel çiftçilerin borçlandırılması arasındaki ilişkiye sıklıkla işaret ediyorsunuz. Kapitalist rasyonalitelerin işe koşulmasının Küresel Güney’deki gıda üretimine etkisi ve bunun toplumsal sonuçlarının bazılarının neler olduğu üzerine birkaç şey söyleyebilir misiniz?

Hindistan, biyolojik çeşitlilik açısından zengin bir toprak. 10 bin yıldan yana Hindistanlı çiftçiler, 200 bin pirinç çeşidini, 1.500 buğday çeşidini, 1.500 muz ve mango çeşidini, yüzlerce dal ve yağ tohumu türünü, çeşitli darı ve hububat çeşitlerini, her türden sebze ve tarımsal gıda türünü yetiştirmek ve geliştirmek için harika becerilerini ve yerli bilgisini kullanıyorlar.

Tarımsal üretimdeki bu beceri ve çeşitlilik, İkinci Dünya Savaşı sonrasında savaş süresince patlayıcı fabrikalarında üretilen sentetik suni gübreleri için umutsuz bir biçimde yeni pazarlar arayan tarım-kimyasalcı şirketler ve fabrikalar tarafından 1960’lı yıllarda Yeşil Devrim’in bizlere dayatılmasıyla birdenbire bıçak gibi kesildi. Geçmişteki sömürgeci dönemde tohum yetiştirme ve tarımdaki becerilerimizin yok sayılmasına benzer bir şekilde, tohumlarımız “ilkel” olarak adlandırıldı ve yerlerimizden edildik. Farklı türlerin çeşitliliğini geliştirmeye devam etmek yerine, tarımımız ve beslenme biçimimiz pirince ve buğdaya hapsedildi.

Şirketler, kendilerinin ürettikleri kimyasallara yanıt veren tohumlar yetiştiriyorlar. Monokültür tarımın en uygun biçimde ve maliyet ile işlemek için kimyasallara ihtiyacı var; bunun karşılığında ise, tarım, endüstriyel tarımın fazlasıyla katkıda bulunduğu iklim değişiminin sonuçlarına karşı savunmasız hale geliyor.

Genetik tohum mühendisliği, zehir karteli eliyle başlatıldı çünkü bu kartel, serbest ticaret antlaşmaları dahilinde tohumların kullanılması üzerinde patent dayatması yaparak çiftçilerden rant toplamak için bir fırsat gördü. Monsanto’nun temsilcilerinden birinin söylediği gibi, “Biz hem hasta, hem teşhis koyan kişi hem de doktoruz.” Sorun, bu şirketlerin teşhis ettiği sözüm ona hastalığın, çiftçilerin tohumları koruması olmasıdır. Monsanto vakası ve onun “Bt pamuk” olarak adlandırılan genetiği değiştirilmiş pamuk tohumu, açık bir örnek sunmaktadır. Monsanto, çiftçileri “Bt pamuk” tohumlarını kullanmaya zorlamak için, çiftçileri alternatif pamuk tohumlara ulaşmaktan alıkoyan bir tekel kurdu. Bugün itibariyle, ekili pamukların yüzde 99’u “Bt pamuk”tur. Bu arada Monsanto, çiftçileri, sadece ürünlerini yetiştirmek için en temel unsur olan şeyi satın almak için aşırı borca girmeye zorlayan şekilde, tohum fiyatlarını başlangıçtan bugüne yaklaşık yüzde 80.000 arttırmıştır.

Hindistan’da Bollgard etiketiyle satılan Bt pamuk, çiftçilerin böcek ilacı kullanması gerekliliğini ortadan kaldıran şekilde böceğe-dirençli olarak sunuluyordu. Fakat böcekler zamanla Bt pamuğa karşı dirençli hale geldikçe, Hindistan’ın belirli eyaletlerindeki böcek ilacı kullanımı, genetiği değiştirilmiş tarımsal ürünlerin ortaya çıkmasından bu yana on üç kat arttı. Sonuç olarak, yüzlerce çiftçi tarım ilacı zehirlenmesine bağlı olarak öldü ve binlercesi borçları yüzünden intihar etti.

Çiftçilerin tohum egemenliği, çiftçi intiharı salgınına yönelik çözümün merkezindedir. Ancak çiftçiler kendi tohumlarına ulaşabildiklerine, işte o zaman borçtan kurtulabileceklerdir. Yine, ancak tohum egemenliği yoluyla, çiftçilerin geliri yükselir. Organik pamuk çiftçileri, pahalı tohumlardan ve kimyasallardan uzak durarak daha fazla kazanmaktadır. Organik pamuk, gelecektir.

Küresel Güney’de yaşayan insanlar –özellikle de geçimleri doğrudan içinde yaşadıkları doğal çevrelere bağlı olanlar– iklim değişikliğinin etkisinden orantısız bir biçimde etkileniyorlar. Size göre, dünyanın en zengin ülkelerinin hükümetlerinin bugünkü işleyişten vazgeçmeyi hiç de düşünmüyor gibi göründüğü düşünüldüğünde, iklim değişikliğinin bu savunmasız nüfuslara dönük tehdidini en aza indirmek için ne gibi acil adımlar atılmalı?

Trajik biçimde, iklim kaosundan en fazla zarar görenler, sera gazı salınımına en az katkıda bulunanlar – yani, buzulların erimesi nedeniyle su kaynaklarını kaybeden Himalayalar’ın yüksek kesimlerindeki topluluklar, ürünleri kuraklık ya da su taşkınları nedeniyle mahvolan Ganj havzasındaki köylüler, deniz seviyesindeki artışın ve sayısı artan kasırgaların yol açtığı yeni tehditlerle karşı karşıya olan sahil ve ada toplulukları.

İlkim değişikliği, aşırılık içeren doğa olayları ve iklim felaketleri, bizlerin yeryüzünden ayrı değil, onun bir parçası olduğumuzu hiç olmadığı kadar sıklıkla hatırlatan olaylardır. Ekolojik sistemleri aksatan her şiddet eylemi, bizim hayatlarımızı da tehdit ediyor. Yeryüzünün yurttaşları olarak, her birimiz onu korumak için harekete geçebiliriz. Endüstriyel tarım, iklim değişikliğine katkı koyan en temel olgulardan biridir. Organik tarıma geçiş, bizim sağlığımızın yanı sıra gezegenin sağlığı, iklim adaleti ve Yeryüzü demokrasisi için de zorunludur.

Paris İklim Değişikliği Konferansı’nda (COP21) kolektif olarak bir bahçe ekmemiz ve Yeryüzü’nü korumak üzere bir sözleşme yapmamız fa bu nedenledir. Tek tek bahçeler küçük olabilirler fakat milyonlar el ele verdiğinde, bu durum, dört bir yanda yeryüzünü iyileştirmek, iklim dirençliliği ve yenilenmesi sağlamak adına, yeraltında kalması gereken fosil karbonun canlı karbona dönüştürülmesi sürecini başlatacaktır.

İnsanlık yakın zamanda fazlasıyla önemli bir eşiği atladı; dünyanın yarısından fazlası artık kentsel bölgelerde yaşıyor. Bu durum, küçük ölçekli ekolojik çiftçiliğin çevresel çıkarları ile kendi çevrelerinde kendi gıdalarını yetiştiremeyen –çoğunlukla dayetiştirmek istemeyen– milyarlarca insandan oluşan bir nüfusun beslenme ihtiyacı arasında bir çatışmaya yol açacak gibi görünüyor. Bu paradoksu nasıl çözebiliriz?

Gezegeni korumak ve hepimiz için gıda sağlamak, birbirine karşıt şeyler değildir. Gezegenin sağlığını yok eden endüstriyel sistem, aynı zamanda açlığa, yetersiz beslenmeye ve hastalıklara da yol açıyor. Endüstriyel tarım, bir gıda sistemi olarak açıkça çökmüş durumdadır.

Küçük çiftçilerin üretken olmamaları nedeniyle yok edilmesi gerektiği ve gıdamızın geleceğini zehir kartelinin, insansız hava araçlarının ve bilgisayar yazılımlarının ellerine bırakmamız gerektiği efsanesinin aksine, küçük çiftçiler, tarıma giden kaynakların yüzde 30’unu kullanarak küresel ölçekte gıdanın yüzde 70’ini üretiyorlar. Endüstriyel tarım ise, toplam ser gazı salınımının dörtte birini yaratacak şekilde kaynakların yüzde 70’ini kullanarak gıdamızın sadece yüzde 30’unu üretiyor. İşbu meta-temelli tarım, toprak tahribatının yüzde 75’ine, su kaynaklarının tahribatının ve göllerimizdeki, nehirlerimizdeki ve okyanuslarımızdaki kirliliğin yüzde 75’ine yol açmaktadır. Son olarak, kitabım Who Really Feeds the World?‘da (Dünyayı Gerçekten Besleyen Kim?; Zed Books, 2016) ortaya koyduğum üzere, hasat çeşitliliğinin yüzde 93’ü, endüstriyel tarım yoluyla tükenmeye itiliyor.

Böyle giderse, endüstriyel tarımın ve endüstriyel gıdanın beslenmemizdeki oranı yüzde 45’i geçerse, ölü bir gezegen olacağız demektir. Ölü bir gezegende ne yaşam ne de gıda olacaktır. Gezegeni ekolojik süreçler yoluyla yenilemek ve canlandırmak, işte bu nedenle insan türü ve bütün varlıklar açısından bir ölüm kalım meselesi haline gelmiş durumdadır. Bu geçişin merkezindeki şey ise, fosil yakıtlar ve ölü karbondan canlı karbonun yetiştirilmesine ve geri dönüştürülmesine dayanan canlı süreçlere geçiştir.

Navdanya’nın son otuz yıl boyunca gerçekleştirdiği çalışmalar, çevreyi yok etmeksizin ve çiftçilerimizi öldürmeksizin de daha fazla gıda yetiştirebileceğimizi ve çiftçilere daha fazla gelir sağlayabileceğimizi gösterdi. “Biodiversity-based Organic Farming: A New Paradigm for Food Security and Food Safety” [Biyolojik Çeşitlilik Temelli Organik Çiftçilik: Gıda Güvenliği ve Gıda Emniyeti İçin Yeni Bir Paradigma] başlıklı çalışmamız, küçük biyo-çeşitliliğe dayanan organik çiftliklerin daha fazla gıda ürettiğini ve çiftçilere daha fazla gelir sağladığını verilerle ortaya koydu.

Dahası, biyolojik çeşitliliğe dayanan organik ve yerel gıda sistemleri, hem iklim değişikliğinin hafifletilmesine hem de iklim değişikliğine uyum sağlamaya katkıda bulunmaktadır. Küçük, biyo-çeşitlilik içeren, organik çiftlikler –özellikle Üçüncü Dünya’dakiler– fosil yakıtlardan tamamen arınmışlardır. Çiftçilik faaliyetleri için gereken enerji, hayvan enerjisinden gelir. Toprak verimliliği, toprak organizmalarının organik maddenin geri dönüştürülmesiyle beslenmesi üzerine kuruludur.  Bu durum, sera gazı salınımlarını da azaltır. Biyo-çeşitlilik içeren sistemler, kuraklığa ve su taşkınlarına karşı da daha dirençlidirler çünkü daha yüksek su tutma kapasitesine sahiptirler ve dolayısıyla iklim değişimine uyum sağlamaya katkıda bulunurlar. Navdanya’nın iklim değişimi ve organik çiftçiliğe ilişkin çalışması, organik çiftçiliğin karbon emilimini yüzde 55’e kadar ve su tutma kapasitesini yüzde 10 oranında arttırdığını, böylece de hem iklim değişikliğinin hafifletilmesine hem de iklim değişikliğine uyum sağlamaya katkıda bulunduğunu göstermektedir.

Biyo-çeşitlilik içeren çiftlikler, endüstriyel monokültür tarımdan daha fazla gıda üretiyor ve daha fazla gelir sağlıyor. İklim değişimini hafifletmek, biyolojik çeşitliliği korumak ve gıda güvenliğini arttırmak, bu anlamda el ele gitmektedir. Navdanya’nın otuz yıllık çalışmaları, Hindistan’da yerli tohumları kullanmanın ve tarımsal-ekolojik küçük çiftlikler ile çalışmanın, İki Hindistan’a yetecek kadar sağlıklı ve besleyici gıda üretebildiğini ve çiftçilerin zaten az olan paralarını zehirleri satın almaya ve bu zehirlerle genetiği değiştirilmiş tohum üretmeye harcamadıkları takdirde, kendi gelirlerini ona katlama ve çiftçi suikastlarını durdurma potansiyeline sahip olduklarını ortaya koymaktadır. Zehirsiz, borçsuz, intiharsız, açlığın ve yetersiz beslenmenin olmadığı bir Hindistan ve bir dünya; işte ben bunun için çalışıyorum.

 

*[RoarMag’daki İngilizce orijinalinden Sendika.Org tarafından çevrilmiştir]

 

Yorumlar